Risale-i Nur üzerindeki neşir ve veraset hegemonyası: Mahkeme kararları (1)

Hüseyin Siyabend Aytemur Independent Türkçe için yazdı

Günümüzde Risale-i Nur ekolü içindeki cemaatler, belli kalıplara ve şekillere dayalıdır.

Bunların ellerinde kolay ve hazır bir görevleri vardır ve Risale-i Nur'un mirasçısı olduklarını söylerler.

Temel ilkeleri tanımlanmış sınırlamalara, maddi kaynaklara, aynı zamanda devlet katında resmi savunucu ve koruyucularına sahip olagelmişlerdir.

Her bir cemaatin çok geniş propaganda araçları vardır; öyle ki birbirlerine karşı kendilerini savunabilecek farklı argümanlara sahiptirler. 

Genellikle, bu kalıp ve paketlenmiş iddialar karşısında araştırma ve kıyaslama bilgisinden yoksun bir kişi körü körüne bu akımlardan birinin doğrularına teslim olup kendini kaptırabilmektedir.

Her bir cemaatin ileri gelenlerinin Risale-i Nur’a muhatap olan birey ve camialar için belirlemiş olduğu kalıp ve sınırlamalar, halihazırda topluma egemen olan resmi anlayış ve uygulamalarla birçok bakımdan uygunluk içindedir; bu yüzden de kurumsal olarak cemaatlere düşen tek şey bunların benimsetilmesine ve tüketimine yönelik uygulamalardır. 

Bu uygulamaların hem en önemli enstrümanı hem de göstergesi de Risale-i Nur metni üzerinde yapılan fahiş tahrifat, veraset ve vekillik tartışmasıdır.

Risale-i Nur’un muhatapları üzerindeki bu siyasi ve ilmi istibdadın aşılmasının çaresi ise; Risale-i Nur Külliyatı’nın yazılma ve basılmasının tarihsel serencamını sebep ve sonuçlarıyla, neden, niçin, nerede, ne zaman, gibi sorularla yoğunlaştırarak ilmi kanıtlarla ortaya koyabilmektir.

Burada gayemiz ideolojik bir konuyu gündeme getirmek değil; tam tersine, Risale-i Nur Külliyatı’nın tahrifata uğratılmasının serencamını değerlendirmek ve bunun üzerinden metin üzerinde oluşturulan hegemonyadır.

Bunu eserimizde gündeme getirirken yüzeysel ve avamca hüküm vermekten kaçınmak, yani “şu abinin sözü,” “şu hocanın dediği” veya “şu hizmetin veya bu gurubun gördüğü rüyayı” esas telakki etmemektir.

Zira akıl delile bakar. Üstadımız Saîdê Kurdî’nin dediği gibi:

Biz Kur’an şakirtleri olan Müslümanlar bürhana tabi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-ı imaniyeye giriyoruz.

Akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde elbette bürhan-ı akliye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’an hükmedecek.


Evet, akıl delile bakar.  İslamiyet ve Risale-i Nur’un en temel esası, Saîdê Kurdî'nin dediği gibi "İslamiyet akıl, hikmet, mantık üzerine müesses” olduğuna işaret ki “her bir aklıselim kabul etmek şanındandır" diyerek bu dinde hassas, muhakemeyi akliyede noksan, “sadık ahmak” unvanına sahip bireylerin -tipoloji- nasıl üretildiği analiz için önemli olgular içermektedir. 

Üstadımızın bir başka ifadesi ise şöyledir:

Evet Hakkı tanıyan, Hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez Zira hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir.

Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız.  

Halbuki taassup yerinde hak ve safsata yerinde bürhan ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez.

Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı.


Bu ifadeleri çoğaltmak mümkündür. 

Dünyadaki tüm dinlerin resmi/yetkili karar ve denetim makamları olarak yürürlükte olan ve tâbilerinin aklını askıya alıp taklitçilik ve taassuba yol açan bir ruhanilik (ruhbanlık) hep müessesesi olagelmiştir.

Bu, her ne kadar İslam’ın kesin biçimde reddettiği bir olgu ise de İslam dünyasındaki diğer örnekler bir yana, Risale-i Nur cemaatleri içinde de benzer eğilimler ortaya çıkmıştır.

Topluma egemen olan zümre ve kurumlar, çıkarları gereği cemaat kitlelerinin arasında üst bir “ağabey” statüsü oluşturmuştur.

Mevcut durumu korumak, “müspet hareket” adı altında cemaat bireylerini uyuşturmak, dini hakikatleri ve Risale-i metnini tahrif ederek egemen gücün hizmetinde kullanmak üzere oluşturulan bu “ağabeylik” kurumu tartışmaya açılamaz ve sorgulanamaz haliyle, gerek cemaat mensupları nezdinde gerekse devlet karşısında adeta Risale-i Nur’un resmi temsilcisi statüsüyle hareket etmektedir.

Bu noktada hakikatleri bağlamından kopararak ifrata (yani ilmî istibdada) ve buna mukabil tefrite (yani taklit ve taassuba) neden olmuş, böylelikle yapılan tahrifat ve hegemonya ya müsamahanın kapısını açılmıştır.

Kur'ân'ın üslûb-u hakîmânesine yemin ederim ki: Nasârâyı ve emsalini havalandırarak dalâlet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklit etmektir. Hem de İslamiyet’i daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nispetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhanla kuşanmış, akılla meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desâtirine mutabakat ve muhakâtıdır.


(Muhakemat) tam da buna dikkat çekmektedir.

Ayrıca İslam tarih tecrübesi gösteriyor ki, ilmi, siyasi, ekonomik ve ahlaki belirleyiciliğe sahip şahs-ı manevi hükmünde olan şahsiyet veya eserlerin, geniş kitlelere aktarılması “hüsn-ü zanna” yani iyi niyetlere havale edilmemelidir.  

İnsanlar üzerinde maddi ve manevi etkiye sahip olan Risale-i Nur ile ilgili olarak da bu sakınca geçerlidir.

Dolayısıyla Risale-i Nur metinlerinin sıhhati (tahrifattan ve hegemonyadan arındırılması) bakımından, nüshaların ilmi bir tahliline ihtiyaç vardır.


Risale-i Nur üzerindeki neşir ve veraset hegemonyası

Politik yönlendirmelerin bir başka boyutu ise veraset “varislik” ve “neşir” hakkı meselesidir.

Şüphesiz bu durum İslam tarihinde halifelik tartışmalarının da en temel meselesidir.

Öncelikle din özgürlüğü genellikle her insanın kendi dinini seçme ve değiştirme hakkına sahip olması olarak anlaşılır.

Ama din özgürlüğünün daha doğru bir anlamını daha vardır ki Risale-i Nur bunun dersini vermektedir.

Bu özgürlük, dinin “fıtri oluşu”, yani “doğası gereği” özgür olmasıdır. Bu nedenle de bu özgür fıtrat üzerine hegemonya kurulamaz.

Risale-i Nur’un özgür olan bu doğası farklı şekilde anlaşılmayı yorumlanmayı kabul eder, ancak üzerinde hegemonya kurulmasını asla kabul etmez.

Nasıl ki, dinin müfessirleri olur ama sahipleri olamayacağı gibi, Risale-i Nur’larında bu prensibe dahildir. 

Yani Risale-i Nur’un özgürlüğü her şeyden önce kendi özgürlüğüdür.

İnsanların dinlerini seçebilme özgürlükleri insan hakları ile ilgili sosyal bir haktır. Ama dinin ve onun en büyük delilinden olan Risale-i Nur’un özgürlüğü kendisi ile ilgili olan bir realitedir.

Risale-i Nur nasıl bir şeydir ki doğası gereği özgürdür?

Risale-i Nur’un özü, insanı bir bütün olarak, bütün aza ve cihazatıyla kesretten vahdete ulaştıracak bir yoldur. Bir manevi tecrübedir.

Ki bu manevi tecrübeyi yaşayan bir insan, Cenab-ı Hakkı kendi manevi hareketinin yönü olarak kabul eder.

İnsan kendi dar sınırlarını aşarak -gaibane ve hazırane- (On birinci Söz) Cenab-ı Hakk'ın huzurunda hazır bulunur. 

İnsan bu hazır bulunma durumda bütün sebepler aleminden kurtularak önceki durumuna kıyasen özgürleşir.

Bu huzurda bulunma -gaibane ve hazırane- özgürleşme hali arasında öyle sağlam bir ikili ilişki bulunmaktadır ki “Saîdê Kurdî’nin bütün hayatı buna delildir” bunlardan birinin güçlü veya zayıf olması diğerinin de güçlü veya zayıf olmasını beraberinde getiriyor. 

Dolayısıyla bu özgürlük ne kadar ifrat veya kışkırtıcı ve âşıkane olursa huzurunda bulunma hali de o oranda sahici, hakiki ve birleştirici olacaktır.

Bu durum ister ilim dalında, ister amel dalında, ister ahlak dalında olsun fark etmeyecektir. (Otuzuncu Söz)

Dolayısıyla Risale-i Nur üzerinde oluşturulabilinecek en küçük bir hegemonya, bütün bu özgürlüklere el konulmasıdır. 

Saîdê Kurdî bizzat kendisi eserlerinin birçok yerinde şöyle demektedir;

Risale-i Nurlar, Kur’an’ın malıdır, kimse ona sahip çıkamaz ve herkes onu neşredebilir. Ben dahi yorganımı satarak kendi kitabımı satın aldım ki Nur’a rekabet girmesin.


Zira toplumlar, peygamberler ve onun varisleri olan alimlerin nehrinden beslenmektedirler.

Bunları kanun ve düzenlemelerle yukarıdan aşağıya emir vermekle kontrol altına alınamaz.

Şunda hiç şüphe bulunmamaktadır ki, dinleri, kuralların tecrübe ettiği bu özgürlük ve huzurda bulunma deneyimi ve dini gelenekleri meydana getiren bunların yorumu hegemonyayı kabul edebilecek olgular değildir. 

Saîdê Kurdi, dinin mahiyetine dair Risale-i Nur’lar da sık sık “Sâni-i Zülcelâl, hem evveldir, hem âhir, hem zâhirdir, hem bâtın” ifadelerini dile getirirken, din ve onun bir bürhanı olan Risale-i Nur, hiç kimse tarafından avlanamaz ve kimsenin de hegemonyasına girmesine izin vermez.

İnsan diğer taraftan varlık itibariyle çelişkiler yumağı olduğu için eksik tecrübelerle her zaman hatalı olabilme ihtimaliyle karşı karşıyadır.

İnsanın hayatını trajediye dönüştüren sebepler alemi ve alakadar olduğu tarih, dil, toplum ve nefsi ile kuşatılmıştır.

Diğer taraftan Cenab-ı Hakk'ın huzurunu hazırane ve gaibane tecrübe edebilme gücü, hem onu dünya ve ahiret hayatlarının sahibi ve yaratılmış varlıklardan daha üstün kılmış hem de de başıboşluk ve hayretin kaynağı olmuştur. 

İşte insanın bu noktada tutunacak bir dala ihtiyacı vardır ve o dalı da hegemonya altına almak Risale-i Nur’un varoluş nedenine, bütün bütün zıttır.

Risale-i Nur’ların neşri konusu oluşturulan hegemonya, sadece siyasi ve ekonomik açıdan değildir; aynı durum, yine kendi içinde barındırdığı “metin” üzerinde de hegemonya söz konusudur.

Metinle ilişki kuran toplum üzerinde inşa edilen algı, Risale-i Nur’da Yapılan Tahrifatlar adlı kitapta konu edindiğimiz tahrif konularının tamamını kapsamaktadır.

Dolayısıyla veraset ve neşir meselesi devletin ve siyasi otoritenin güvenliğini esas alan bir zeminde tartışılması gözden kaçmamaktadır. 

Risale-i Nurların “varisi” ve “neşir hakkı” konusunda Üstat gerekli kayıtları koymasına rağmen, -kitapta tamamını konu edindiğimiz-  mahkemelere yansıması, Risale-i Nur'ların içinde bulunduğu resmi söylem ve politik yönlendirmelere nasıl tabii olduğunu göstermektedir. (Kitabın Veraset ve Neşir ile ilgili T.C. Mahkeme Kararlarına bakınız)  

Bu durum o kadar ileriye bir aşamaya ulaşmış ki mahkemeye sunulan bir belgede, Üstad 1963 yılında Noter tasdikli bir vekâletnamede verdiğine dair bir iddiadır.
 


Hâlbuki Üstad Saîdê Kurdî, 1935 senesinde Eskişehir'de bulunmuştur. Ayrıca 1960 senesinde vefat etmiştir.  

Belgede açık bir şekilde sahtekarlık yapılmıştır. Üstad’ın kitabında yer alan sözlerini bir şablon oluşturarak, boş resmi evrakın ortasına yapıştırılmış, daha sonra kendileri Noter'de tasdik ettirilmiştir.

Mahkeme bu belge hakkında “belgede sahtekarlık” yapıldığına dair karar vermiştir.

Said Özdemir, Yeni Şafak gazetesinde, bu belgeyi neşrettiğinde tarih bölümü karalanmış olarak neşredilmişti. (o konulara sonra geleceğiz)

Sadece totaliter yapılar evrensel bir mesajı kendi denetimi altına almak ve toplum mühendisliği iddiasında bulunabilinir.

Acaba bu tür yapıların, Risale-i Nur müntesipleri üzerinde toplum mühendisliği hesaplarının nasıl bir faciaya sebep olduğunun farkında değiller midirler?

Mahkemeye sunulan “ihtiyati tedbir talebinde” dikkat çeken bir başka nokta ise, “Saîdê Kurdî, ilgili şahıslara, “22 Ekim 1963” yılında noter tasdikli bir vekaletname verdiği şeklinde bir belge düzenlenmiş.

Davalılar tarafından Saîdê Kurdî’nin 1960 yılında vefat etmesi nedeniyle böyle bir vekaletnamenin olamayacağı yönündeki savunma” yapılmış Mahkemece savunma yerinde bulunmuştur. 

Davacıların Said-i Nursi’nin Kanuni mirasçıları olmadığı ihtilafsızdır. Eskişehir 3. Noterince 22/10/1963 tarihinde 5405 yevmiye sayılı belgede yer alan (130 parçadan mürekkep Risale-i Nur Külliyatından… vs Türkçe ve Arabi eserlerinin neşir ve muhafaza ve müdafaalarına ait her türlü haklarına hususi hizmetkarlarına ve varislerinden Tahiri, Sungur, Zübeyir, Ceylan, Hüsnü, Bayram ve talebelerinden Said Özdemir, ve Ahmet Aytimur’a tevdi ediyorum. Ben öldükten sonra bana ait bütün Risale-i Nur kitaplarının neşrine devam edecekleridir. Risale-i Nur ne benim nede başkalarının malıdır. Kur’anın malıdır. Risale-i Nur’un hasılatı Risale-i Nur’un ve hizmetinindir. Bu manevi evlatlarının ve talebelerin benim tarzımda Risale-i Nur’a ve umuma hizmet edeceklerdir. Lüzumu halinde bu vasiyetimi alakadar resmi makamata vermek üzere tanzim ediyorum-Said Nursi) şeklindeki ifade noterce 22/10/1963 tarihinde, yani Said Nursi’nin vefat ettiği 23/3/1960 dan sonra onaylanmış olması karşısında bu belgenin M.K. nun 479-484. Maddeleri anlamında resmi vasiyetname sayılması imkânsızdır. 

(Daha fazla bilgi Tahrifatlar kitabımıza bakınız) 


Bu ifadelerle, mahkeme tarafından davanın REDDİNE karar verilmiş ve belge üzerinde sahtekarlık yapıldığı saptanmıştır. (Kitapta Hüküm metnine bakınız)

Aynı durum, Yargıtay İlamı da, davanın REDDİNE karar vermiş ve böylece dava düşmüştür.
 

 


Saîdê Kurdî ne diyor? 

Burada tartıştığımız temel mesele, konu edindiğimiz neşriyatların temeli oluşturan, ileri sürdükleri iddiaların temelini, Risale-i Nur kaynaklarıyla elde edilemeyeceğini ortaya koymaktı.

Bu konunun incelenmesi bir inşa süreci olması nedeniyledir. Risale-i Nur camiasının toplumsal hafızasının ne olduğu, nasıl hatırlandığı ve iddiaların bugüne ne kattığıdır.

Yine bu iddialar, Risale-i Nur camiası içinde, -ister tek tek şahsiyetler açısından ele alalım, ister cemaatleri bir bütün olarak ele alalım- sözlü kültürlerinin de bir parçası olmuştur.

Bu kültürün, resmi ideolojiyle örtüşmesi, bir politik tarihsel hafızaya delildir.

Ortada bireysel bir öykü yoktur, inşa edilen devlet paradigmasının, Risale-i Nur camiasının bir parçası haline gelen kolektif bir devlet aklını göstermesidir.

İhtiyaç duyulduğunda bu kadar kolay hatırlanması ve uygulanmasındaki basitlik bu nedenledir.

Bu noktada Risale-i Nur camiasına müntesip bir şahsiyetin veya toplumun aidiyeti, gerçekte Risale-i Nur’a olan bir aidiyet değildir.

Yani kendi meşrebine ait kimliğinin “Nurcu” inşası, iradi değildir. Konjöktörel piyasanın inşasıdır. Yani, kendisine yabancılaşmadır.

Bu aynı zamanda egemen devlet tarafından gündelik hayatta ileri sürdüğü, siyasi veya kültürel değerlerin! cemaatler “Nurcu kimliği” tarafından kolay bir şekilde tüketilebiliyor oluşu trajedisidir.

Merkez Nurculuğun Risale-i Nur ve Üstad ile düşünsel bir ilişki kalmadığı için metnin ne dediği de artık o kadar önemli değildir.


Şimdi “veraset”, “vekil” ve neşir hakkı” konusunda Üstad’ın ifadelerine başvuralım.

Salisen: Mesmuatıma nazaran Şemsi ve isimlerini söylemeyi münasip bulmadığımız müellifler, 'Zülfikar'dan ve sair Risale-i Nur’dan bazı kısımları kendi namlarına neşretmelerine razıyım ve helâl ediyorum ve memnun oluyorum.

Onlar da Nur'un şakirdleridir, bu surette Nurları neşrediyorlar. Yirmi seneden beri çoklar, hatta büyük hocalar eserlerinde ve müellifler de Nur'un meselelerinden çoklarını almışlar ve alıyorlar.  

Hatta değil böyle dost zatları, belki resmî makamları bulunan ve eserler yazan ve Nurların intişarlarına taraftar olmayan ve eserleri revaç bulmak niyetiyle Nur'un neşrine mâni olanları dahi helâl ediyoruz.

Çünkü onların men’leri başka bir tarzda ve daha fâideli intişarına ve fütuhatına vesile oluyorlar. Ben, hal-i hâzıra bakmadığım için bilemiyorum.


İstemeyerek işittim ki: eser yazan ve Nurdan çalan resmî büyük zatlar diyorlar: 'Risale-i Nur okuyabilirsiniz, başkasına vermeyiniz.'

Güya Nurlar onların eserlerini sukut ettirecek. Hâlbuki Nurlar, o eserlerdeki hakikatleri tasdik eder, onlara kuvvet ve revaç verir.

İnşaallah bir zaman onlar resmen neşrine mecbur olacaklar. Fakat İzmirli hâkimin dediği gibi, 'Risale-i Nur gizlenmiyor ve başka kitaplara benzemiyor ve temellük edilemiyor, nerede bulunursa bulunsun, ben Nur’dan gelmişim' der.

Hem Risale-i Nur’un sekiz senedir en mühim parçaları İstanbul’a gidiyordu ve kemâl-i şevkle müellifler okuyorlardı. Esasen Risalet-ün-Nur ise; ona şakird olmak şartiyle, herkesin kendi malı gibidir.

(Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Tenvir Neşriyat, İstanbul, 1991, sayfa 254.
Zehra Yayıncılık, Emirdağ Lahikası, İstanbul, 2001 sayfa, 211-212.)


Bu ve benzer ifadeler, Risale-i Nur Külliyatında birçok yerinde mevcuttur.

Bu sözler açık bir şekilde dinsel aristokrasiye karşı ciddi bir tavırdır.

“Mutlak Vekillik” veya “Neşir hakkı”: Dini ve onu temsil eden Risale-i Nurları, bir toplumda “yaratan ve yaratılan” arasında aracı olmak ve böylesi bir ruhani ve kutsal mevkie sahip olmak anlamına gelir. Halk nazarında bir fazileti ve üstünlüğü beraberinde getirmektedir.

Egemenlik ölçüsü, özsel ve cebirsel üstünlük, sınıfsal soyluluk ve soyluluklar, bu durum daha sonra doğal olarak siyasi bir sonuca dahi dönüşmektedir.  

Bu tür bir egemen sınıfın ve sınıfsal toplumun ortaya çıkması, birliğin, uyumun, siyasi, iktisadi ve hukuki eşitliğin ortadan kalkmasına neden olacağı gibi özellikle Nurcuların kalkınmasına ve şura ve fikir ve düşünce özgürlüğüne “hürriyet-i kelam”ın yerleşmesine de engel olacaktır -oldu gördük-.

Ayrıca yine bu durum dinsel engellemelere ve baskıya sebebiyet vermektedir. Nurcular arasındaki mahkeme konuları da bunun bir sonucudur.

Neticede bu vasiyet iddiaları, İslam’ın ilk dönem Şii ve Sünni siyasi tecrübesine dayalı çevrelerin, tartışmalarına benzeyen, birçok yönü ile onu hatırlatan kodları taşımaktadır.  

Mutlak vekil ve vasiyet tartışmaları, her şeyden önce bir meşruiyet arayışıdır.

Neyin meşru kılınması istenmektedir? O da, Risale-i Nur’da nelerin tahrif edildiğinde gizlidir.


Bir sonraki makalemiz “dört ayrı” “vasiyetimdir” nüshalarının orijinal nüshalarını karşılaştıracağız. Bu noktada,  her Nurcu’nun itibar ettiği “Emirdağ Lahikası”nda geçen sahte “vasiyetimdir” metninin incelemesi olacaktır. 

 


Risale-i Nur’da Yapılan Tahrifat 

Risale-i Nur’da Yapılan Tahrifat kitabı bu konuda mahkeme kararlarını, dava ve davacıların savunmalarını’nın detaylarını, resmi belgeleriyle, okumanıza olanak sağlamıştır.

Kitap, Risale-i Nur’un içsel bütünlüğünü ve söylem tutarlılığını sağlamak amaçlıdır.

Bir başka deyişle bu çalışmanın her bir argümanı ve argümanların sonuçlarının değerlendirilmesi ve sunulması konusunda farklı bir söylem ve sonucu da hatırlatmaktadır.

Bu çalışmada öne sürülen materyalin temel ortak karakteri ne kadar farklı biçimlerde görünse de, en önemli özelliği aynı ortak amaca hizmet etmektedir.

Kitap birkaç amacı taşımaktadır.

Birincisi; Risale-i Nur üzerinde yapılan kültürel, hukuki ve siyasal boyutu olan çalışmaların kavramsal olarak yeni bir analizi ve teorisini gerektirdiğine dikkat çekmiştir.

Risale-i Nur cemaat ve neşriyatlarının, Risale-i Nur adına ürettiği bugünkü siyasal ve söylemsel iddiaların, Risale-i Nur metninin özgünlüğüne çekmek ve kritik etmek, parçalanmış, farklı parçalarındaki güç ilişkileri ve kendi iç ve dış yapısal güçlerini belirleyenler tarafından ileri sürülen geçmiş ve bugünü, bir heyet tarafından münazara açılması, orijinal nüshalar üzerinden metnin hareket alanı olan unsurların varlığını ve tarihi ile birleştirilmesine olan ihtiyaca dikkat çeker.

Metni incelemek, Risale-i Nur’un mahiyetine dokunmaktır, metin eksenli inceleme, aynı zamanda kültür ve düşünce dünyasına hâkim olan ideolojik yönlendirmeleri de aşarak, bilimsel zihniyeti gerçekleştirebilmemizin teminatıdır.

Metnin sıhhatinin araştırılması, netleştirilip formüle edilmesi ancak Risale-i Nur’un yeniden tekrar okumaya tabi tutulması ile mümkündür.

Metin incelememizde göze çarpan bir başka nokta ise; Türk kültürel kodlarına ait yorumlar, Risale-i Nur kültürel vurgusundan öncelikli olarak metne aşılama yöntemiyle uygulandığı göze çarpmaktadır, Türk kültürü, metnin mahiyetine ve yorum yöntemleriyle ilgili olarak kendine ait -zımni de olsa- bir anlayışı hâkim kıldığı göze çarpmaktadır. 

Metni tahrif etmek veya metinden bağımsız olarak -fakat Risale-i Nur’dan kaynaklıymış gibi sunulan malumatlar- külliyatın diğer kültürel kodlarını görmezden gelinerek “mutlak varis” veya “neşir” tasarrufu gibi zorlamalar, iktidarın, merkez nurculuğun eylem alanını biçimlendirdiği ona yolda açmaktadır. 
 

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU