Sanat, sponsorlar ve özgürlük: Dengeli bir oyun mu?

Barış Erbil Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Independent Türkçe/ChatGPT

Kendinizi ülkemizde gerçekleştirilen bir sanat etkinliğinde tam da şu anda hayal edin.

Duvarlardaki eserlerden önce gözünüze takılanlar farklı biçimler olacak:

Kapıda dev bir şirket logosu, broşürün arkasında uzun bir destekçi listesi.

İster istemez kendi kendinize sorabilirsiniz:

Biz kültür-sanat etkinliğine mi geldik, yoksa bir reklam kampanyasına mı?


Son yıllarda Türkiye'de kültür-sanat etkinliklerinin giderek ticarileştiği, özel sermaye ve sponsorlara bağımlı hale geldiği sıkça dile getiriliyor.

Bu durum, şüphesiz ki sanatın özgürlüğü ve bağımsızlığı üzerinde ciddi bir etki bırakıyor.  

İlk fark ettiğimiz durum, kültür etkinliklerinin özel sermayeye olan bağımlılığının ne derece arttığı olabilir.

Eskiden bir tiyatro oyununun veya konserin broşüründe belki Kültür Bakanlığı mührü görürdük; şimdi banka, telekom veya holding logoları görüyoruz.

Tabii ki sponsor desteği tamamen kötü veya olumsuz olarak nitelendirilmemeli – sonuçta, sanatı finanse etmek oldukça maliyetli bir iş.

Pek çok festival ve konser, bilet gelirleri yetmediği için sponsorlarla ayakta kalabiliyor.

Örneğin, İstanbul Caz Festivali uzun yıllardır bir özel bankanın sponsorluğunda gerçekleşiyor; keza film festivalleri, bienaller büyük şirketlerin desteğini alıyor.

Bu destek sayesinde uluslararası sanatçılar geliyor, etkinlikler ücretsiz olabiliyor, geniş kitlelere ulaşıyor.


Sanatın özgürlüğü: Görünmez sınırların gölgesinde

Ancak madalyonun öteki yüzü de var.

Sponsorluk ilişkileri sanata ve sanatçıya belli görünmez sınırlar çizebiliyor.

Sponsor olan şirket, etkinliğin imajına ve içeriğine dolaylı da olsa etki edebiliyor ve kendisini söz sahibi olarak görüyor.

Diyelim ki büyük bir petrol şirketi çevre temalı bir sergiye sponsor; sergide o şirketi rahatsız edecek bir eser yer alması sizce mümkün mü?

Ya da çok uluslu bir gıda firması bir tiyatro festivaline sponsor olduğunda, oyunda şirket eleştirisi yapan bir metin tercih edilir mi?

Çoğu zaman bu tür durumlarda doğrudan "sansür" olmasa da otosansür devreye giriyor: Sanatçılar ve küratörler, sponsoru kaçırmamak için kendi kendine bazı konuları ele almamayı tercih edebiliyor.

Sonuçta, sanatın özerkliği zedeleniyor; sanat, öncü ve özgür bir ifade aracı olmaktan çıkıp bir başka bir durumsallığın aracı haline gelebiliyor.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bağımsızlık mı, bağımlılık mı?

Türkiye'de 2000'lerle birlikte bu sponsorluk düzeni iyice kurumsallaştı.

2004 yılında çıkarılan Sponsorluk Yasası, şirketlerin kültür ve sanata destek vermesini vergi indirimleriyle teşvik etti.

Bir şirket sanat etkinliğine 100 birim para harcadığında bunun yaklaşık üçte birini vergiden düşebiliyor (dergipark.org.tr). Bu sayede birçok özel sektör oyuncusu "kültür hamisi" rolüne soyundu.

İstanbul'un kültür-sanat haritası hızlıca değişti: büyük holdinglerin desteğiyle modern sanat müzeleri açıldı, galeriler çoğaldı, bienaller güç kazandı.

İş dünyasının önde gelenleri adeta günümüzün Medici ailesi gibi sanatın hamileri olarak kendilerini konumlandırmaya başladılar.

Bunun elbette olumlu yanları da oldu; özel sektör katkısıyla sanat alanı büyüdü, etkinlik sayısı arttı, yeni mekânlar hayat buldu.

Ama bu büyüme, beraberinde bağımlılığı da getirdi.

Sanatın ticarileşmesi meselesi tam da burada devreye giriyor.

Kültür-sanat etkinlikleri yalnızca estetik veya entelektüel değerler için değil, ekonomik kazanç ve prestij için de düzenlenir oldu.

Bir sergi açılışı aynı zamanda bir PR etkinliği, bir konser turizm geliri getiren bir organizasyon, bir film festivali şehrin markalaşma aracı haline gelebiliyor.

Örneğin, İstanbul Bienali gibi uluslararası etkinlikler kente ciddi bir kültür turizmi getiriyor; oteller doluyor, restoranlar müşteri akınına uğruyor.

Bu durumda hem yerel yönetimler hem sponsorlar sanatı, şehir ekonomisini canlandıran bir araç olarak görüyor.

Sanatın ekonomik getirisinin ön plana çıkması, programların da popüler zevklere kaymasına yol açabiliyor.

Riskli, avangart, çok tartışmalı projeler yerine daha "satılabilir" işler tercih ediliyor.

Büyük bir şirket etkinliğe sponsor olduysa, mümkün olduğunca geniş kitlelere hitap etsin, medyada pozitif yankı uyandırsın istiyor.

Bu da doğal olarak ticari kaygıları öne çıkarıyor.

Örneğin, bağımsız bir tiyatro grubu cesur bir politik hiciv sahneliyorsa, sponsor bulması neredeyse imkânsız.

Ama aynı ekip klasik bir komedi oyunu sahnelese sponsor ilgisi artabilir.

Benzer şekilde, bir müzik festivalinde nispeten alternatif müzisyenler yerine popüler isimlerin ağırlık kazanması, bilet satışını ve sponsor memnuniyetini garantilemek için sık rastladığımız bir durum.

Bu ticari yaklaşım bazen trajikomik sonuçlar da doğuruyor.

Şehir tiyatrolarında dahi "izleyici çekmez" diye klasik oyunların programdan kalktığı, yerine magazin figürlerinin rol aldığı popüler işlerin konduğu söyleniyor.

Sinema sektöründe keza, büyük yapım şirketleri gişe kaygısıyla aynı tür formüllere abanırken, bağımsız filmler salon bulmakta zorlanıyor.

Alışveriş merkezlerindeki sinemalar ticari blokbasterlar dışında filme yer vermeyince, sanat filmleri ya birkaç özel salona sıkışıyor ya da dijital platformlara mahkûm kalıyor.

Kültürel üretim meta değerine göre ölçülmeye başladığında, yaratıcı riskler azalıyor, çeşitlilik zayıflıyor.

Sanat, bir yanıyla ekonomik döngünün parçasıdır elbet ve sanatçılar da hayatlarını idame ettirmek zorundadır; fakat denge ticari tarafın lehine çok kayarsa, sanatın ruhu da bu durumda sönükleşmeye başlıyor diyebiliriz.


Devletin kültür politikasındaki yeri

Peki bu süreçte devlet nerede duruyor?

Kültür politikaları, şüphesiz sanatın özgürlüğü ile ticarileşme arasındaki dengede kritik bir unsurdur.

Türkiye'de devlet, anayasada sanatın ve sanatçının korunmasını öngörse de pratikte son yıllarda kültürel üretimi daha çok özel sektörün inisiyatifine bırakmış gibi görünüyor.

Kamusal sanat kurumları ve fonları bazı alanlarda güçlendirilmiştir fakat özellikle bağımsız sanatçılar ve alternatif projeler için yeterli kaynak sağlanmadığı senaryolarda, sanatçılar finansman arayışında özel sektör veya sponsor desteğine yönelmek zorunda kalabiliyor.

Bu durum, doğal olarak kültürel üretimde belirli yönelimlerin öne çıkmasına neden olabiliyor.

Özellikle Kültür Bakanlığı'nın desteklediği projeler incelendiğinde, geleneksel kültürel mirasa ve milli kimlik unsurlarına vurgu yapan işlerin daha fazla ön planda olduğu göze çarpıyor.

Devlet destekleri, kültürel mirasın korunmasına ve yaygınlaştırılmasına büyük katkı sağlarken, çağdaş ve deneysel sanat projeleri zaman zaman bu mekanizmanın dışında kalabiliyor.

Son yıllarda açılan büyük kültür merkezleri ve düzenlenen organizasyonlar, sanatın daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamakla birlikte içerik açısından genellikle resmî kültür politikalarıyla uyumlu bir çizgi izlediği de söylenebilir.

Bu çerçevede sanatın özgürce gelişebilmesi için kamusal destek mekanizmalarının daha kapsayıcı ve çeşitli sanat formlarını destekleyen bir yapıya evrilmesi hem sanatçılar hem de izleyiciler açısından yaratıcı alanın genişlemesine katkı sağlayabilir.

Aynı zamanda, bağımsız sanatçılar için alternatif fonlama ve destek modellerinin de oluşturulması, kültürel çeşitliliği artıran bir unsur olabilir. 
 


Tüm bu tablo içinde en çok bağımsız sanatçılar ve kolektifler zorlanıyor.

Ana akımın dışında kalmayı seçen, cesur işler yapmak isteyen tiyatro toplulukları, müzisyenler, ressamlar için sanat ekosistemi pek de kolay bir alan olarak ortaya çıkmıyor.

Öncelikle finansman bulmanın başlı başına bir sorun olduğu aşikâr.

Büyük sponsorlar onlara yanaşmıyor; devlet desteği ise bazı filtrelere takılıyor veya bürokrasi engelleriyle pratik bir şekilde ilerlemiyor.

Mecburen kitlesel fonlama (crowdfunding) gibi yöntemlere, yabancı kültür enstitülerinin küçük hibelerine veya kendi ceplerine güvenmek zorundalar.

Bu da süreklilik sağlamayı güçleştiriyor. Bir sene bir proje olumlu olarak patlasa bile ertesi yıl kaynak bulamadığı için dağılan gruplar var.


Ayrıca mekân meselesini de göz ardı etmemek gerekir.

Bağımsızların oyunlarını sergileyeceği, konser vereceği uygun salon bulması büyük bir sorun.

Özel tiyatro sahnelerinin kirası yüksek; belediyelerin kültür merkezleri ise yoğun takvimli veya siyasi olarak "sakıncalı" görülenlere kapalı olabiliyor.

İstanbul gibi büyükşehirlerde birkaç alternatif kültür mekânı (örneğin Kadıköy'deki deneysel sahneler, bağımsız sanat inisiyatiflerinin galerileri) bu yükü sırtlıyor ama talep o kadar fazla ki hepsine yetişilemiyor.

Anadolu'daki bağımsız sanatçılar ise daha da yalnız; çoğu zaman kendi imkânlarıyla küçük bir atölyeyi galeriye çevirip sergi yapmaya, kafelerde mini konserler düzenlemeye çalışıyorlar. 


Peki, tüm bu eleştiriler, bizi umutsuzluğa mı sürüklüyor?

Aslında dengeli bir bakış açısıyla bakarsak şöyle bir sonuca varabiliriz; ne tamamen özel sektörün hâkim olduğu bir kültür ortamı ne de tamamen devlet güdümünde bir sanat iklimi idealdir.

İkisinin de katkısı ve sınırları vardır.

Önemli olan, sanatın özgürlüğünü korurken finansal sürdürülebilirliği de sağlamak.

Bu denge nasıl kurulabilir?

Öncelikle kamusal destek mekanizmalarının şeffaf, adil ve çeşitliliğe açık olması gerekiyor.

Devlet, toplumdaki farklı sanat ifade biçimlerini de kucaklamalı.

Bütçeden ayrılan pay artırılıp bağımsızlara küçük hibe programları, fonlar oluşturulabilir.

Bu sayede sanatçılar projelerini gerçekleştirmek için yalnızca ticari kriterlere mahkûm olmaz.

Özel sektör ise elbette desteğini sürdürebilir ama bunu yaparken sanatın içeriğine müdahale etmeme ilkesine uymalı.

Sponsor logosunun büyüklüğü değil, bıraktığı sanatsal iz önemli olmalı.

Hatta şirketlerin kültüre katkısı, sosyal sorumluluk bilinciyle, eleştirel sanat dâhil farklı alanları kapsayacak şekilde evrilirse bundan herkes kazanır.


Öte yandan, sanatçılar ve izleyicilere de çok önemli görevler düşüyor.

Sivil toplum ve sanat camiası, ticarileşmeye karşı alternatif modeller geliştirebilir.

Kolektif üretimler, dayanışma ağları, kooperatif sahneler gibi yaratıcı çözümlerle dış finansmana daha az bağımlı girişimler görüyoruz ve bunlar oldukça umut verici.

Dijital mecralar da artık sanatçılara doğrudan kitleyle buluşma imkânı veriyor; belki de gelecekte NFT'den Patreon'a yeni finansman yollarıyla bağımsızlığını koruyan sanat projeleri artacak.

İzleyiciler ise sadece popüler olanın peşinden gitmek yerine bağımsız yapımlara şans vererek bu dengeye katkı sağlayabilir.

Sonuçta talep çeşitlenirse, piyasa da çeşitlenmek zorunda kalır.


Türkiye'de kültür-sanat etkinliklerinin son yıllarda ticarileşme eğiliminde olduğu açık, fakat bunun mutlak bir kader olması kesinlikle gerekmiyor.

Özel sektörün şekillendirdiği alan ile devletin kültür politikaları arasında sıkışan sanatın, özgür ve eleştirel kalabilmesi için hem politik iradeye hem toplumsal duyarlılığa ihtiyaç var.

Bu bir denge oyunu: Sanat ne tamamen paranın gölgesinde kalmalı ne de politik otoritenin.

Umuyoruz ki önümüzdeki yıllarda, sponsor tabelalarının gölgesinde değil, özgür yaratıcılığın ışığında buluşacağımız etkinlikler çoğalır.

Unutmayalım, sanatın gerçek değeri ekonomiye katkısıyla değil, ruhumuza katkısıyla ölçülür.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU