Ölünce beni kim, nasıl hatırlayacak?

Dr. Hatice Çolak Ali Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Assalam

Şu sıralar Gassal dizisi yüzünden herkes, ölü bedenini kimin yıkayacağını konuşuyor ama bence asıl sorulması gereken soru bu: Ölünce beni kim, nasıl hatırlayacak? 

Çok aşikâr ki hepimizin ölüm üzerine daha çok düşünmeye ihtiyacı var.

Sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi hırslandığımız ve hırslandıkça dünyayı daha çok mahvettiğimiz bir dönem olduğunu sanmıyorum insanlık tarihinde.

Ya da kitlesel olarak hırslandığımız diyeyim, çünkü önceden sadece krallar, komutanlar falan bu kadar hırslanıyordu, ki sistem onlara bile sınır koyuyordu.

Hadi savaş bitti topraklar ele geçti, iş keyfe harcamaya geldi, harcasa nereye harcayacak?

Ama şimdi öyle mi? Hayallerde sınır yok, yaşamak bambaşka bir şeye döndü.

Önceden mesela anan-baban neyse o oluyordun büyüyünce; çiftçi, ayakkabıcı, tacir, kadınsan zaten ev hanımı...

Ya şimdi? 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bugün kampüse bir misafirimiz geldi, 60 yaşında Amerikalı bir hanımefendi, Claudine.

Kenya'dan bizim köye bisikletle gelmiş. Bin kilometre civarı.

Kadın Amerikalı ama Portekiz'de bir adaya yerleşmiş, bir süredir orda yaşıyormuş, bir yandan da dünyayı geziyormuş, 5 sene boyunca sadece Afrika'da 30'a yakın ekolojik yapı eğitimi vermiş.

3 oğlu varmış, geçen sene Batı Afrika'yı beraber pedallamışlar, şimdi de tek başına doğu Afrika'yı pedallıyor. 

Düşünsenize, 100 sene önce böyle bir şeyin hayalini kurmak mümkün olabilir miydi?

Ben 30 sene önce çocukken Türkiye dışına bir seyahatin hayalini bile kurduğumu hatırlamıyorum.

Barış Manço yapabilirdi bunu ancak; hepimizin adına. 

Anneme "Bir çocuk doğuracaksın ve o gidip Afrika'nın dibinde bir eko-köy kuracak, oralı biriyle evlenip sütlü çikolataya benzeyen çocuklar doğuracak" deselerdi, muhtemelen bunu söyleyenin delirdiğini düşünürdü.

Oysa şimdi... Her şey değişti.

Peki ölüm, o değişti mi? 
 

Son yarım yüzyılda ortalama insan ömrü dünya genelinde yaklaşık 20 yıl uzamış.

Özellikle sağlık alanındaki ilerlemeler neticesinde eskiden 50 yaşken, şu an 70'lerde ortalama ölüm yaşı.

Ama, hâlâ ölüyoruz. 

Bilimsel olarak, modern insanlar yaklaşık 300 bin yıl önce Afrika'da ortaya çıkmış.

O zamanlar insanlar yaşasa yaşasa 30-35 yıl yaşıyormuş.

Şimdi ise Amerika'da insanlar 50'lerinde evleniyor, kendilerini anca hazır hissediyor.  

İlk insandan nerdeyse 300 bin yıl sonra, milattan sonra 8000 yılında dünya nüfusu yaklaşık 5 milyon imiş, 1'inci yüzyılda nüfus yaklaşık 300 milyon civarına gelmiş. Yani şu anki Hindistan'ın 5'te 1'i kadar.

Sonra birden hızlıca çoğalmaya başlamışız, 19'uncu yüzyılda sayımız yaklaşık 1 milyar olmuş. 

Ama totalde bugüne kadar dünyaya gelen insan sayısının 117 milyar, ölenlerin sayısının ise yaklaşık 109 milyar olduğu tahmin ediliyor. 

8 milyarımız ise hâlâ yaşıyoruz; hiç ölmeyecekmişizcesine. 

Ama vallahi de billahi de sonunda hepimiz ölüyoruz.


Bu rakamları neden veriyorum, bir bakteri kolonisi olmasak da bizden milyarlarcası gelmiş gitmiş, yüzbinlerce yıl içinde.

Ve ister taş devri olsun ister kök kemirsin ister künefe yesin ister soytarı olsun ister peygamber; hepsinin sonu aynı olmuş, ölmüş.

Biz de öleceğiz.

Hem de göz açıp kapayıncaya kadar.

O zaman manyak mıyız ki sürekli bir şey satın almaya çalışıyoruz?

Kim bir şey götürebilmiş ki biz götürelim?

Tarihteki bazı figürler hariç, kim, kimi hatırlanmış 100 yıl sonra? 

Bırak 100 yılı, 3 gün içinde unutulmaya başlıyoruz, çok yakınlarımız hariç 10 günde gündemden çıkıyoruz, miras falan davası hariç adımız geçmiyor 10 aya kimsenin aklından. 

Peki, umurumuzda mı?
 

 

Aslında umurumuzda. 

Tarih boyunca insanlar hep ölümsüzlüğe ulaşmak istemiş.

Bazısı eserleri (kitaplar, sanat eserleri, mimari yapılar, bilimsel keşifler vb.) yoluyla, bazısı büyük aile kurarak, bazısı ölüm korkusunu aşmak, bazısı ölümden sonra bile vazgeçemediği egosu için istemiş bunu.

Ama pek kimse unutulmak istememiş.

Hatırlanmak, daha doğrusu iyi hatırlanmak sizin de umurunuzdaysa, hadi 100 yıl sonra hatırlananların niye iyi hatırlandığı üzerine biraz düşünelim.

Onlar n'apmış, biz n'apalım ki iyi hatırlanalım?

İnsanlar dua etsin, bir Fatiha okusun arkamızdan...
 

 

Bir bakalım kimler iyi hatırlanıyor;

Dünyayı, toplumu veya bir alanı kökten değiştiren kişiler ve kurumlar hatırlanıyor.

Albert Einstein bilimde, Marie Curie gibi.

Yeni ve yaratıcı fikirler üreten insanlar hatırlanıyor; Steve Jobs, Mevlana gibi.

İlham veren kişiler hatırlanıyor, değerleri uğruna mücadele eden kişiler hatırlanıyor; Nelson Mandela, Gandhi gibi.

Mimari, sanat, edebiyat gibi alanlarda kalıcı eserler bırakanlar hatırlanıyor; Mimar Sinan, Picasso, Goethe gibi. 

Zor zamanlarda liderlik eden ve insanlara umut veren kişiler hatırlanıyor.

Pakistan'da kız çocuklarının eğitim hakkı için mücadele eden Malala, ABD'de otobüste yerini beyaz bir yolcuya vermeyi reddederek sivil haklar hareketini başlatan Rosa Parks gibi.

Peki ya biz ne yapalım ki hatırlanalım?

Başkalarının yaşamını iyileştiren veya dünyaya olumlu bir katkı sunan nasıl bir miras bırakalım? 
 

 

Mesela Claudine, yukarda bahsettiğim bisikletli ablamız, "60 yaşına vardım, emekli olup oturup hayatımın tadını çıkarayım" demiyor; dünyayı arşınlayıp yüzlerce insana doğal evler yapmayı, doğal yaşamayı öğretiyor. 

Mesela biz, Assalam'da yaptığımız yüzlerce güzel şey var; 170 öğrencimizin olduğu ve her sene daha da büyüyen bir okul, meslek kazandırdığımız yüzlerce kadın, istihdam ettiğimiz yüzlerce ihtiyaç sahibi insan. 

Bu arada bence hiçbiri yetim kamplarımız kadar ölümsüzleştirmeyecek bizi.
 

 

Son 3 senedir, her sene ortalama 500 civarında yetimimiz gelip eko-köyümüzde bizimle 3 gün misafir oluyor ve hem eğitim hem tatil anlamında zirveyi yaşıyor.

"Aman 3 gün çabuk geçer" demeyin, bazen öyle 3 gün olur ki, 3 yıla bedel.

Bazen öyle bir 3 dakika geçiririz ki, ölene kadar unutamayız.

Bu çocuklar için de 3 günde zaman donuyor.

Muhtemel ki kötü şeyler yaşadıklarında dönüp dönüp bu zamana kapatıyorlar kendilerini. 

Mesela Mama Anna, köyümüze gelmiş ve 20 sene buralarda yaşamış, ölene kadar elini buradaki fakir fukaranın üstünden çekmemiş bir hanım.

Kendisi Alman ve benim gibi Zanzibar'a gönlünü kaptırmış gelince.

Alman devletiyle bir ortaklık kurulmasını sağlamış, buraya pek çok genç Alman'ın liseyi bitirir bitirmez 9 ay gelip köyde konaklamasına ve gönüllü olmasına önayak olmuş.

Hâlâ ara ara gençler geliyor 1-2 seneliğine bu arada, biz de ağırladık bir kısmını hatta. 

Mama Anna'nın adı hâlâ anaokulundan tutun kasap dükkanlarına birçok yerde yazılı; halk onunla çok özel bir bağ kurmuş.

Müslüman olmamasına rağmen, Almanya'da vefatının haberini aldığımızda bizim köyde dualar okutuldu, herkes çok üzüldü.

Bazı çalışanlarımız onun bulduğu burslarla okumuş, meslek sahibi olmuş. 

Şimdi mesela Mama Anna, bilim insanı değil, sanatçı değil. Senin benim gibi bir sıradan insan ve bir seyahati sırasında kalbini kaptırdığı köyde birçok kişinin ömrünü değiştiriyor.

Sizce, biz de hatırlanmayı hak etmiyor muyuz? 
 

 

Yazıyı sadaka-i cariye geleneğimizle bitireyim.

Malum, dünya hayatı zaten kısıtlı ve doldurmamız gereken bir sınav kâğıdı var.

Bu süreçte ne yaptık yaptık.... Sonra toprağın altında kıyameti bekleyeceğiz ebedi istirahatgahımız için.

Ama orda bir parantez var, Allah diyor ki "Sen öldükten sonra da devam edecek öyle bir şey yap ki, ben sınav kağıdını alıp kaldırmayayım, oraya melekler senin adına sürekli yazsın dursun."

İşte bunun adı sadaka-i cariye. 

Bunun için yapılabilecek birçok şey var; cami, medrese, su kuyusu inşaatı... ilk akla gelenler.

Oysa kapsam geniş, bir hastalığın ilacını bulsan, bir lider, imam, güzel kul yetiştirsen, bir yetimin gönlünü yapsan, ufkunu açsan, onlar da sadaka-i cariye.

Ve bunların hepsi öldükten sonra iyi hatırlanmanı sağlayan şeyler.

Yani Allah, kulunu yaratan ve en iyi tanıyan diyor ki, "Hayatı çok sevdiğini biliyorum ve ölümsüzlük diye bir şey yok, bana geleceksin. Ama nasıl geldiğin önemli, hangi yoldan, nasıl bir iyilikle."

Açıkçası bu noktada tüm yollar birleşiyor ve ne kadar yaşadığımızın ya da nasıl öldüğümüzün herhangi bir anlamı kalmıyor.

Ana mesele, ne yaşadığımız ne de yaptığımız; ana mesele, arkamızda ne bıraktığımız. 

Ana mesele nasıl hatırlandığımız.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU