Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump’ın eski kampanya direktörü ve günümüz “Sağ-popülist Enternasyonali”nin manevî babası sayılan Steve Bannon, geçtiğimiz günlerde New York Post’a verdiği özel röportajda Trump’ın “6 hafta içerisinde” azledilebileceğini iddia etti.
Söz konusu iddia, beraberinde Trump’ın 30 Eylül 2019 tarihinde rahip Robert Jeffress’in sözlerini alıntılayarak paylaştığı, “Eğer Demokratlar Başkan’ı azletmeyi başarırlarsa, bu durum ülkede iç savaşa benzeyen bir kırılmayı tetikler” mesajını yeniden gündeme taşıdı.
ABD’de Trump’ın iktidarının yolunu büyük ölçüde adına “derin Amerika” diyebileceğimiz WASP (“White Anglo-Saxon Protestant” - Beyaz, Anglosakson ve Protestan) kesiminin açtığı bir sır değil.
Bu grup, ABD’nin tarihteki “ulusal” etnik ve dinî kimliğinin inşasında önemli roller oynamış ve sorumluluklar üstlenmiştir.
Başlangıçta ve özellikle de 19.yüzyılda WASP kesimler güçlü bir Papa karşıtlığı (Katolikliğin reddi) ve İrlandalı göçüne yapılan şiddetli itirazlarla hareket etti.
Akabinde Meksikalı ve Çinli göç dalgalarıyla yüzleşen WASP’lar kendi politik örgütlenmelerini kurdular.
Meşhur Ku Klux Klan (KKK) işte böylesi bir tepki ortamında 1865 yılında doğdu.
Elbette tasvir edilen eksendeki “tek” teşkilat olmasa da, bir süreliğine en tayin edici olanı olmayı başarmıştır.
20. yüzyılın ilk yıllarına kadar nispeten gizlilik esasına dayanarak davranan örgüt, 1920’li yıllara gelindiğinde ise müthiş bir kitleselleşme tecrübe etti.
KKK: Amerikan milliyetçiliğinin modern nüvesi
Gerçekten de 1920’li yılların ortalarında KKK, ABD’de 4,5 milyon üyeye ulaşmıştır.
Meksikalıların, Çinlilerin ve siyahîlerin yanı sıra KKK Katoliklere, Yahudilere ve komünistlere karşı da bayrak açtı.
Katoliklerin Vatikan’ın, Yahudilerin diasporanın ve komünistlerin Moskova’nın hizmetinde olduğu görüşünü serdeden grup, aynı zamanda eğitim müfredatındaki Darwinist kuramı da kıyasıya eleştiriyordu.
1944 yılında tasfiye edilen KKK, çeşitli baskılara rağmen bir “marka” olarak varlığını muhtelif şekillerde sürdürmeyi başardı.
Öyle ki, 1980’li yıllara gelindiğinde grubun hâlâ 10 bine yakın üye sayısı mevcuttu.
Zaman ilerledikçe marjinalleşen örgütün üye deposu artık 3 bin sınırının dâhi altına inmiş durumda.
Ancak hâl böyle olsa bile, KKK içinden pek çok “beyaz ırkçı” ve “köktenci-ırkçı Hristiyan” oluşumlar zuhur etmiş ve mesafe kat etmiştir.
KKK, Amerikan ırkçı-Hristiyanî milliyetçilik formatında ağırlığı yadsınamayacak bir nüve teşkil ediyor.
Her ne kadar İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip ABD’deki Hristiyanî örgütlenmeler büyük ölçüde Siyonist akımın ablukasına alınmışsa da, çekirdek yukarıda bahsini ettiğim 1920’li yıllar sürecinde oluşmuştur.
Peki, bu tarihsel perspektifin bugüne dair etkileri ve izdüşümleri nelerdir?
Amerikan milliyetçiliğinin “iç tehdit” algısının inşası
Trump, esasen WASP oylarıyla iktidara geldi. Bunu biliyoruz.
Keza Trump, ABD’de WASP’ların Birinci Dünya Savaşı öncesinde geliştirdikleri milliyetçi pozisyonların bir bölümünü de bugün itibariyle ete kemiğe büründürüyor.
1914-1918 aralığı evvelinde Amerikan (WASP) milliyetçiliği ABD’nin dünya meselelerine dair bir bakış geliştirmesinin zaman kaybı olduğuna inanıyordu.
WASP’lar kuşatıcı bir eskatoloji idrakiyle beslenen dinî inançları gereği, o yıllarda dünyanın sonunun yakın olduğunu düşünüyorlardı.
Dolayısıyla dünya işlerine dair olağanüstü bir kayıtsızlık sergiliyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında yine nispeten içe dönük-kapalı bir tarz benimseyen Amerikan milliyetçilerinin odağında iç bünyedeki “zararlı” ve “sakıncalı” unsurlar bulunuyordu.
Kabul edilen ideolojik tutum gereği “Amerikalılık” kimliği bunlardan arındırılmalı ve saflaştırılmalıydı.
1920’ler işte tam da bu yüzden Amerikan milliyetçiliği özelinde seçkin bir laboratuvar işlevi görmüştür.
İlginçtir, Donald Trump’ın babası Fred Trump, tam da o yıllarda, 1927’de, New York kentinde vuku bulan bir KKK eylemi esnasında gözaltına alınmıştı.
Yine not edilmelidir ki, Trump’ın 2016 kampanyasına en büyük desteği verenlerden biri David Duke idi.
Bilindiği üzere Duke, 1976 yılında KKK Şövalyeleri’nin (“Knights of the Ku Klux Klan – KKK) liderliğini yapan ve “beyaz ırkın üstünlüğü” safsatalarını bulunduğu her yerde alabildiğine yayan tartışmalı bir figür.
Bu ve benzeri “tesadüfler” silsilesi elbette meselenin özünü, esansını yakalamamıza olanak vermiyor.
Somut veriler ışığında ilerlendiğinde ise bilhassa bir araştırma Trump’ın niçin halktan bu denli büyük bir destek aldığını da gözler önüne seriyor.
2018 yılında Andrew L. Whitehead, Samuel Perry ve Joseph Baker adlı araştırmacıların imzasıyla Sociology of Religion dergisinde yayımlanan bir makalede, Trump’a oy verenlerin kahir ekseriyetinin “Hristiyan milliyetçiliği” faktöründen etkilendikleri ortaya çıktı.
Araştırmada federal hükûmetin ABD’nin bir “Hristiyan ulus” olduğunu ilân etmesi gerektiğini, ABD’nin başarısının bir “ilâhî plan” çerçevesinde anlam kazandığını, devlet-Kilise bütünlüğünün tesis edilmesi gerektiğini vb. düşünen söz konusu kitlenin, bu uğurda çaba sarf edeceğine kani olduğu için Trump’a oy verdiği aktarılıyor.
ABD merkezli Pew Research Institute, Brookings Institution ve Public Religion Research gibi kuruluşlar ABD’de beyaz nüfusun 2044 yılından itibaren azınlık statüsüne geçeceğini ifade ediyor.
Dolayısıyla bu noktada Trump’ın kampanyasında kullandığı “Make America Great Again” (Amerika’yı Yeniden Harika Yap) sloganının işaret ettiği gerçeklik daha da berraklaşıyor.
Trump’ın ve yol arkadaşlarının başlangıçta dillendirdikleri izolasyonist tezlerin bir sebebi var.
Bu sebep, içte algılanan “tehdit”tir.
Nitekim Trump, bütün kampanyası esnasında boşuna iç dinamikleri merkeze almadı.
Aynı Trump bugün de bütün politikasını esasen içeriye yönelik oluşturuyor, şekillendiriyor.
Tıpkı 1920’lerin Amerika’sında olduğu gibi, bugün de Amerikan milliyetçiliği iç dinamikler üzerinden kendini tahkim ediyor.
Meksika sınırına örülmek istenen duvar, “derin Amerika”da yaşayan sıradan insanların iş imkânlarının “yabancı istilâcılar tarafından gasp edilmesi” savı, “diasporanın” dizginlediği finans-kapital düzenine alternatif olarak “yerli merkezin” denetimindeki reel sektörün ve üretici güçlerin ön planda değerlendirilmesi vb. – hepsi aynı tarihsel psiko-politik temele dayandırılıyor.
“Milliyetçi nebula” ve ufuktaki “ırk savaşı”
KKK’nın bugün itibariyle somut ve keskin bir yaşayışı yok belki, doğrudur.
Ancak KKK, ardında 2019 yılına değin uzanan bir “milliyetçi nebula” miras bıraktı.
Köktenci Hristiyanların, beyaz ırkçıların ve diğer bilumum milliyetçi blokların ahenk içinde koordine olduğu/edildiği bir siyasî düzlemden bahsetmek mümkündür.
National Alliance (Ulusal Birlik), Atomwaffen Division (Atom Bombası Bölüğü) ve Nationalist Front (Milliyetçi Cephe) vb. milliyetçi grupların faaliyette bulunduğu ABD’de özellikle 2000’li yılların başlarından itibaren internet forumları oldukça belirleyiciydi.
Ne var ki günümüzde artık sanal platformlarda (Bkz: “8chan” vb.) sıkışıp kalmayı reddeden ve birleşerek “sahaya” inmeyi tercih eden gruplar çoğunluğu ele geçirdi.
Bugün irili-ufaklı müstakil kiliselerin periferisinde yahut doğrudan milliyetçi örgütler bünyesinde bir araya gelen bir Amerikan milliyetçiliği olgusu var.
Başka bir deyişle WASP, demografik anlamda Amerika’yı “başkalarına” terk etmek, bırakmak istemiyor.
İstemediği için de hem legal hem de illegal tarzlarda örgütleniyor.
Southern Poverty Law Center adlı kuruluşun kamuoyuyla paylaştığı istatistiklere göre 2014 yılından bu yana ABD’de “radikal sağ” ideolojilerden ilham alınarak gerçekleştirilen şiddet eylemlerinde bugüne kadar 81 kişi hayatını kaybetmiş.
Söz konusu kayıpların yaklaşık 40’ı ise sadece 2018 yılında kaydedilmiş.
12 Ağustos 2017 tarihindeki Charlottesville olayları ve 3 Ağustos 2019 tarihindeki El Paso saldırısı bu anlamda Amerikan milliyetçiliğinin hem bireysel hem de kolektif biçimde eyleme geçebileceğini, dahası eyleme geçmeye hazır olduğunu ispat etti.
Hollywood da silahlanan Amerikan milliyetçiliğine nispetle kayıtsız kalmıyor.
Amerikan sinema endüstrisinde son yıllarda bu konu başlığına ilişkin pek çok film çekildi ve gösterime sokuldu.
Nötr bir zaviyeden ele alırsam eğer, söz konusu filmler arasında gerçeğe yakın olabileceğini düşündüğüm yapımlar da yer alıyor.
Daniel Radcliffe’in – nam-ı diğer “Harry Potter” – başrolünde oynadığı 2016 çıkışlı Imperium bu anlamda izlenmesi gereken bir film değerindedir.
Keza 2011 yapımı Red State filmi de benzer yaklaşımları içeren (bence) bir şaheserdir.
ABD’de olası bir “ırk savaşına” hazırlanan Amerikan milliyetçiliğinin Trump’a verdiği destek kati suretle anlamsız sayılamayacaktır.
Böylesi bir savaşın “gerekli” olmasının ötesinde “kaçınılmaz” olduğunu savunan WASP milliyetçiliğinin hemen hemen bütün bileşenleri Trump’ın iç siyaset dengelerini “beyaz ırkın lehine” olacak şekilde yeniden tanzim edeceğine inanıyorlar ve bunu Trump’tan açıkça talep ediyorlar.
Nitekim David Duke ve Richard Spencer gibi Amerikan milliyetçiliğinin önde gelen şahsiyetlerinin Trump’a “açık çek” vermelerinin ana nedeni de budur.
Şayet Steve Bannon’un da altını çizdiği üzere Trump önümüzdeki dönemde azledilecek olursa, ABD’nin yüzleşmek zorunda kalacağı “devlet krizinin” sonraki aşamalarda bir sosyal yahut kültürel ve hatta “ırksal” krizi de kışkırtması olasılıklar dâhilindedir.
Çoğu analist böylesi bir tehlikeyi “gerçek-dışı” veya “hayal ürünü” şeklinde tarif edebilir – belki hakkıdır da.
Ancak ABD’nin 1968 yılına değin ırk ayrılığını kurumsal planda savunan ve işleten bir devlet olduğu unutulmamalıdır.
Dahası, makale boyunca vurgulamaya çalıştığım gibi Trump’la yeni bir ivme yakalayan Amerikan milliyetçiliğinin entelektüel ve pratik köklerinin 1920’li yıllara kadar indiği de hatırda tutulmalıdır.
Amerikan milliyetçiliği establishment’ı yıkabilecek mi?
Her ne sebepten olursa olsun, Trump’ın muhtemel azli ABD’de çok farklı ve birbirine taban tabana zıt dinamikleri kaşıyabilir.
“Sınırsız özgürlük” sanrıları üzerinden yürütülen arsız propagandalara rağmen, ABD hâlâ büyük ve derin eşitsizliklerin hüküm sürdüğü bir ülke pozisyonundadır.
Dahası, kültürel gruplar arasındaki eşitsizlikler çok yakıcı bir fay hattını temsil etmektedir.
Azledilmediği takdirde Trump’ın ikinci bir döneme başlaması mevcut ekonomik göstergeler ile tarif etmeye gayret ettiğim kültürel etkenler bağlamında işten bile değildir.
Şüphesiz ki, böylesi bir dönem açıldığı takdirde, Trump çoğunlukla liberal-sol görüşün tekelindeki büyük medyanın (Trump’ın tabiriyle “fake news”ün) itirazlarına aldırış etmeksizin ABD’nin içteki paradigmasını topyekûn değiştirmeye yönelecektir.
Anlayacağınız, azletseler bir türlü, azletmeseler başka türlü.
Kim bilir, belki de Trump’ın önderliğinde Amerikan milliyetçiliği bu vesileyle ABD’nin on yıllardır farklı coğrafyalarda (ama en çok da İslâm coğrafyasında) finanse ettiği kaosu en nihayetinde kendi eliyle kendi ülkesinde ve kendi hâkim düzenine karşı (“establishment”) filizlendirecektir.
Ne olursa olsun, azledilsin veya azledilmesin, Trump’ın ABD’nin çehresini şu veya bu istikamette radikal bir biçimde değiştireceği kesin.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish