Emek namına kuram ve kurumsallaşma

Tarkan Konar Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Independent Türkçe/ChatGPT

"Halk değiliz biz, kalabalık..." diyordu bir şarkısında 2024'teki acı kaybımız sevgili İrfan Alış.

Kalabalık insan toplamını, güruhu halk yapan unsurlar şüphesiz ki tarihsel, sanatsal, hukuki kazanımlarla ve medeniyetle ilgilidir.

İşçi sınıfını diğer halk katmanlarından ayırıp devrimci bir özneye çeviren şey sadece onun üretimden gelen gücü değil, bu gücün farkına varmasını sağlayan kuram ile donatılmasıdır.

Evet, Marksizm'den bahsediyorum.

19'uncu yüzyıl sonlarında herkes eski düzeni yerle bir edip özgürlükçü bir dünya vadeden burjuvaziyi alkışlarken o çıkıp neredeyse herkesi karşısına alma pahasına kurulacak yeni düzenin yeni (ücretli) bir kölelik düzeni olacağını anlatarak herkesin övgüler düzdüğü düzene sövgüler düzdü... Haklı çıktı.

Ve elbette (işçiler) bu özelliğini iktidar olmanın getirdiği yabancılaşma ile unuttuğunda da devrimciliğini yitirdi.

Yani, işçinin ürününe yabancılaşmasının bir tezahürü olarak işçi sınıfı da kendi alın teri olan iktidarına yabancılaştı.

Teori o iktidarı korumak için toplumun sürekli denetleyici bir uyanıklıkta örgütlenmesini söylüyordu ama malzeme insan olunca çıkar ortaklığı olmayan işleyişin çürümesi kolaylaşıyor.

Tarih, işçi sınıfı devrimcilerine buradan çıkaracakları binlerce ders verdi, örneğin iktidarı aldıktan sonra bile kitlelere sürekli sınıf bilinci aşılayarak zinde tutulup sahip çıkılması gereken bir rejimin kuvvetler birliğinde bunu yapamayacağı, sahip çıkmayı bıraktığında yıkılan bir sistemin zaten yıkılacağı gibi!

Zira devrimci dönemler ve savaşlar dışında halk politik kalmak yerine maç izleyip sıradan yaşamak ister, bu eşyanın tabiatıdır.

Bu nedenle kapitalizm "doğalında" evrilegelmiş bir düzendir. 

Ama tabi "Demiri demirle dövdüler biri sıcak biri soğuktu / İnsanı insanla kırdılar biri aç biri toktu!" diyen Pir Sultan Abdal, "tarihte zorun rolü"ne de değinmişti.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

İşçi sınıfı namına yazan ve konuşanların tüm olanlardan gerekli dersleri çıkarıp özeleştiri yapıp yapmadığı şimdilik belirsiz ama süreç işliyor, arayış sürüyor.

Fakat emek güçlerinin tarihsel zıddı sermaye güçlerinin gerekli dersleri çıkarıp bunu veri tabanına yerleştirdiği çok belli.

Bugün sermaye, işçi sınıfını kendisini yenebilecek yegâne devrimci özne olmaktan çıkarıp ideolojik olarak hakkını arayan diğer kitlelerden herhangi birine dönüştürmeyi başardı diyebiliriz.

Bunu da özellikle ezdiği başka kesimleri "parlatarak" yaptı, azınlıklar, mülteciler, LGBT, kadınlar, mezhepler... parçalara bölünmüş kimlik siyasetini tasarlarken ortaya aktivistlik, sivil itaatsizlik ile zehirlenmiş bir "yeni solculuk" biçimi koydu.

Eski biçimden bir çıkış arayan çoğu aydın buna iyi niyetle düştü (kimileriyse kötü niyetle)...

İşçi sınıfı devrimciliği artık enfektedir, bağışıklık sistemi içerden ideolojik olarak çökertilmektedir. 

Nasıl çıkılır buradan? 

Veya çıkılmalı mı?

He tabi sorunları karşı tarafın müdahaleleri, planları ile komplocu içerikle açıklayıp kendine fatura kesmemek de işin kolayı!

Oysa sen zafiyet göstermesen hiçbiri başarılı olmazdı.

Sovyetler emperyalizmin müdahaleleri nedeniyle yıkılmadı, çürümüş olan işleyişte sadece kendine işbirlikçi bulmakta zorlanmadı emperyalizm, sol 12 Eylül darbesi nedeniyle kaybetmedi, devrimini yapamadığı için 12 Eylül oldu; Gezi'de polis müdahalesi oldu diye meydanlar boşalmadı, halkı siyasetsiz bırakan sol müdahaleyi davet etmiş oldu!

Bugün sol partilerin önemli kısmının içinde bulunduğu politik muhafazakarlıkla bu sorun aşılamaz, onlar iyi ihtimalle ancak ideolojik sigorta görevi görürler bir süre daha.

Sorunu aşmak için ciddi bir düşünsel üretim sürecine ihtiyaç var, pratikte yani sokakta görünen cılızlık tek başına Türkiye'de olsa yerel gündemler ve iktidarın politikalarıyla açıklanabilirdi ama sorun küresel düzeyde.

Eleştirdiğin şeyin (sonuç olarak kapitalizm) yerine koymak istediğin sistemde (genel manada sosyalizm diyelim) onarılmamış sorunlar olduğu için önermen muğlak ve yeterince özgüvenli değil.

Dolayısıyla sokakta emin bir biçimde haykıramayacağın bir hedef için sokağa çıkmamaya başlıyorsun, güncel derdi olan kesimler o probleme dair çıkıyor elbette, bir baskı olunca azınlıklar, bir cinayet varsa kadınlar mücadeleyi omuzluyor ama sosyalizm erimli hareketler değil tabii. 

Peki o zulmü gören, öldürülen de yoksullaşan işçi sınıfının bir parçası değil mi? 

Neden geleneksel sol proletarya namına aynı biçimde hareket edemiyor? 

Çünkü işçi sınıfı sözünü söylerse bu örneğin adalet talep etmekten ibaret olamaz, sosyalizm "talep etmek" durumundadır ama işte orada sözü güçlü değil şu an. 

Örneğin, eski sosyalist ülkelerden bazılarında veya bazı Latin Amerika ülkelerinde sol o kadar köklü ve güçlü ki sağcı olmak ayıp sayılıyor.

Bugün mesela eski Yugoslavya'nın ana parçası Sırbistan'da iktidarı da muhalefeti de sol partiler oluşturuyor, Tito sevgisi hayli yüksek, toplum politize, Yugoslavya özlemi var ve emperyalizme karşı bir bilinç var halkta. 

Peki, sosyalizme geçmelerine ne engel? 
 


Evet, denenmiş ve çözülmüş sistemin onarılmamış yanları halkı alıkoyuyor, tabiri caizse rasyonel inanç eksikliği. Bunun gibi onlarca ülke var bugün dünyada.

Bu arada muhtemelen daha ileride sosyopolitik insanlık tarihi anlatılırken yaşanmış Sovyet sosyalizmi için "erken dönem sosyalizm" diye bahsedilecektir. 

Bir çıkış arayışına önerme olarak sınıf siyasetiyle kimlik siyasetini karşı karşıya koyup bunlardan birine çubuk bükerek ideolojik omurga sağlamlaştırma önermesi işe yaramaz, sadece şimdilik dükkanı açık tutmayı sağlar!

Kurumsallaşma kavramına vurgum esas olarak burada bir önerme olarak devreye giriyor, Marksizm'in tarih sahnesine çıkışıyla kuvvetli bir etki yaratmasının aracı yayınladıkları "komünist parti manifestosu" adlı broşürleriydi.

Kitapçığın iddiası ve cüreti işçi sınıfının artık bağımsız bir siyasi aktör olarak kendi kurumsal aklını kuracağı, inşa edeceği üzerinedir.

Sevgili Metin Çulhaoğlu yıllar önce bu kurumsallaşma mevzuuna "establishmentibility" kavramını irdeleyerek değinmiş, anlatmaya çalışmıştı.

Bizde çok kullanılan az anlaşılan bir kavramdır, mesela şirketler marka tescili yapar, web sitesi yaptırır, muhasebeci işe alırsa kendine "kurumsal şirket" diyorlar :)

Kurumsallık gerçekte bir devamlılık ifade eder, kişilerden, kurucusundan veya patronlarından bağımsızlaşmış şirket kurumsallaşmaya başlamıştır aslında.

Geçmişin verilerini, istatistiklerini veri tabanından çekip doğru okuyarak günlük ve uzun erimli planlarını yapar.

Global ve yerel koşullara göre planlarını kurumsal bir akılla revize eder, kurumsal akıl kolektiftir.

Örneğin, devleti de güçlü kılan kişilerden bağımsız kurumsal aklıdır, binlerce yıllık arşiv onun database'inde durur, kimle, nerde, hangi koşulda iş yapılır; bilir.

Tecrübeyle sabit sınıfsal refleksleri vardır.

"Devlet hep 18 yaşında" tabiri aslında bu kurumsallığı ifade eder ve tam da bu nedenle kuvvetler ayrılığı onun için yaşamsal önemdedir, kişilere endekslenen işleyiş insan ömrüne de endekslenmiş olur ve akamete uğrar. 

Tek tek her bir şirket için bahsettiğimiz kurumsallığın koca bir kapitalizmde onun temsilcisi burjuva sınıfında özel ve kamusal kurumlarıyla kendi çıkarlarına göre nasıl işlediğini hesap edip bunun emperyal versiyonunu düşündükten sonra bugün emek cephesinin kurumsallığını düşünün!

Yok! Çünkü bir çıkar ortaklığı yok.

Geçmişte komünist partiler ve sınıf sendikalarının ortak aklı bu kurumsallığı görece sağlıyor ve işçi sınıfı namına onlara siyaset üretme, söz söyleme hakkı veriyordu.  

İktisatçı Daron Acemoğlu'na Nobel kazandıran tezinin başlığı: "Kurumların önemi"dir.

Sermaye neye önem vereceğini iyi bilir, aklı var!

Yıllardır planlı ekonomiye karşı serbest piyasa ekonomisi savunur ama tüm şirketlerine en az 5 yıllık planlarla hareket etmelerini vaaz eder. 

Dünyada burjuvazi ve devlet ilişkisinde bugün bambaşka bir noktaya gelindi ama bu çok uzun başka bir yazının konusu fakat kısaca spoiler verirsem; özelleştirmelerle kurumlarını (şirketler, madenler, fabrikalar vb.)

Burjuvaziye kaptıran devlet halka sağlaması gereken sosyal hizmetlerde zorlandığı için vergileri artırıyor, burjuvazi de bundan şikayet eden halka devletin küçültülmesi gerektiğini anlatıp aslında alt metinde "devlet size sağlık, eğitim vs. sağlamasın ki siz de az vergi verin" demeye, yani devleti adım adım tasfiyeye getiriyor...

Dikkat edin, yakın tarihte sol (20 yıla) adalet teşkilatının, örgün eğitimin, hatta bazı güvenlik birimlerinin dağıtılmaması ve hatta mülkiyet hakkı (çünkü orta ve alt sınıflar mülksüzleştirilecek) için eylem yapacak ve o gün de birileri çıkıp "Eskiyi mi savunuyorsunuz?" diyecek. 

Marksizm'i burjuvazi nazarında şeytani kılan şey esas olarak tam da bu kurumsallaşma konusudur!

Ondan önce emekçilerin dört başı mamur bir külliyatı yoktu, emekçi sınıflar namına tarihi, felsefeyi, iktisadı, hukuku devrimci bir içerikle yeniden üreterek öyle bir yorumladı ki solun aklı ortaklaştırabileceği bir veri tabanı dünyaya geldi! 

Solun kurumsal bir akıl üretebilmesine yakın tarihli en iyi örneklerden biri de Frankfurt Okulu'dur.

II. Dünya Savaşı sonrası çoğu Avrupa ülkesinin sosyal demokrat solunun vizyoner bakışını Frankfurt Okulu sağladı, akademiden sanata, hukuktan ekonomiye kadar geniş bir perspektif sundu.

Evet, devrimci değil düzeniçi bir sol tasarımla bunu yaptı ama iyi bir kurumsallaşma örneğidir.

Avrupa birliğinin "demir çelik birliği" olarak temellerini attı. 

Bu kurumsallık ve ortak akıl konusunu anlamamız ve anlatmamız lazım; bakın bugün "gelişmiş" ülkelerde örneğin arkeoloji okursanız bir iş bulabilirsiniz ama fakir bir ülkede arkeoloji okumak belki aç kalmaktır.

Neden? 

Bazen duyarız, izleriz; "Dünyanın bilmem neresinde x ülkeden bilim adamları kazı yaptı ve şunu buldu..."

Onca insana orada kazı yapsın diye yıllarca maaş veren bir akademik yapı...

Bu kazı Anadolu'da veya Şili'de olsun fark etmez, o akademisyenler yaptıkları her çalışmayı raporlar, çevredeki halkın inancı, yapısı, mezhebi, ideolojisi, ırkı vs.

Bunlar tez olur akademide, akademinin kocaman bir veri tabanı olur, o ülkenin istihbaratı bir gün bir coğrafyada herhangi operasyon yapacaksa orada kim kimdir köy köy bilir.

Suriye en yakın örnektir.

İşte böylece de "vizyoner olduğu için" zengin ülke daha zengin, fakir ülke de daha fakir olur. 

Kısa vadede Türk solunun bir çıkış bulmak için yapabileceği en akıllı hareket aydınlarını toplayıp, partiler üstü! bir Frankfurt Okulu (adı her ne olursa) organize edip aklı ortaklaştırmasıdır.

Emeğin kurumu olmadığı sürece sistemin dayattığı gündemlere itiraz ederek onun belirlediği sloganlarla kendisine yakışmayan biçimde dağılmaya mahkumdur. 

Nasuh Mitap'ın dediği gibi;

Devrimcilik insanın insanlığa sahip çıkmasıdır.


Çıkış tartışmaları konusunda somut başlık önermem gerekirse de "tarım ve su" konusunu öneririm, otomasyon ve yapay zeka hikayesi 2030'a kadar insanların çoğunu işsizleştirecek, işi olanların çoğu da sanal alemde çalışacak.

Temiz su kaynakları ve sağlıklı gıdanın büyük şirketlerin eline geçeceği o günlerde açlık her şeyden daha yakıcı bir konu olacak, okyanuslarda batan dev mülteci akınlarından da büyük bir konu olacak.

Dünyada en zengin 80 milyon insanın toplam zenginliğin yüzde 60'ını (ç)aldığı bugünlerde kimse kaynakların azlığını, nüfusun çokluğunu ortaya koymasın.  

Şehirlerde parti bürolarına kira ödemektense ekilebilir alanlar alıp kolektif çiftlikler kurmakla başlayalım mesela, buna "çiçek/böcek meselesi" derseniz çok yanılırsınız.

Yeni ve uygulanabilir bir sistemi pratikte topluma göstermeliyiz, rüşeym halde de olsa halkın inanacağı bir fikre ihtiyacı var! 

Kuramı yeniden üretmeden oluşacak pratik başı kesik tavuğun koşması gibi refleksten ibaret kalır. 

Hollywood propagandasında beşinci elementin "sevgi" olduğu ilan edilse de biz Yeşilçam'dan biliyoruz ki;

Sevgi (de) emektir.


Ve de "Zenginlik el konulmuş emektir."

Ancak emek en yüce değer değildir, artı değerin temeli olan tabiat onu önceler. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU