Çocukluğum köyde geçmese de, yazın, özellikle çok sıcak günlerde hep damda yatardık.
Evimiz şehir merkezinde olmasına rağmen, bazen köydeki gibi dama yataklarımızı serer, yıldızlar altında uyurduk.
Müthiş mutlu olurdum. Hem sıcağı bertaraf etmiş olurduk hem de yer yatağında sırt üstü gökyüzünü seyrede seyrede uykuya dalardık.
Yıldızları sayar, gökyüzünde ki hareketleri izlerdik.
Büyük bir sessizlik içinde, yıldızların parıltısı altında derin uykulara dalardık.
Çocukluğum çabuk bitti. Geriye dönülmez bir yolda, hep yıldızlar altında uyumayı, gökyüzünde kaybolmayı özledim.
En son sanırım yedi sekiz yıl önce köyde, yer yatağında damda uyumuştum. Ama gece rüzgar o kadar çoktu ki, bütün tozu üzerimize serpiştirmiş, ortamı karanlığa boğmuştu.
Bu nedenle o gece hiç rahat bir uyku olmadı benim için. Yıldızları göremedim, mehtabın ışıltısında uyuyamadım.
Köyden ayrıldığımda, yıldızları görmemek içimde bir ukde olarak kaldı.
Aradan sekiz yıl geçti. Birkaç kez köye gidip, gelsem de yıldızlar altında uyuyamadım bir türlü.
Çok şey değişti yaşantımda, yıldızlara özlemim ise hep varlığını korudu, yaşadı.
Kentlerde yıldızları görmek mümkün olmuyor, büyük bir ışık kirliği söz konusu. Gökyüzü tuhaf bir hal alıyor.
Ne karanlık, ne de yıldızları ışıldayan bir sonsuzluk…
Tuhaf bir hal, tarifsiz bir seramcam.
İşte bu özlem içinde Fırat kıyısındaki atalardan kalma köye gidince, damda yatma fikri içimde karşı konulmaz bir hal aldı.
Köydekiler damda yatsalar da, eskisi gibi misafirlerini damda yatırmıyorlardı artık. İyi kötü klima evlere girmiş, sıcak havalarda evin iç bölmelerinde yatmak mümkün hale gelmiş.
Buna rağmen, peşin peşin kararımı verdim.
Bu gece yılların özlemini giderecek, yıldızlar altında, 'Yıldız Palas Hava Oteli'ne benzer bir ortamda, uyku çekecektim.
Köy, bildiğiniz köy. Eskinin tortusunda, biraz dağ, biraz çoraklaşan toprak havası.
Kayalar, ayakta kalma mücadelesi veren meşelikler ve sürekli akan asırlık bir çeşme.
Taş evler, yorgun bedenler ve sıcaktan bunalan evcil hayvanlar.
Akşam olunca, iki katlı köy evlerinin, avlusu sayılan açık alanda oturduk, havadan sudan konuştuk, yemek yedik.
En çok siyaset gerginleştirdi ortamı, dağların gölgesi, yıldızların baraklığı ve ışıldayan Fırat ruhumuzu okşadı; yeniden yaklaştık birbirimize.
Kentleşen köylerin, köyleşen kentlerin karışık ruh halinde hasbihal ettik.
Hepimizin yorgunluğu gözlerinden okunuyordu. İstanbul’dan gelen vardı, benim gibi biraz daha yakın yerden gelen akrabalarımız vardı. Gerçekten yorgunduk.
Uyku saatinden önce uyuma isteğimizi belirtmeden ‘Yataklarımızı dama serseniz, iyi olacak, içerisi sıcak. Bu havada içerde yatılmaz diyerek’ düşünceme yer açtım.
Amcam oğlu ‘Sivrisinek var, içerde klima açarız, rahat edersiniz’ dese de düşüncem baskın çıktı.
Dama yer yatakları serildi.
Derin bir nefes almıştım. Çocukluğumdan kalan damda yatma fikrim nihayet hayat bulacağı için mutluydum.
Yer yatağında uzanıp, bütün ışıkları kapattırarak, karanlık içinde gökyüzüne doğru bakmaya, izlemeye başladım.
Ne kadar özlemişim bu karanlığı ve derin sessizliği.
Gökyüzüne baktım, uzun süre. Ne çok yıldız varmış gökyüzünde diye düşündüm. Çevrede ışık kirliği yok, dağların gölgesi köyün üstüne vurmuş ve ay ancak zayıf bir hilal görünümde.
Doğa sessiz değil aslında. İnsanın ruhunu okşayan bir ritmi var. Dikkat kesilmeden duyulmayan, rahatsızlık vermeyen bir ritim. Dalga dalga yayılan, sonsuzluğun sessizliği.
Samanyolu o kadar net ki, gözlerime inanamadım. Ne çok şey kaçırıyoruz her gece.
Beton duvarlar, kat kat üst üste konulmuş kutu evler, bir cezaevini andıran daireler hayatımızı öylesine esir almış ki,
Gökyüzünde yıldız olduğunu unutmuşum.
Gece geç saatlere kadar gökyüzünü seyrettim. En az yedi yıldız kaydı, hareket eden uydular, sessiz uçaklar dikkatimden kaçmadı.
Çocukluğuma döndüm. Gökyüzü hiç değişmemiş, bu uçak ve hareketli uydular olmasa.
Yıldızlar aynı, Samanyolu aynı hiç değişmemiş.
Oysa biliyorum ki bazı yıldızlar parlaklığını kaybederken, bazıları da yeni doğuyor.
Ama bunları çıplak gözle görmeme imkan yok…
Ara sıra zamansız öten horoz sesleri, köpek havlamaları ve ıslık çalan baykuşun sessi olmasa insan kendini uzayın derinliklerinde zannedebilir.
Çok mu bilim kurgu izledim ne, sanki radyo dalgalarını çağrıştıran bir ses var derinliklerde. O kadar ki duyuluyor.
Yıldızlar gece yarısı daha bir yakın oldu, parlaklıkları artı.
Ben yorganı da üstüme atmadan, sabah dörde doğru bütün gökyüzünü izleyerek mest düştüm ve deliksiz bir uykuya daldım. Güneş doğduğunda sabah saat altı civarıydı.
Gökyüzü yıldızsız ve masmaviydi.
Uykusuzdum ama içimde huzur verici bir mutlulukla uyanmıştım.
Bunun üzerine uyumanın doğru olmayacağını düşünerek, yataktan çıktım.
Yüksek bir kayanın üzerine kurulan evin damından Fırat’ın gümüşümsü yüzeyini seyretmeye başladım.
Tıpkı yıldızlar gibi, Fırat’a çevresine ışık ve bereket saçıyordu.
Mutluydum, yıldızlar altında uyumaktan, Fırat’ın kadim kokusunu içime çekmekten mutluydum.
Annemin sesini duyar gibi oldum, bu sessizlik içinde. Annemin sesinde yıldızların ışıltısını, Fırat’ın gümüşümsü akışını gördüm…
Tiji akevt,
zerqi eşt.
diki veynda,
her zıra,
manga qorê,
kûtık lawa…
Roj bı şevra…
Güneş doğdu,
horoz öttü,
eşek anırdı,
inek seslendi,
köpek havladı,
gün sabah oldu.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish