Ezber bozan çalışmaları ve birbirinden ilginç kitaplarıyla bilinen, özellikle alanında tek olma özelliği taşıyan 3 cilt olarak yayınladığı "Kadın Peygamberler" kitap serisiyle dikkatleri e çeken, dinler ve uygarlıklar tarihi araştırmacısı yazar İbrahim Sediyani ile Endülüs İslam Medeniyeti hakkında konuştuk.
Endülüs Tarihi ile ilgili sayısız sarsıcı bilgiyi sağlam bilgi ve belgeler ışığında sunan ve bilinen yanlışların karşısına bilinmeyen doğrularla çıkan bu muazzam çalışmanın tarihin karanlık sokaklarına ışık tutacağına ve bugünden tarihe not düşeceğine yürekten inanıyorum.
İslam tarihinin zirve noktası olan Endülüs'ün o gizem dolu kapısından geçmeye ve tarihle yüzleşmeye hazırsanız buyurun, başlayalım o halde.
Sayın Sediyani, öncelikle şunu sorarak sohbete başlayalım: Endülüs İslam Medeniyeti ile ilgili bir çalışma yapmaya sizi iten saikler nelerdi?
Endülüs İslam Medeniyeti ile ilgili çalışma yapmak, diyebilirim ki, bundan 30 yıl önce elime kalem aldığım günden beri hayâlimde, tasavvurumda olan bir şeydi. Böylesine muazzam bir uygarlığa kim yoğunlaşmak istemez? Hangi yazar bu konudaki kendi eserini kaleme almak istemez? Bir insan hem tarihçi hem Müslüman ise ama aklında bir gün Endülüs'ü yazmak yoksa, o insanda normal gitmeyen bir durum var demektir.
Benim kitaplarımın konusunu, genelde gezilerim belirliyor. Aynı zamanda seyyah olduğum için ve daha çok da bu yönümle bilindiğimden, yaptığım her gezide, gezdiğim ülkeleri anlattığım "Seyahatname"de, o ülkeyle ilintili bir dosya açıyorum ve araştırmaya dayalı bilimsel bir çalışma yapıyorum. Sonra bitince de kitap olarak yayımlıyorum.
Örneğin 2012'deki Bangladeş ve Rohingya Seyahatnamesi'ndeki "Arakan Dosyası" gibi. Orada, Arakan'da yaşanan büyük sorunu, ırkçı-faşist Myanmar rejiminin Müslüman Rohingya halkına karşı işlediği soykırımı en ince ayrıntısına kadar anlattım. Başta Türkiye olmak üzere dünya kamuoyunda Arakan sorununa yönelik bir duyarlılık oluşturdu.
Ya da 2016'daki Hollanda, Frizya ve Belçika Seyahatnamesi'ndeki "Frizya Dosyası" gibi. Bu sonra, "Frizya ve Günümüzde Frizler" adıyla kitap olarak yayınlandı ki, Frizya ve Frizler hakkında Türkiye'de yayımlanan ve Türkçe olarak yazılmış ilk ve tek kitaptır. Böyle olduğu için, Frizya, Hollanda, Almanya ve Danimarka medyasında büyük ilgi uyandırdı, kitabım hakkında 6 farklı dilde onlarca haber yapıldı, köşe yazıları yazıldı.
2017'deki Danimarka, İsveç ve Norveç Seyahatnamesi'nde de "Viking Dosyası" açtım. Bu çalışmam da Almanya'daki bir yayınevi tarafından ve Almanca olarak "Wikinger: Horden aus dem Norden" adıyla kitap olarak yayınlandı ki halen yayımlanmış 11. ve son kitabımdır.
2019'daki Arjantin ve Uruguay Seyahatnamesi'nde de "Amerika'nın Gerçek Kâşifleri" adlı bir dosya hazırladım. Çalışmam, 1492 tarihinden önce, yani beyaz işgal öncesi, bugün "Amerika" olarak adlandırılan Kızılderili Kıtası'nı keşfeden, o muhteşem topraklara giden toplulukları, uygarlıkları işliyor. Bu çalışma tamamlandı ama henüz kitap olarak basılmadı.
2022'deki İspanya ve Katalonya Seyahatmesi de bana işte yıllardır hatta onyıllardır hayâlini kurduğum, yapmayı tasarladığım Endülüs İslam Medeniyeti ile ilgili çalışmaya başlama fırsatı sundu. Seyahatname devam ediyor ve sizin de bahsini ettiğiniz, bu sohbetimizin konusu olan çalışmam bu kapsamda.
Ne için gitmiştiniz?
Ekim 2022'de İspanya'ya ait ve kadim Katalonya coğrafyasında, Belaer Takımadaları'nın en batısındaki İbiza (Eivissa) Adası'nda bir hafta tatil ve araştırma gezisi yaptım. Hem tatil, hem gezi, hem de bilimsel çalışma. Dünyanın en gözde turistik adalarından biri olan İbiza'da bir hafta arkeolojik çalışmalar ve bilimsel araştırmalar gerçekleştirdim. Ada üzerinde ilk insan yaşamını başlatan ve adada milattan önce hüküm süren Fenike Uygarlığı ile adada milattan sonra hüküm süren Endülüs İslam Medeniyeti'nin izlerini sürdüm. Döndükten sonra da Endülüs çalışmalarımı kaleme almaya başladım ve şu anda onu konuşuyoruz.
Endülüs İslam Medeniyeti'nin önemi nedir? Bu tarih bizim için neden bu kadar anlam ifade ediyor?
Avrupa'nın güneybatısında, bugünkü İspanya, Portekiz ve Andorra'nın tamamını, Fransa'nın ise güneybatı kesimini kapsayan İberya Yarımadası'nda, bir zamanlar Endülüs diye bir uygarlık vardı. Bu bir İslam medeniyetiydi. 711 yılında Endülüs'ün fethi hem İslam tarihinin, hem Avrupa tarihinin, hem de dünya tarihinin en önemli hadiselerinden biridir. Dünyanın şeklini değiştirmiş, dünyanın siyasî ve dinî iklimini yenibaştan düzenlemiştir. Bu medeniyetin öncüsü, Tarık bin Ziyad'dır. Çünkü Endülüs'ü fetheden ordunun komutanı odur. 711 yılında ünlü İslam kumandanı Tarık bin Ziyad, toplam 7 bin savaşçı ile -şu anda kendi adını taşıyan- Cebelitarık (Cebel-i Tariq; Gibraltar)'a çıktı ve aynı yıl Vizigot Kralı Rodrigoyu Guadelate'de yendi. Vizigot Devleti çöktü ve 716 yılında Müslümanlar, bütün İspanya'yı ele geçirdiler.
Endülüs İslam Devleti, asıl İslam topraklarından tamamen bağımsız bir "İslamî Avrupa Devleti" idi. O sıralarda Kurtuba (bugünkü Córdoba) halifeliği, Avrupa'nın en güçlü devletiydi ve Endülüs İslam Medeniyeti de birçok etkin kentiyle, yoğun ticareti ve el sanatlarıyla dönemin en gelişmiş uygarlığıydı. 1031 yılları arasındaki dönem, Endülüs'ün en parlak dönemi oldu. Endülüs'ün başkenti Kurtuba (Córdoba), Bağdat ve Kahire'den sonra İslam dünyasının üçüncü önemli bilim merkezi haline geldi.
Yaklaşık 8 yüzyıl boyunca Avrupa kıtasındaki Müslüman Endülüs Uygarlığı'nın ilmî, kültürel, sanatsal yönlerden İspanya'ya, bununla birlikte Batı dünyasına hatta Latin Amerika'ya kadar birçok yönden kalıcı etkileri oldu. Endülüs yüzyıllar boyunca çok sayıda kültür ve medeniyetin etkileşim sağladığı ve bu münasebetin korunduğu bir medeniyet oldu.
Bağımsız tarihçilerin de kaydettiği üzere, Orta Çağ Haçlı Avrupası, Hristiyanlık'a aykırı olduğu zannıyla aklî ilimlerden uzak ve karanlık bir çağ yaşarken, ilk başlarda Müslümanların kaydettikleri başarıların farkında değillerdi. Ancak 11'inci yüzyılda gerçekleştirdikleri Haçlı Seferleri sırasında Avrupalılar, İslam dünyasını yakından tanıma imkânı buldular.
İslam medeniyetinin birikimlerinin Batı'ya aktarılması aslen 10'uncu yüzyılda başlamış olmakla beraber, sistemli ve yoğun bir mahiyet kazanması 12'nci yüzyılın başlarına rastlamakta. Orta Çağ Avrupası bu faaliyetler sonucunda Eski Yunan Felsefesi'ni ilk defa duyma imkânına kavuşmuştur. Müslüman filozofların din ve aklı uzlaştırma yönündeki fikirleri büyük yankı uyandırmış ve Avrupa'da bir süre sonra gerçekleşecek olan düşünce devriminin zeminini hazırlamıştır. Rönesans'ın ve Reform hareketinin ortaya çıkmasında Endülüs medeniyetinin hazırlayıcı bir etkisi olmuştur.
Endülüs Müslümanları ilim ve kültür alanında büyük bir aşama kaydetmişlerdi. Hem dinî hem beşerî ilimlerde oldukça ileri seviyedeydiler. Eğitime büyük önem verildiğinden, okuma - yazma bilmeyen çok azdı. Eğitim cami, medrese ve küttaplarda yapılıyordu. İlmin her dalında derinlikli kişiler yetişmişti. Endülüs'te felsefe ve mantık alanlarında da önemli çalışmalar yapılmıştır. Endülüs, tarım ve mimaride de Avrupa'yı önemli ölçüde etkilemiştir. Avrupa'yı kağıtla tanıştıran, palamut ve hurma ağaçlarından katran elde edilmesini öğretenler de yine Endülüslüler olmuştur.
Zaten Endülüs'ü yıktıktan sonra Avrupalılar coğrafî keşiflere başlıyorlar, öyle değil mi? Amerika ondan sonra keşfediliyor...
Evet, aynen öyle... Günümüzde dahi gözle görülür etkileri sürmekte olan Endülüs Medeniyeti hem İslam tarihinde, hem Avrupa tarihinde, hem de dünya tarihinde oldukça önemli bir iz bırakmıştır. İspanya Müslümanların elindeyken, dünyanın ilim ve kültür merkezlerinden biriydi. Hristiyan Avrupa dünyası, dünyayı masa şeklinde düz sanarken, İspanya'daki İslam üniversitelerinde dünyanın yuvarlak olduğu öğretiliyordu, hatta dünya haritası bile çizilmişti. Dikkat ederseniz, Avrupalılar'ın coğrafî keşifleri, Endülüs'ü yıktıktan hemen sonra başlıyor, 1492. Bu bir tesadüf olabilir mi?
Hristiyanların İspanya İslam topraklarını işgal edip oradaki ilmî eserlere ulaştıktan sonra coğrafî keşiflerin başlayıp Amerika'nın ve yeni toprakların keşfedilmesi bir tesadüf olabilir mi? Neden coğrafî keşifler, Amerika'nın bulunması, Hristiyan gemicilerin okyanuslara açılması, Endülüs İslam Devleti'nin yıkılışından hemen sonra gerçekleşiyor ve bu coğrafî keşifleri, o dönemde daha güçlü olan İngilizler veya Fransızlar değil de neden İspanyollar ve Portekizliler gerçekleştiriyorlar? Böylesine üstün bir uygarlık olan Endülüs hakkında bugüne dek sayısız kitap ve makale yazılmış, sınırsız çalışmalar ve araştırmalar yayınlanmıştır. Doğrusu, Endülüs bu muazzam ilgiyi fazlasıyla hakkediyor da. Nitekim taraflı - tarafsız her araştırmacı, onun üstün bir uygarlık olduğu noktasında hemfikirdir.
O zaman şunu söyleyebilir miyiz: Amerika'nın keşfini, Endülüs'te ele geçirdikleri haritalara borçludurlar. Bu konuda bazı önemli Müslüman tarihçilerin ilmî çalışmaları da var bildiğim kadarıyla. Muhammed Hamidullah, Fuat Sezgin, aklıma ilk etapta gelen iki isim...
Söyleyebiliriz elbette. Pakistanlı yazar Muhammed Hamidullah ve Bitlisli Kürt ilim adamı Fuat Sezgin'in bu alandaki çalışmaları, bence çok kıymetlidir. Hatta ben size daha başka birşey söyleyebilirim. Onların söylediklerinden ve sizin bildiğinizden çok daha fazlasını. Endülüslü Müslümanlar gemilerle Amerika kıtasına gittiler. Hem de bir değil birkaç defa. Ve Endülüs yıkılmadan önce. Yani 1492'den önce, Cristoforo Colombodan önce.
Nasıl yani?
Dünyada bazı yalanlar var ki, bütün dünya onun yalan olduğunu bilse bile, yine de yalan olduğunu bile bile doğruymuş gibi tekrarlar. Yalan olduğunu herkes bilse dahi, okullarda öyle öğretilir, akademik çalışmalarda öyle anlatılır. Ve bu durum gayet normalmiş gibi karşılanır, itiraz eden de olmaz. Hakaret gibi bir isim olan, hadi üslûbumuzu biraz yumuşatalım, dünyanın en büyük aydınlarından biri olarak kabul edilen Avram Noam Chomsky'nin demesiyle "yanlış ve hatalı bir isim" olan "Amerika" ismini verdikleri Kızılderili Kıtası'nı "ilk kez 1492 yılında Cristoforo Colombo ve beraberindeki gemicilerin keşfettiği" yalanı, işte tam da böyle bir yalan.
Bunun böyle olmadığını bütün dünya bilmektedir aslında. Fakat garip olan, bunu bildikleri halde doğruymuş gibi tekrarlamalarıdır. Neden böyle davranıyorlar, yalan olduğunu bildikleri halde neden doğruymuş gibi tekrarlıyorlar, bunu anlamak, anlamdırabilmek de oldukça güç. Oysa gerçeği bilmekten, gerçekleri dile getirmekten daha güzeli ne olabilir?
Cenovalı denizci ve korsan Colombodan yüzyıllar hatta binyıllar önce Kızılderili Kıtası'nı ("Amerika"yı) keşfeden Asyalı ve Afrikalı toplulukların kayıtları ve kanıtları ortadadır. Colombo ve avanesi, bırakın "Amerika"yı ilk keşfeden insanlar olmayı, "Amerika"yı ilk keşfeden Avrupalılar dahi değildirler! Çünkü 1492'den yüzyıllar önce İrlandalılar, Vikingler ve Endülüslü Müslümanlar "Amerika" kıtasına ayak basmış, kıtayı ilk keşfeden Avrupalı topluluklar olmuşlardır.
Orta Çağ'da kaleme alınmış İslamî kaynaklar, Atlas Okyanusu'na açılan Müslüman gemilerinden bahsederler. Örneğin dönemin dünyaca ünlü ilim adamlarından, Arap tarihçi ve coğrafyacı El- Mesudî, bu hususta çok ilginç bir bilgi aktarmaktadır. El- Mesudî'nin aktardığına göre, Xaşxaş bin Said bin Eswed adındaki Kurtubalı bir tüccar, 889 yılında Endülüs'ün (bugünkü İspanya'nın) Palos kenti limanından okyanusa doğru açılmış, "Amerika" kıtasına ulaşmış ve hatta aylar sonra oradan muhteşem hazinelerle geri dönmüştür. El- Mesudî ayrıca daha o dönemde kaleme aldığı eserlerinde Dünya'nın yuvarlak olduğunu ileri sürüyordu. Kendisinin henüz 10'uncu yüzyılda hazırladığı küresel dünya haritası, olağanüstü bir çalışmadır.
Yine Endülüslü ünlü Berberî seyyah, coğrafyacı ve haritacı Şerif el- İdrisî de Atlas Okyanusu'na açılan gemilerden bahsetmektedir. Sicilya'da Sicilya Viking Kralı II. Roger'in sarayında bulunmuş olan Şerif el- İdrisî, bugünkü Portekiz'in başkenti Lizbon'dan 8 kişilik Müslüman bir grubun "Amerika"ya gittiğini, oradaki bazı adaları meskun tuttuklarını yazmıştır. Colombo, İdrisî'nin haritasından da yararlanarak "Amerika"ya gitmiştir. İdrisî'nin haritası, üç asır boyunca Avrupa'da boşluğu doldurmuştu. Ki ben onun çizdiği bu meşhur haritayı İspanya'ya ait İbiza Adası'ndaki Endülüs Müzesi'nde bizzat kendi gözlerimle gördüm.
Şerif el- İdrisî tarafından hazırlanan ve 1154 yılında tamamlanan metalik dünya haritası, dünya bilim tarihinin en önemli başyapıtlardan biridir. Berberî seyyah ve coğrafyacı el- İdrisî'nin, Portekiz'in bugünkü başkenti Lizbon'dan batıya doğru denize açılan bazı Müslüman gemicilerin Atlantik'in orta kesimlerindeki Antilla Adası'na kadar gittiklerini söylemesi ve harita üzerinde de bu adayı göstermesi (düşünün, Amerika'daki o adaların haritada yerini gösteriyor ve 12'nci yüzyılda; güyâ Amerika henüz keşfedilmemiş!), Endülüslü Müslümanların en azından 12'nci yüzyılda, henüz "Amerika'nın keşfi"nden (!) 300 yıl önce bu kıta ile İslamiyet'in temasını sağladıklarını ortaya koymaktadır.
Kuzey Afrika ve Avrupa kaynakları, Mali'den okyanusa açılan bir filonun 1311 tarihinde "Amerika" kıtasını ziyaret ettiğini kaydetmektedir. Bu hadiseyi, o zamanda yaşayan tarihçi İbn-i Fadlullah el- Umerî de kaleme almış ve aktarmıştır. El- Umerî'nin hazırladığı ansiklopedide, dönemin Mali Kralı II. Mansa Qu Ebûbekrî Keita'nın 1312 yılında büyük bir filoyu "okyanusun diğer tarafına ulaşması" amacıyla seferber ettiği yazılıdır. Yolda büyük bir fırtınaya tutulup batan gemilerden sadece biri kurtulup geri döner. Bunun üzerine aynı amaçla bu kez Sultan Mansa Ebûbekrî'nin de katıldığı çok daha büyük bir filo sefere çıkar. Mali Kralı Mansa Ebûbekrî, yeni bir kıtanın keşfedildiği heyecanı ve mutluluğu uğruna tahtından dahi ferağat edip bu sefere çıkmıştır. Ancak bu seferden kimse geriye dönemez. Çünkü "Amerika" kıtasına ulaşmışlardır. Bunun ardından Mali İmparatorluğu'na bağlı 400 gemi, Atlas Okyanusu üzerinde batıya doğru seyahat etmiş ve yeni bir toprak keşfederek Mali'ye geri dönmüştür.
1324 yılında yeni Mali Kralı I. Mansa Musa, Arap tarihçilere yaptığı aktarımda, atalarının Batı Afrika'dan Atlas Okyanusu'na doğru iki büyük sefer yaptığından bahseder. Mansa Musa, Mısır'da bulunduğu zaman selefi II. Mansa Ebûbekrî'nin Atlantik Okyanusu'na bir sefer düzenlediğini ifade etti. Mansa Qu Ebûbekrî Keita okyanusa 200 gemi göndermiş, uzun bir süre sonra bu gemilerden sadece bir tanesi geri dönmüştü. Geri dönen geminin tayfalarına göre diğer gemiler devâsâ bir girdaba kapılmış ve ölmüşlerdi. Anlatılan hikâyelerden etkilenen Ebûbekrî, 2000 gemilik devâsâ bir filo kurdu ve denize yelken açtı. Kendisi ve gemileri asla geri dönmediler ancak bazı duyum ve bulgulara göre 1312 yılında Brezilya'ya ulaştılar.
Yine iddialara göre Cristoforo Colombo 1492 yılında "Amerika"ya ulaştığında, orada Afrikalı tacirlerle ve Mali altınlarıyla karşılaşmıştı. Bunlar 32 parçadan oluşuyor ve 18'i altın, 6'sı gümüş, 8'i de bakır idi. Bir görüşe göre Meksika'da bulunan Olmek kafaları da bu Afrikalılar'ı tanımlamaktaydı. Malili Müslüman Afrikalıların "Amerika"yı keşfettiği aynı dönemde yaşayan Mısırlı ünlü Arap eğitimci ve tarihçisi Kalkaşandî, vefatından 7 yıl önce, 1411 yılında tamamladığı değerli eseri "Subh'ul- A'şâ fi Kitabet'il- İnşâ"da, Atlas Okyanusu'ndan "Amerika"ya doğru seyahate çıkıp da genelde dönmeyen Müslümanların varlığından sözeder. ABD'li tarihçi, dilbilimci ve yazar Leo Wiener'e göre, 1513'ten önce Darien'de Siyahîler yaşamaktaydı. Colombonun çağdaşı olan İtalyan tarihçi Pietro Martire d'Anghiera, İspanyollar'ın "Amerika" kıtasına gittiklerinde orada "Zencîleri" gördüklerini ve bunların Kızılderililerle savaş içerisinde olduklarını yazar.. Ayrıca Colombo, Küba kıyılarında havlamayan köpekler görmüştür ki, bu havlamayan köpekler Afrika'ya özgüdür ve dünyada sadece Batı Afrika'da yaşamaktadırlar.
Pekçok tarihçi ve coğrafyacının doğru bir şekilde belirttikleri üzere, "Amerika", 1492'de ilk defa değil, sadece "yeniden keşfedilmiş" bir kıtadır. Lübnan kökenli ABD'li İslambilimci Prof. Philip Xuri Hitti'nin de gayet yerinde dediği gibi;
Eğer Endülüs'teki Müslüman coğrafyacıların Dünya'nın yuvarlak ve bir küre şeklinde olduğuna dair eski görüşlere canlılık vermeleri olmasaydı, Yeni Dünya (Amerika) asla keşfedilemezdi.
Zaten Cristoforo Colombo, Venedikli seyyah Marco Polonun Doğu'dan hususen İslam dünyasından öğrendiklerini okumuştu. Aynı şeyi Hollandalı oryantalist ve edebiyat bilimcisi Johannes Hendrik Kramers de söylemektedir. Britanyalı ordu görevlisi, gazeteci ve yazar Ronald Victor Courtenay Bodley ise açıkça şunları demektedir:
Rönesans hareketini, Müslüman ilim adamlarına borçluyuz.
Müslümanlar Yunanlardan, Hindistanlılardan ve İranlılardan öğrendikleri "Ay tutulması"na dayanarak boylam derecesini ölçme işini geliştirdiler. Onlar karşımıza 9'uncu yüzyıldan beri ölçülen boylam derecelerini haritaya ilk defa tatbik eden bir kültür dünyasının mensupları olarak çıkıyorlar. Müslümanların, her şeyden önce Yunanların öğrencileri olarak başladıkları Matematik-Coğrafya ve Haritacılık, 800 yıllık bir gelişmeyi gerçekleştirdi. Onların 11'inci yüzyıldan beri kazanılan Müslüman İspanya dışı Avrupalı öğrencileri, eski dünyanın haritasına 18'inci yüzyılda yeni yapıcı unsurları katmaya, yanlışları düzeltmeye başladılar.
Endülüs İslam Medeniyeti'nin sunduğu teknik imkânlar olmasaydı, Colombo Atlas Okyanusu sularına açılmayı muhtemelen aklından bile geçiremeyecekti. Colombonun "Amerika"ya ulaştığı 1492 yılı aslında bir başka açıdan da "milat"tı. Müslümanların İslam dünyasının batısındaki politik varlıkları Granada'nın düştüğü 1492 yılında sona eriyordu. Artık İberya Yarımadası İslam dünyasına değil, Batı dünyasına ait olacaktı. Bu miladın sonrasında İslam dünyası coğrafî keşiflerdeki önderliğini kaybetti. 16'ncı yüzyıldan itibaren İspanya ve Portekiz dünya sahnesinde politik ve bilimsel açıdan daha büyük bir rol oynar hale geldi. İslam dünyasından alınan denizcilik, astronomi ve geometri bilgileri üzerinde yükselen bu rol, Avrupa'yı zamanla dünyanın yeni hâkimi yaptı. Ve 1492'de muzaffer olanlar, gün geldi yeni bir tarih yazdı.
Endülüs fatihi Tarık bin Ziyad aslen Kürt müydü?
Endülüs denince akla gelen ilk isim, elbette Tarık bin Ziyad. Tüm dünya onu Berberî bir komutan olarak biliyor. Her ne kadar bazı kaynaklarda Arap olduğuna dair iddialar varsa da genel kabule göre Tarık bin Ziyad bir Berberî idi. Ancak siz yaptığınız araştırmalarda tamamen farklı, hatta bizim ülkemizde yaşayanlar için "şok edici" bir bilgiye ulaşıyorsunuz. Tarık bin Ziyad'ın aslında bir Kürt olduğunu yazıyorsunuz. Siz böylesine sarsıcı bir bulguya nasıl ulaştınız? Sonuçta büyük iddialar, önemli kanıtlar gerektirir. Tarık bin Ziyad gerçekten Kürt müydü? Kaynağınız, deliliniz nedir?
Tarık bin Ziyad, hem dünya tarihi için, hem Avrupa tarihi için, hem İslam tarihi için, çok önemli bir kişiliktir. Hatta denilebilir ki, Hristiyan dünyası için Cenovalı denizci Cristoforo Colombo neyse, Müslüman dünyası için de Tarık bin Ziyad o.
Bu çalışmayı yapmaya başlamadan önce, tüm dünya gibi ben de Tarık bin Ziyad'ı bir Berberî (Amaziğ) olarak biliyordum. Hayatım boyunca öyle bilmiş, böyle inanmıştım. Kitaplarımı ve makalelerimi takip edenler iyi bilirler: Bir konuya yoğunlaştığımda, onu en ince ayrıntısına kadar araştırıp öyle kaleme alırım. Zaten bu yüzden, sıklıkla "yazılarınız çok uzun, daha kısa yazın ki daha çok okunsun" şeklinde eleştiriler alırım. Ama aslında o "uzunluk" asla bir problem değildir, hatta o "uzunluk", çalışmaya anlamını kazandıran asıl detayları ve "bilinmeyenleri" kapsar. Ama işte ne yazık ki, demek ki başta yakın dostlarım olmak üzere çoğu kişi bu durumun farkında değil.
Endülüs İslam Medeniyeti'ni kaleme almaya başlarken, tabiî içindeki her konuyu, hadiseye damga vuran her şahsiyeti en ince ayrıntısına kadar araştırıp yazmam lazım. Başta Tarık bin Ziyad olmak üzere, elbette. Tarık bin Ziyad'ın biyografisini yazmaya başladığımda, onun aile kökenini, memleketini, doğduğu ve yetiştiği ortamı, her şeyi araştırıp öyle yazmam lazım. Bunu yaparken, emin olun ki beklentim, "Tarık'ın en azından hangi Berberî boyuna mensup olduğunu öğrenirim" şeklindeydi, böyle düşünüyor, böyle umuyordum. Çünkü onu kesin olarak bir Berberî olduğunu biliyordum. Fakat araştırınca, karşıma çok ilginç bilgiler çıktı, beni hayretler içinde bıraktıran bilgilerle karşılaştım.
Şimdi, bundan sonra anlatacaklarımı lütfen büyük bir dikkatle dinleyiniz. Bunu önemle rica ediyorum sizden:
Tarık bin Ziyad'ın aile kökeni ve etnik aidiyeti hakkında tarihçiler arasında fikirbirliği yoktur. Orta Çağ İslam tarihçileri, Tarık bin Ziyad'ın aile kökenleri ve etnik aidiyeti hakkında çelişkili veriler sunarlar. Kişiliği ve Endülüs'e girişinin koşulları hakkında bazı sonuçlar belirsizliklerle çevrilidir.
Tarık bin Ziyad'ın Berberî olduğuna dair iddialar ilk kez 12'nci yüzyılda başlayarak ortaya atılıyor. Yani Tarık bin Ziyad'dan ta 400 yıl sonra. Bunu ilk yapan ise, kendisi de bir Berberî olan coğrafyacı ve haritacı Şerif el- İdrisî. Ondan önce ve 12'nci yüzyıldan önce, Tarık bin Ziyad'ın Berberî olduğunu söyleyen hiçbir kayıt yok, tek bir yazılı belge dahi yok.
Endülüs fatihi ünlü kumandan Tarık bin Ziyad'ın bir Berberî olduğu iddiası ilk kez 12'nci yüzyılda ve kendisi de Endülüslü bir Berberî olan Şerif el- İdrisî tarafından ortaya atılmış ve esasında gerçekçi hiçbir dayanağı da yoktur. Hele hele Tarık bin Ziyad'ın bir Arap olduğuna dair iddialar ise bu tarihten bile çok sonra başlayan bir uydurma ve tarihi çarpıtma sürecidir. Zaten Araplık iddiası dünyada da kabul görmeyen içi boş bir iddiadır. Berberî tarihçiler onun Berberî olduğunu yazdıktan sonra, "onlardan geri kalmak istemeyen" Arap tarihçiler de Arap olduğunu yazmaya başladılar. Bugün dünyada (Araplar'dan başka) pek kimse Tarık bin Ziyad'ın Arap olduğuna inanmıyor zaten. Fakat bugün dünyanın büyük çoğunluğu hatta nerdeyse geneli Tarık bin Ziyad'ın Berberî olduğuna inandığı için (daha geçen seneye kadar ben de bu kanaatteydim), bunu irdelememiz lazım.
Endülüslü Berberî tarihçi ve coğrafyacı Şerif el-İdrisî, Tarık bin Ziyad'ın Berberî olduğunu söyleyen ilk kişi olmuş ve kendisinden "Tariq bin Abdullah bin Wemamu el- İdrisî" olarak bahsetmiştir. Zenate Berberî kabilesine asla nispet etmeden ve Tarık'ın bugün dünyaca bilinen ve kabul edilen "ibn-i Ziyad" künyesini hiç zikretmeden. Kendisi de bir Berberî olan Şerif el- İdrisî'den önce hiç kimsenin böyle bir söylemi yok ve buna dair yazılı hiçbir belge de yok.
Allah kendisine gani gani rahmet eylesin; Şerif el- İdrisî hakikaten çok kıymetli bir âlimdir ve özellikle haritacılığa ve coğrafyaya yaptığı katkılar paha biçilemez değerdedir, dünyada bir çığır açmıştır. Ki ben az önce de bahsettiğim gibi, onun çizdiği meşhur haritayı İspanya'ya ait İbiza Adası'ndaki Endülüs Müzesi'nde bizzat kendi gözlerimle gördüm. Fakat keşke sadece coğrafyacılık yapsaydı, tarihçiliğe hiç soyunmasaydı. Kendisine olan muazzam saygım ve hürmetime rağmen, ilim ve hakikate olan bağlılığımdan dolayı açık sözlülükle ifade etmeliyim ki, Tarık bin Ziyad konusunda yazdıklarını resmen kendi kafasından uydurmuş. Ve O zamanında böyle birşey yazdığı için, bugün tüm dünya buna bir gerçek olarak inanıyor. Ne kadar acı bir durum!
Şerif el- İdrisî sadece Tarık bin Ziyad'ı Berberî yapmakla yetinmiyor. Nasıl olsa kaynak gösterme zorunluluğu yok, ortaya belge sunmayacak, ne yazarsa doğru kabul edilecek! Daha da ileri gidiyor: Dikkat ettiyseniz, Tarık'ın ismini bugün kullanılan ve bilinen "bin Ziyad" künyesiyle zikretmiyor, ne alakası varsa, "el- İdrisî" künyesiyle zikrediyor. İsmini "Tarık bin Ziyad" şeklinde değil, "Tarık el- İdrisî" şeklinde kaleme alıyor. Güler misin ağlar mısın? Yani Şerif el- İdrisî sadece Tarık'ı Berberî yapmakla kalmıyor, hızını alamayıp, Tarık'ı kendi ailesine nispet etmeye çalışıyor. onu kendi akrabası yapmaya çalışıyor. Şimdi bu "tarih" mi, "ilim" mi, "bilim" mi?
Şerif el- İdrisî böyle yazınca, ondan sonra gelen Doğulu ve Batılı (Müslüman ve Hristiyan) tarihçiler de bu şekilde yazmaya devam ettiler. Çoğu Berberî dedi, bir kısmı da Arap. Ancak buna rağmen bu görüştekiler, Tarık bin Ziyad'ın doğduğu ve mensubu olduğu kabile ve bölgenin tespitinde zorlanmakta, çelişkiye düşmekte ve farklılık göstermektedirler. Çünkü mensubu olduğu iddia edilen aşiretlerin tamamı, Tarık bin Ziyad zamanında Cezayir topraklarında değil, Libya topraklarındaki Trablus bölgesinde yaşıyorlardı.
Tarık bin Ziyad'ı Berberî yapmaya çalışan Berberî tarihçiler, biraz da bilgisizliğin kurbanı olmuşlar. Cezayir'de doğup yaşamış Tarık bin Ziyad'ı nispet ettikleri Berberî aşiretlerin tamamı, Tarık'ın doğduğu ve yaşadığı dönemde Cezayir'de değil, Libya topraklarında yaşıyorlardı. Sadece bu bile, Tarık'ı Berberî yapmaya çalışan tarihçilerin nasıl da düzmece bir iddiayla bunu söylediklerini, hiçbir bilgiye dayanmadan konuştuklarını göstermektedir. Tarık bin Ziyad'ın Berberî olduğunu iddia eden tarihçiler, hiçbir hakikate dayanmadan ve hatta tamamen uydurarak, Tarık bin Ziyad'ı o kabilelere nispet etmişlerdir.
Bugün nerdeyse dünyanın genelinin Tarık bin Ziyad'ın Berberî olduğuna inanmasının ve böyle düşünmesinin sebebi, Tarık bin Ziyad'dan 400 sene sonra, 12'nci yüzyılda başlayan "uydurma tarih yazımının" bir sonucu. Tarık bin Ziyad'ın Arap olduğuna dair iddialar ise bu tarihten de daha sonra başlayan bir uydurma ve tarihi çarpıtma süreci. Berberî tarihçiler onun Berberî olduğunu yazdıktan sonra, "onlardan geri kalmak istemeyen" Arap tarihçiler de Arap olduğunu yazmaya başladılar.
Bu bilgilere ulaşınca doğrusu büyük bir şaşkınlık yaşadım. Peki gerçeği nasıl bulacaktım? Tarık bin Ziyad'ın aile kökeni ve etnik aidiyeti konusunu doğru bir biçimde nasıl tespit edecektim? Bu benim için çok önemli bir çabadır. Zirâ bana göre şu yeryüzünde gerçeği ortaya çıkarmaktan ve hakikate bağlı kalmaktan daha kıymetli, daha onurlu ve daha namuslu hiçbir şey yoktur. Ama problem şu: Nasıl yapacaktım? Ne yapmalıydım ve nasıl bir yol takip etmeliydim?
Benim kanaatim o yöndeydi ki, bunun sağlıklı bir şekilde izini sürmek için, bu büyük şahsiyeti kendisine çekmeye çalışan Arap ve Berberî tarihçilerin yazdıklarını bir kenara bırakmam gerekiyordu. Hiçbir kaynak ve belge göstermeden Tarık'ı Arap veya Berberî yapanların yazdıklarının güvenilir bir tarafı yok çünkü. Ayrıca, konunun ve Endülüs coğrafyasının tamamen dışında olan İtalyan, Alman ve İngiliz tarihçilerin yazdıklarını da bir tarafa bırakmam gerekiyordu, ki onlar da zaten İslamî kaynakları tarayıp orada yazılanları tekrar ediyorlar.
Bunu tespit etmenin en güvenilir ve belki tek güvenilir yolu, İspanya'daki erken dönem tarihsel ve resmî kayıtların ne yazdıklarını araştırıp bulmaktı. Eğer böyle resmî kayıtlar ve tarihsel yazıtlar varsa tabiî. Şayet varsa, onları bulup ortaya çıkarmam, bu konuda ne yazdıklarını incelemem gerekiyordu. En sağlıklı hatta tek sağlıklı yol buydu. Nihayetinde İspanyalılar için Tarık bin Ziyad "karşı taraftaki" bir şahsiyettir ve dolayısıyla İspanya resmî tarihinin veya İspanyalı tarihçilerin, ilim çevrelerinin Tarık bin Ziyad'ın aile kökenini ve etnik aidiyetini çarpıtma gibi bir çabası olamaz. Sonuçta Tarık'ı bir İspanyol ya da Katalon yapmaya çalışacak değiller ya...
Bunun üzerine titiz bir araştırmanın içine girdim, adeta iğneyle kuyu kazmaya başladım. Ve ne yaptım, biliyor musunuz? 711-1492 yılları arasında hüküm sürmüş Endülüs İslam Devleti'nin bizzat resmî kayıtlarına ulaştım. İnanılmaz bir şey bu ama, bunu gerçekten başardım. İspanya'daki resmî kayıtları ve tarihî kaynakları incelediğimde, beni hayretler içinde bıraktıran çok farklı ve ilginç bilgilerle karşılaşıyorum. Bunlar nasıl unutturulup gitmiş, görünmez kılınmış, anlamak mümkün değil.
Bu konuyla ilgili çok ciddi ve kıymetli bir eser var. "Colección de Obras Arábigas de Historia y Geografía" (Arapça Tarih ve Coğrafya Eserleri Koleksiyonu) adlı bu İspanyolca eser, İspanya'nın başkenti Madrid'deki Kraliyet Tarih Akademisi (Real Academia de la Historia) tarafından 1867 yılında Madrid'de basılmış. Birkaç ciltten oluşan bu muazzam yapıtın 1. cildi, "Ajbar Machmúa" adını taşıyor. İfadenin İspanyolca dil kurallarına göre yazıldığına bakmayın, aslında Arapça bir ibare bu. "Axbar Mecmuâ" (أخبار مجموعة) şeklinde okunuyor. Tam adı "Axbar'un- Mecmuâtun fî Feth'il- Endelûs", yani "Endülüs'ün Fethine Dair Anekdotlar".
Bu müstesnâ eserin özelliği, şimdi iyi dinleyiniz lütfen, Endülüs İslam Medeniyeti'nin tarihini, Tarık bin Ziyad ve emrindeki ordunun 711 yılında Endülüs'ü fethetmesinden Endülüs Hükümdarı III. Abdurrahman'ın 929- 61 yılları arasındaki hükümdarlık dönemine dek en ince ayrıntısına kadar anlatan, Endülüs İslam Devleti'nin kendi resmî tarih kayıtları olan "Axbar'un- Mecmuâtun fî Feth'il- Endelûs" adlı Arapça eserin İspanyolca tercümesi olması. Şimdi, konumuz açısından, yani bizler için, bundan daha önemli bir kaynak olabilir mi?
Endülüs İslam Devleti'nin kendi resmî tarih kayıtları olan ve Tarık bin Ziyad'ın 711 yılında gemilerle Cebelitarık Boğazı'na çıkmasından başlayarak ta 10'uncu yüzyılın sonuna kadar bütün tarihsel süreci kayıt altına almış olan ve Arapça yazılmış bu hazine değerindeki eserin İspanyolca'ya tercümesini İspanyol tarihçi, Arapbilimci ve Arap dili uzmanı Emilio Lafuente Alcántara yapmış. İspanya Krallığı devletinin resmî kurumu Kraliyet Tarih Akademisi (Real Academia de la Historia) tarafından 1867 yılında yayımlanan bu muazzam yapıt, Madrid'deki "Estereotipia de M. Rivadeneyra" adlı matbaada basılmış.
Bilim dünyasının, tarihçiler ve akademisyenlerin ortak kanaati, bu eserin genellikle efsanelerden uzak olduğu ve tarihsel olayları hiç abartmadan ve çarpıtmadan anlattığı yönündedir. Yalnızca tek bir el yazmasında saklanan bu eser, şu anda Fransa'nın başkenti Paris'teki Fransa Millî Kütüphanesi'nde (Bibliothèque Nationale de France) muhafazâ edilmektedir.
İspanya Krallığı devletinin resmî kurumu Kraliyet Tarih Akademisi (Real Academia de la Historia) tarafından 1867 yılında yayımlanan, Endülüs İslam Devleti'nin kendi resmî tarih kayıtları olan ve Tarık bin Ziyad'ın 711 yılında gemilerle Cebelitarık Boğazı'na çıkmasından başlayarak ta 10'uncu yüzyıl sonuna kadar bütün tarihsel süreci kayıt altına almış olan ve Arapça yazılmış, Arapçadan İspanyolcaya tercümesini İspanyol tarihçi, Arapbilimci ve Arap dili uzmanı Emilio Lafuente Alcántara yapmış bu hazine değerindeki eserin, bizler açısından verdiği en sarsıcı bilgi, Tarık bin Ziyad'ın aile kökeni ve etnik aidiyeti ile ilgilidir.
Bu güvenilir ve "ilk elden doğru bilgi" kabul edebileceğimiz kaynaktan anlıyoruz ki, Tarık bin Ziyad ne Berberî'dir ne de Arap. Eserin henüz ilk sayfalarında, Tarık bin Ziyad'ın, İran'ın Hamedan şehrinden getirilmiş İranlı bir ailenin çocuğu olduğu yazılıyor. Eserde bu gerçek, "ilamado Tárik ben Ziyed, persa de Hamadan" denilerek belirtiliyor. Ancak buradaki "persa" ifadesini, bizdeki kullanımıyla "Fars" olarak anlamamamız lazım, burada "İranlı" anlamındadır. Birçok Batı dilinde, "Persa" kelimesi, direk bizdeki kavim ismi olan "Fars" anlamında değil, ülke / coğrafya anlamındaki "İran" anlamında kullanılır. Örneğin komşumuz İran ülkesinin bugün halen İspanyolca ve İngilizce ismi "Persia", Portekizce ismi "Pérsia", Fransızca ismi "Perse", Almanca ismi "Persien" şeklindedir. Dolayısıyla buradaki "Perse", Fars değil İranlı anlamındadır. Yani eserde, "Tarık bin Ziyad, Hamedan'dan bir İranlı" deniliyor. İran dediğimiz devâsâ coğrafyada ise, Farsların yanı sıra Kürtler, Azerîler, Mazenderîler, Beluclar ve daha birçok farklı kavim yaşıyor.
Bin yıla yakındır bize yalanlarla dolu bir tarih okuttuklarını gösteriyor, bu bilgi. Tarihi yeni baştan yazmamız gerektiğini gösteriyor. Demek ki Tarık bin Ziyad ne Berberî'ymiş ne de Arap. Arap olmadığını zaten herkes biliyordu, ona sadece Araplar inanıyordu. Ama tüm dünyanın inandığı Berberî iddiası da doğru değilmiş meğer. Tarık bin Ziyad, aslen Hamedanlı bir İranlı imiş.
İspanyol tarihçi Luis Molina Martínez, konuyla ilgili olarak "Al-Qantara: Revista de Estudios Árabes" (El- Qantara: Arap Araştırmaları Dergisi) adlı akademik dergide kaleme aldığı makalede şunları söylüyor:
Arap kaynaklarının bize bu olayların çok farklı versiyonlarını sunduğuna dair kanıtlar göz önüne alındığında, benimsenmesi gereken pozisyon asla ne demokratik bir pozisyon (onu yeniden üreten kroniklerin sayısına göre tercih edilen bir versiyonu veren) ne de Solomonik bir pozisyon olabilir. Sebebi muhalifler arasında eşit olarak dağıtın. Bir versiyonun çok sayıda kaynakta yer alması, hatalı bir iyimserlikle yorumlanmamalıdır: Bu nedenle, mantıksal olarak bu bilgiye daha fazla güvenilirlik kazandıracak farklı, örtüşen tanıklıklara sahip olduğumuza inanmamalıyız. Elimizde olan, birkaç eserde tekrarlanan tek bir tanıklıktır; bu tanıklığın değerlendirilmesi, Endülüs'ün fethinden birkaç yüzyıl sonra eserlerini yazan tarihçiler arasında elde edilen başarıya değil, yalnızca ele alınan konunun kökeninin hak ettiği inanılırlığa dayanmalıdır. ‘Ajbar' (bizim şu anda hakkında konuştuğumuz 'Ajbar Machmúa' adlı kaynak eser - İ. S.) birkaç parçadan oluşan bir metindir. Ve farklı zamanlarda yazılmış.
Britanya merkezli "Encyclopædia Britannica"yı (Britannica Ansiklopedisi) yayımlayan aynı kuruluş tarafından yayımlanan Fransa merkezli 28 ciltlik, 30 binmaddelik ve 32 binsayfalık "Encyclopædia Universalis" (Evrensel Ansikopedi) adlı kapsamlı eserde, Fransız tarih profesörü ve Arap dili uzmanı Georges Bohas tarafından yazılan "Ṭāriq ibn Ziyād" maddesinde de Tarık bin Ziyad'ın İran kökenli bir aileden geldiğine dair bilgilerin olduğuna yer verilir.
En eski kaynaklara göre, Tarık bin Ziyad, Hamedan doğumlu bir İranlı olup, bizzat Musa bin Nuseyr'in ya da Said kabilesinin azadlık kölesiydi. Murabıtlar Dönemi (1090-1147)'nden itibaren Berberî metinleri onun Nafza kabilesine mensup olduğunu yazmaya başladılar. Endülüslü ilk dönem Arap ve İspanyol tarihçilerin çoğu, Tarık bin Ziyad'ın, kendisine özgürlüğünü veren ve ordusuna general olarak atayan emir Musa bin Nuseyr'in kölesi olduğu konusunda hemfikir görünüyor. Hatta İspanyol tarihçiler, "Tarık bin Ziyad" nitelemesini "Ziyad'ın oğlu Tarık" anlamında değil, "Ziyad'dan kurtarılan Tarık" anlamında kullandığını düşünüyorlar.
Size şaşıracağınız bir şey söyleyeyim mi: Tarık bin Ziyad'ın İran kökenli bir aileden geldiğine dair görüşlerin olduğuna dair bilgi, Türkiye'deki bizzat devlete bağlı resmî din kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki Türkiye Diyanet Vakfı tarafından hazırlanıp yayınlanmış "İslam Ansiklopedisi"nde de açık açık yer almaktadır. "Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansikopedisi"nin 40. cildindeki "Târık b. Ziyâd" maddesinde şu dikkat çekici cümleler yer almaktadır:
Hemedan (İran) kökenli olup Kuzey Afrika'ya göç etmiş bir kabileden geldiği veya Arap asıllı olduğuna dair görüşler de vardır. Leys veya Sadîf kabilesine nispet edilmesi onun bu kabilelerin âzatlısı diye kabul edilmesindendir. Târık kabiliyetiyle Emevîler'in Kuzey Afrika valisi Mûsâ b. Nusayr'ın dikkatini çekti. Müslüman olduktan bir süre sonra Mûsâ b. Nusayr tarafından âzat edildi ve Kuzey Afrika'da gerçekleştirilen fetihlerde öncü birliklerin kumandanı sıfatıyla önemli hizmetlerde bulundu.
Çok ilginç hakikaten... "Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansikopedisi"ndeki bu anlatımdan, Tarık bin Ziyad'ın "el- Laytî" veya "el- Leysî" sıfatını kullanmasının sebebinin, kendisinin gerçekten de bu Berberî kabilesine mensup olduğu için değil, bu Berberî kabilesi tarafından azad edilmiş bir köle olduğundan dolayı olduğunu öğreniyoruz. "Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansikopedisi"nde verilen bu bilgi, tarihsel olarak yüzde yüz doğru bir bilgidir. Zira bu bilgi "orijinal" (yani İspanya mahrecli) pekçok sağlam kaynakta da geçmektedir.
Buradaki dikkat çekici bir ifade de "Müslüman olduktan bir süre sonra Mûsâ b. Nusayr tarafından azat edildi" ifadesidir. Demek ki Tarık bin Ziyad, sonradan Müslüman olmuş. Yani kendisi Müslüman bir ailenin çocuğu değil, hatta kendisi de Müslüman değil, sonradan Müslüman oluyor. Hayatının bir dönemine kadar gayr-ı müslim olarak yaşamış. Hatta Müslüman olduktan sonra bile bir süre köle statüsünde olmaya devam ediyor. Daha sonra azad ediliyor. Bu bilgi de doğrudur, zirâ en güvenilir kaynaklardan biri olan "Colección de Obras Arábigas de Historia y Geografía"da da geçiyor. Tarık bin Ziyad, Müslüman olduktan sonra azad edilmiş bir köleydi.
Tarihî kaynaklarda Tarık bin Ziyad'a ilk atıf, yani Tarık'tan bahsedilen en eski kaynak, 754 yılına ait Latince yazılmış olan "Mozarabic Chronicle" (Mozarap Vakayınamesi) adlı eserdir. İspanya'nın fethinden sadece 43 yıl sonra yazılmış ve orda da aynı bilgiler geçiyor. Ben bu bilgilere ulaşınca, büyük bir şok geçirdim, inanın bana, yemekten içmekten kesildim. Demek ki Tarık bin Ziyad'ın ailesi, İslam ordularının İran ve Hamedan'ı fethetmelerinden sonra, Arap kuvvetler tarafından köle olarak alınıp Kuzey Afrika'ya getirilmiş bir aile.
İran'ın Arap İslam orduları tarafından ele geçirilip "Müslümanlaştırılması", miladî 636 tarihinde ve II. Halife Ömer zamanında vuku bulan Kadisiye Savaşı ile başlayan bir süreç olduğuna göre, bu yaşananlar o sürecin bir sonucu. Hamedan, Kadisiye Savaşı'ndan altı yıl sonra, 642'de vuku bulan Nihavend Muharebesi'nden sonra burada imzalanan barış antlaşması uyarınca Arap İslam Halifeliği'ne bırakıldı. Ancak daha sonra Hamedan halkı isyan edip Arapları şehirden çıkarınca, 645 yılında Cerîr bin Abdullah tarafından ve bu defa savaş yoluyla tekrar ele geçirildi.
Bu trajik hadiselerden sonra Hamedan'dan ve bölgedeki diğer şehirlerden yüzlerce aile, Arap İslam kuvvetleri tarafından köle ve cariye yapılıp Arap Yarımadası'na ve Kuzey Afrika'ya götürüldü. Bunlardan biri de Tarık bin Ziyad'ın anne - babası, ailesi.
Kronolojiye dikkat etmenizi öneririm: Hamedan'ın Arap İslam orduları tarafından ele geçirilmesi, 645 yılında. Tarık bin Ziyad'ın doğum tarihi ise 670. Arada sadece ve sadece 25 sene var. Yani Tarık bin Ziyad'ın anne ve babası Müslüman Araplar tarafından köleleştirilip Hamedan'dan Cezayir'e getirildikten sadece 25 yıl sonra Tarık Cezayir'de dünyaya geliyor.
Tarık bin Ziyad, Müslüman bir ailenin çocuğu değil. Hatta kendisi de hayatının bir dönemine kadar Müslüman değildi. Muhtemelen Zerdüştî idi. Köle statüsünde olan bu insan daha sonra Müslüman oluyor. Müslüman olduktan bir süre sonra da azat ediliyor. Bunları tespit ettikten sonra, sıra Tarık bin Ziyad'ın etnik aidiyetini ortaya çıkarmaya gelmişti. Peki bunu nasıl yapacaktım? Sonuçta İran dediğimiz devâsâ coğrafyada; Farslar, Kürtler, Azerîler, Mazenderîler, Beluclar ve daha birçok farklı kavim yaşıyor. Ama bizi ilgilendiren sadece Hamedan'dır ve o şehirdeki o zamanın demografisini tespit etmemiz gerekiyordu.
Şimdi anlatacaklarımı dikkatle okumanızı istirham ediyorum:
Bunları tespit ettikten sonra, İranlı bazı İslam âlimi ve tarihçi dostlarımla iletişime geçtim. Bunların bir kısmı halen İran'da yaşıyordu, bir kısmı da rejim muhalifi olduğu için İran dışında farklı ülkelerde. Ama hepsi de ilim adamıydı. Onlardan bir ricada bulundum; asıl konudan yani Endülüs İslam Medeniyeti'ni yazmakla meşgul olduğumdan ve Tarık bin Ziyad'ın aile kökenini ve etnik aidiyetini ortaya çıkarmak niyetinde olduğumu hiç söylemeden, "meşgul olduğum bir çalışma için" diyerek, onlardan, benim için Hamedan şehrinin arşivlerine girmelerini, Hamedan'la ilgili tarihî kaynakları ve eski Farsça eserleri tarayıp, Hamedan nüfûsunun 7'nci yüzyıldaki, yani "İslam fethi" zamanındaki etnik dağılımını bana bildirmelerini rica ettim. Onlarla da yetinmedim. Türkiye'de yaşayan bizim vatandaşımız (Kürt ve Türk) ve ağırlıklı olarak İran üzerine çalışan, İran uzmanı araştırmacı ve yazar dostlarımı arayarak, onlardan da aynı ricada bulundum, eski Farsça eserlere ulaşıp bunu ortaya çıkarmalarını tembih ettim. Ve günlerce değil haftalarca, onlardan gelecek cevapları bekledim. Sağ olsunlar; benim için günlerini harcadılar ve hummalı bir çalışmayla ortaya çıkardılar ki, Hamedan şehrinin 7'inci yüzyıldaki, yani "İslam fethi" zamanındaki nüfûsu tümüyle Kürt.
Bu şehrin adına ilk kez milattan önce 1100 yıllarında rastlanmakta ve "Amdane" olarak geçiyor. Aynı zamanda "Hegmetane", "Hegmetan", "Ekbatan", "Ekbatana", "Amedane", "Anadana" gibi isimlerle de anılmakta. Yeni Asur Aramîce yazıtlarında bu şehrin adı "Amedane"dir. Asurlular Med Kürtlerini "Ameda" olarak adlandırdıkları için, bu ismin "Med" kelimesinden türemiş olması gerekir. Kürtlerin ataları olan Medler tarafından kurulan ve şehir yapılan bir yerleşim burası. Bu nedenle Hamedan şehrinin adındaki "med" ibaresi bile Kürt Med ulusuna âtıf yapıyor ve şehrin ilk dönemlerdeki ismi olan "Amedane", kelime olarak "Medlerin yeri" veya "Medlerin yaşadığı yer" anlamına gelmektedir.
Kürtlerin bilimsel kökeni üzerine özellikle 2000 yılından beridir devam eden, ağırlıkla iskeletler üzerine yapılan DNA araştırmaları başta olmak üzere, paleo-arkeo genetik kanıtların buluntularına dayalı disiplinlerarası bir dizi bilimsel çalışma sonucunda, hâlâ yoğun nüfûslarıyla Hurri-Mittani topraklarında yaşayan Kürtlerin bu Aryan (R1a1) atalarına etno-genetik açıdan en yüksek yüzdelerle benzedikleri tespit edilmiştir. Kürt etno-genezine yapılan DNA dizilimlerinin sonucunda, Hurriler, Mittaniler, Gutiler, Lololar, Kardular, Kırtiler ve Medlerin, Kürtlerin etno-genezini oluşturan ön atalardan olduğu ortaya konmuştur. Akademisyenler ve tarihçiler, Medlerin genellikle Kürt ve Beluc etnogenezi için bir başlangıç noktası olduğuna inanır.
Dünya çapında saygın bir eser olan "Encyclopedia of the Developing World"da (Gelişen Dünya Ansiklopedisi), Antik Mezopotamya'daki uygarlıkların ve devletlerin birçoğunun Kürtler tarafından kurulduğu, Hurrilerin, Kurtilerin, Gutilerin, Hititlerin, Kassitlerin, Mittanilerin, Adiabenelerin, Sofhanelerin ve Medlerin Kürt oldukları açıkça belirtilir, hatta Hurri topraklarından bahsedilirken "Hurri Kürdistanı" nitelemesinde bulunulur. Bütün bunlar "Kürtler" başlıklı maddede geçmektedir.
Kürtlerin ataları olan Medler döneminde Hamedan şehrine, Medlerin konuştuğu eski Kürtçe dilinde "toplanma yeri" anlamına gelen "Hegmatane" adı verildi (aslında pek fazla değişime uğramamış şimdiki Kürtçe ağzıyla "Hê-koma-dane" yani "Ê koma danîne"). Yunancadaki "Ekbatan" da Hegmetane ile aynı telaffuzdur. Zamanla Hegmatane'nin adı önce "Ahmtan", "Ahamdan", ardından Sasanîler döneminde "Hamedan" olarak değişmiştir.
Antik tarih çalışmalarının ortaya çıkardığı üzere, milattan önce 2. binyılın başlarında, bu bölgedeki geniş topraklarda yaşayan iki ulusun göçüne neden olan olaylar ortaya çıktı. Bu sırada dilleri çok az farklı olan iki Aryan ulusu, Medler (Kürtler) ve Persler (Farslar), güney topraklarına taşındı. Med (Kürt) ulusu, Urmiye Gölü'nün güneydoğu bölgesinde, Hamedan ile modern Tebriz arasında yer alıyordu ve daha sonra İsfahan'a doğru ilerledi. Hem Yunan tarihçileri ve coğrafyacıların anlatımları arasında, hem de İslam tarihçileri arasında Hamedan şehrinin inşâ zamanı, yapılış şekli ve kurucusunun adı konusunda görüş ayrılıkları bulunmakta. Antik Yunan tarihçi Heredot'a göre bu şehir, ilk Med Kralı Dayiko tarafından kurulmuştur.
Medler zamanında en önemli kervan yolları Ekbatana (Hamedan)'da buluşuyordu ve bu şehir eski Medlerin kalbi sayılırdı. Genellikle Hegmetane'nin toplanma yeri, pazar yeri veya buna benzer bir şey olduğuna inanırlar. Med Kürtleri arasındaki Aşiretler Birliği'nin genel toplantılarından birinde Dayiko lider seçildi (Kürtler arasındaki töreler ve aşiret toplantıları kültürü binlerce yıldır hiç değişmemiş). Dayiko, Hegmetane (Hamedan)'yi başkent olarak seçti. Bu şehrin konumu başkent olmaya çok uygundu, çünkü Babil ve Asur'a giden yola bakıyordu.
Hamedan, Kürtlerin ataları olan Medler tarafından kurulmuştur. Antik Yunan tarihçi Heredot, Hamedan'ın milattan önce 700 civarında Medlerin başkenti olduğunu belirtir. Herodot'un yazılarına göre, Medlerin ilk kralı Dayikonun emriyle Ekbatana'da Hefthasar Sarayı (sarayın ismi de Kürtçe) olarak bilinen 7 kale ve kraliyet saraylarından oluşan devâsâ surlar inşa edildi. Tarih ve arkeoloji araştırmacılarının çoğu, Hamedan şehrinin kalbindeki Hegmatane Tepesi'nin ve modern yapılarının, bu tesislerin kalıntıları olduğuna inanmaktadırlar.
Medya Kürt Uygarlığı medeniyetin kuruluşunda renkli bir rol oynamıştır. Persler yazı yazmak için kil tabletler yerine parşömen kâğıdı ve kalemleri kullanmalarını ve yapıların yapımında çok sayıda sütun kullanmalarını Medlere borçluydular. Perslerin ahlâk yasalarının ve dinlerinin çoğu Kürt Medlerin taklidiydi. Mimarî açıdan bu, daha sonra Persepolis (Textê Cemşîd) gibi muhteşem binaların inşasına temel oluşturan Medler döneminin mimarîsiydi. Persler aslında Medlerin yönetimini çalıp onları yok etmiş, sonra kendilerine ait bir hikâye yaratıp kendilerini haklı çıkarmışlardır.
636-42 yılları arasındaki Arap İslam fetihleri zamanında da Hamedan'ın nüfusu tümüyle Kürt. Araplar Hamedan'ı eyaletin başkenti yaptılar. Müslüman Arapların nezdinde Hamedan o kadar önemli ve prestijli hale gelmişti ki, Araplar bu şehrin Nihavend'in fethinden sonra açılmasını Sasanîlere karşı kazandıkları en büyük zafer olarak görüyorlardı.
Bizim kahramanımız Tarık bin Ziyad'ın hikâyesi de işte tam burada başlıyor. Arap İslam fetihleri sırasında nüfusu tümüyle Kürt olan Hamedan'dan onlarca aile, Araplar tarafından köle ve cariye yapılarak zorla Arap Yarımadası'na ve Kuzey Afrika'ya götürüldü.
Meselenin özü ve aslı bu. Hakikatin aynası budur:
Bu Kürt ailelerden biri de Tarık bin Ziyad'ın anne-babası, ailesi. Yıl, 645. Tarık bin Ziyad'ın, isimleri bilinmeyen Zerdüştî bir Kürt karı-koca olan anne ve babası, köleleştirilerek Hamedan'dan Cezayir'e götürülüyor. Bu aile Cezayir'de, sonradan Emevîler'in Kuzey Afrika Valisi Musa bin Nuseyr'in maiyetine giriyor, onun köleleri oluyorlar. Bu trajik olaydan tam 25 sene sonra, yani anne-babası Hamedan'dan Cezayir'e götürüldükten sadece 25 yıl sonra, Tarık dünyaya geliyor. Yıl, 670. Cezayir'de doğan Tarık bin Ziyad, Berberîler arasında doğup büyüyor, Kürt olduğu halde bir Berberî gibi yetişiyor. Anne ve babası Müslüman değil, Zerdüştî. Kendisi de ilk başta Müslüman değil, hayatının bir dönemine kadar Zerdüştî olarak yaşıyor. Sonradan Müslüman oluyor ve Müslüman olduktan sonra Musa bin Nuseyr tarafından azat ediliyor. |
Kaynaklarda öyle ilginç şeyler var ki, insan araştırıp okudukça, öğrendikçe, hakikaten hayretler içinde kalmaktadır. İbn-i Haldun, "Kitab'el- İber we Diwan'el- Mubtedâ we'l- Xeber fi Eyyam'il- Arab we'l- Acem we'l- Berber wemen Âsarahum min Zawî's- Sultan'il- Ekber" adlı muazzam eserinin, sonradan bağımsız bir eser olarak yayımlanan 6 ve 7'inci ciltleri olan "Tarix'el- Berber" (Berberî Tarihi) adlı kitabında, Cezayir'de çok sayıda Kürt nüfusun yaşadığını ve bunların zamanla etnik kimliklerini yitirip "Berberîleştiğini" söylemektedir. Hatta İbn-i Haldun, bu eserinde, sözünü ettiği Kürt aşiretlerinden bazılarının isimlerini de vermektedir.
Tarık bin Ziyad, ne Berberî'dir ne Arap. Endülüs fatihi Tarık bin Ziyad, bir Kürt'tür. Bu kesin bir bilgi. Yüzde yüz bir hakikat. Bakın, Tarık bin Ziyad'ın Berberî olduğu iddiasının doğruluk derecesi çok zayıf. Zira onların dayandığı kaynak, 12'nciyy ve sonrasında bazı tarihçilerin yazdıkları. Yani Tarık bin Ziyad'dan ta 400 yıl sonra ortaya atılmış bir iddia ve hiçbir kanıt, belge de sunulmadan. Arap olduğu iddiasının doğruluk derecesi ise nerdeyse hiç yok.
Fakat benim ortaya çıkardığım, Tarık bin Ziyad'ın Kürt olduğu iddiasının doğruluk derecesi yüzde 100'dür. Öyle yüzde 80-90 değil, hatta yüzde 99 bile değil, yüzde 100. Çünkü ben o yüzyıllarda yaşamış bazı tarihçilerin iddiasını seslendirmiyorum. Ben direk kaynağından, bizzat Endülüs İslam Devleti'nin kendi resmî kayıtlarından size sunuyorum. Yani direk ana kaynaktan.
Tarık bin Ziyad'dan yüzyıllar sonra yazılmış kaynaklardan aktarmıyorum. Tarık bin Ziyad ve Endülüs İslam Medeniyeti henüz hayattayken, henüz var iken, bizzat resmî kurumlar tarafından tutulmuş kayıtlardan, Arapça ve Latince resmî yazıtlardan aktarıyorum. Bundan ötesi var mı? Benim söylediklerimi çürütebileceğiniz tek çaba, ancak öbür dünyaya gidip, Tarık bin Ziyad'ın anne babasıyla ropörtaj yapmanızdır. Onu da yapamayacağınıza göre...
(Bu konuda bahsini ettiğimiz, Tarık bin Ziyad'ın Kürt olduğunu delilleri, kaynaklarıyla ortaya çıkardığım makalemin linkini vereyim ki, okurlar direk o makaleyi kaynaklarıyla beraber okusunlar: Makalenin Türkçesi; makalenin Almancası; makalenin İngilizcesi)
Endülüs 711 yılında niçin fethedildi? Bu bir fetih mi yoksa işgal mi?
Endülüs ile ilgili anlattıklarınız ve ortaya çıkardığınız bulgular, gerçekten ezber bozan türden. Zira biz, Endülüs fatihi Tarık bin Ziyad'ı, Emevîlerin Kuzey Afrika Valisi Musa bin Nuseyr'in komutanı olduğunu biliyoruz. Resmî tarihte öğretilen, Musa bin Nuseyr'in emriyle Tarık bin Ziyad komutasındaki ordunun İspanya'yı fethe çıktığı...
Bu da doğru değil. Tarık bin Ziyad'ın, Emevîler'in Kuzey Afrika (Mağrîb) Valisi Musa bin Nuseyr'in azat edilmiş bir kölesi olması mümkün. Endülüslü ilk dönem Arap ve İspanyol tarihçilerin çoğu, Tarık bin Ziyad'ın, kendisine özgürlüğünü veren ve ordusuna general olarak atayan emir Musa bin Nuseyr'in kölesi olduğu konusunda hemfikir görünüyor. Ancak Tarık bin Ziyad'ın, gerçekten de -bize anlatıldığı gibi- Musa bin Nuseyr'in emri ve görevlendirmesiyle mi İspanya'yı fethe çıktığı yoksa Musa bin Nuseyr böyle bir harekâtı hiç istemediği ve hatta Tarık'ı engellemeye çalıştığı halde, Tarık'ın Musa'yı dinlemeden ve emirlerine uymadan, etrafına birkaç savaşçı toplayarak kendi başına mı hareket ettiği bile tartışmalıdır. Bu önemli hususta farklı kaynaklar arasında tartışmalar var ve birçok tarihçi, Tarık bin Ziyad'ın kendi başına hareket ettiğini söylüyor.
Hatta tarihçilerin söylediğine göre, Tarık bin Ziyad kendisine hiç verilmemiş görevleri üstlendi ve bırakın Musa bin Nuseyr'in emriyle İspanya'yı fethe çıkmasını, İspanya'yı fethe çıkarken Musa bin Nuseyr'e haber bile vermedi. İspanya'nın fethi harekâtını öğrendiğinde bilakis Musa bin Nuseyr büyük bir öfkeye kapılıyor ve Tarık bin Ziyad'a kin duymaya başlıyor. Musa bin Nuseyr, Tarık bin Ziyad'ı tutuklayıp zincire vurmayı hatta onu öldürmeyi bile düşünüyor.
Nasıl yani? Bütün bunlardan biz neyi anlamalıyız?
Dünyadaki en zor iş, insanın "kendi aptallığına" karşı gerçeği söylemesidir ve bence dürüst olmalıyız, "kendi aptallığımıza" karşı gerçeği söylemeliyiz: Bütün bunlardan bizim anlamamız gereken tek şey var, o da "tarih" denilerek bize hem resmî eğitimde hem de dinî eğitimde sadece yalanların anlatıldığıdır.
Neymiş, Tarık bin Ziyad, Emevîler'in Kuzey Afrika Valisi Musa bin Nuseyr'in komutanıymış da, Musa Tarık'ı İspanya'yı fethetmek için göndermiş de, Tarık bin Ziyad gemilerle İberya Yarımadası'na çıkınca Musa bin Nuseyr ve Şam'daki Emevî saltanatı sevinçten bayram etmiş de, hemen secdeye kapanıp şükür namazı kılmışlar da, bu fetih Emevîler'in büyük bir başarısıymış da... Yalan üstüne yalan!
Muhteşem bir insan olan Kürt komutan Tarık bin Ziyad, bu fetih hareketini kendi aklıyla ve etrafına topladığı Berberî savaşçılarıyla bağımsız olarak yapıyor. Musa bin Nuseyr'e haber bile vermiyor, hatta Musa ve Emevîler bunu duyunca büyük bir öfkeye kapılıyorlar, Tarık bin Ziyad'ı tutuklayıp zincire vurmayı hatta onu öldürmeyi bile düşünüyorlar. Yani 711 yılındaki İspanya'nın fethi olayı, Endülüs'ün fethi, Emevîler'in başarısı değil, tam aksine, Emevîler'e rağmen gerçekleştirilen bir başarı. Ey Tarık bin Ziyad!... Sen nasıl bir insansın? Sen ne muhteşem bir adamsın? Sen nasıl yiğit bir insan evladısın?
Düşünün ki, daha bundan 66 yıl önce, henüz kendisi doğmamışken, anne-babası ta İran'dan, Hamedan'dan Cezayir'e köle olarak getiriliyor. O da 25 sene sonra, daha bundan 41 yıl önce, Cezayir'de bu köle ailenin çocuğu olarak doğuyor. Zerdüştî ve köleleştirilmiş bir Kürt ailenin çocuğu olarak Berberîler arasında büyüyüp yetişiyor. 30'lu yaşlarda Müslüman oluyor ve azat ediliyor. Daha 40'ına yeni girmişken, etrafına onlarca Berberî savaşçı topluyor ve onlara komutanlık ederek, 41 yaşındayken gidip koskoca İspanya'yı fethediyor. Bunu da Emevî Halifeliği'ne ve bu imparatorluğun Kuzey Afrika Valiliği'ne rağmen yapıyor, onların öfkesini kazanacağını ve kendisini cezalandıracaklarını bile bile yapıyor. Tarihin gördüğü en olağanüstü şahsiyetlerden biri, kanımca.
Bitmedi ama... Erken döneme ait ve pek kimsenin bilmediği unutulmuş tarihî kaynakları araştırıp tarayarak yaptığım aktarımlara devam etmek istiyorum. Çünkü öyle şeyler var ki, insan öğrendikçe neye uğradığını şaşırıyor. Tarihî kaynaklarda Tarık bin Ziyad'a ilk âtıf, yani Tarık'tan bahsedilen en eski kaynak, 754 yılına ait Latince yazılmış olan "Mozarabic Chronicle" (Mozarap Vakayınamesi) adlı eserdir. İspanya'nın fethinden sadece 43 yıl sonra yazılmış olmasına rağmen, ilginçtir, Tarık'tan "Taric Abuzara" ismiyle bahsediyor. "754 Vakayınamesi" ya da "İspanya Vakayınamesi" gibi isimlerle de bilinen "Mozarap Vakayınamesi", 95 bölümden oluşan Latince tarih derlemesidir. Anonim bir Mozarap (Hristiyan) vakanüvis tarafından Endülüs'te yazılmıştır. Bu vakayiname, Avrupalılardan "Latin" olarak bahseden bilinen ilk referanstır ve Avrupalıları 732 yılındaki Puvatya Muharebesi'nde Müslümanları mağlup etmiş olarak betimler.
İberya Yarımadası'nda, Müslümanların egemen ve çoğunlukta olduğu Endülüs'te yaşayan Hristiyan din adamı bir yazar tarafından 754 yılında yazılmıştır. O dönemde Müslüman yönetimi altında yaşayan Hristiyanlara "Mozarab" deniyor; vakayinamenin şimdiki adı bu terimden türetilmiştir. Modern araştırmalar, nispeten zayıf bir dönem için kaynak olarak değerinin çok yüksek olduğunu tahmin ediyor. Vizigot İmparatorluğu'nun son aşamasına ilişkin en güvenilir anlatı kaynağı olarak kabul edilir ve onun İslami yayılma sürecindeki yıkımını anlatır. Aynı zamanda İberya Yarımadası'nın Müslümanlar tarafından fethini anlatan en eski kaynaktır.
"Mozarabic Chronicle", doğruluğunu kontrol etmek için çok az çağdaş kaynağa sahip olduğu 610-754 yıllarını kapsar. 'Irákleios'un Bizans tahtına çıkışıyla başlar ve Müslümanların Hispania'yı fethine dair bir görgü tanığı anlatımı olarak kabul edilir. Bu eser, 9'uncu yüzyıldan kalma, en eskisi Londra merkezli "British Library" ve Madrid merkezli "Biblioteca de la Real Academia de la Historia" arasında bölünmüş üç el yazması halinde günümüze ulaşmıştır. Diğer el yazmaları 13 ve 14'üncü yüzyıllara aittir.
Sayın Sediyani, aslî bir soru sorayım: Endülüs neden fethedildi? Zira bu temel konuda bile zihnimizdeki bilgilerden şüphe etmeye başladık. Açık açık söyleyin lütfen: Böyle bir fetih hareketine Müslümanlar niçin giriştiler?
Şüphe etmekle iyi etmiş olursunuz, zira bu en temel konuda bile bize anlatılanlar gerçeği yansıtmıyor. Şimdi, bu sohbetteki en büyük şaşkınlığı, bu sorunuza cevap verdiğimde yaşayacaksınız... Resmî İslam tarihinin yazdığına ve böylece okullarda, camilerde ve dinî sohbetlerde bize anlatıldığına göre, amaç İslam dinini Avrupa'ya yaymaktı. Yani "İlâ-yı Kelimetullah" için yapılan bir seferdi. Hristiyan Batılı propaganda aygıtlarının söylediğine göre ise, "Müslümanlar zaten barbardır" ve bu da bir tür yağma ve işgal hareketiydi. Fakat ikisi de teo-ideolojik yaklaşımlardır ve gerçeği yansıtmamaktadır. İki yaklaşım da yanlıştır. "İslam dinini Avrupa'ya yaymak" bu fetih hareketinin siyasî -ideolojik rengi olabilir ya da sonradan bu rengi almış olabilir, ancak bu fetih hareketinin asıl amacı tamamen farklıdır.
Size, dünya tarihinin en önemli hadiselerinden biri olan ve yeryüzünde yeni bir devir başlatan "Endülüs'ün fethi" hadisesinin gerçek sebeplerini anlatacağım şimdi. Fakat çok ama çok şaşıracaksınız, bunu da önceden belirteyim ve uyarayım. Endülüs'ün fethi hareketinin hiçbir yerde anlatılmayan, şimdiye dek hiç duymadığınız gerçek sebeplerini duymaya, öğrenmeye hazır mısınız? Hazırsanız, başlayalım...
Merakla ve büyük bir heyecanla bekliyoruz...
Bu dinî ve siyasî bir fetih değil. Tamamen bir "namus davası"...
Namus davası mı? Nasıl yani?
Anlatayım: O dönemde İberya Yarımadası (İspanya ve Portekiz) ne durumdaydı, nasıl bir politik ve toplumsal süreçten geçiyordu? Endülüs'ün fethini daha iyi anlayabilmek için, bunu ciddi bir biçimde irdelemek ve etüt etmek gerekiyor. Öncelikle şunun bilinmesi gerekir ki, Müslümanlar, İberya'yı yaklaşık 300 yıldır orada hüküm süren Vizigotlar'dan aldılar. Fetih zamanında, Vizigotik üst sınıf parçalanmaya başlamıştı, veraset ve iktidarı korumakla ilgili birçok sorunu vardı. Bu kısmen, Vizigotlar'ın nüfusun sadece yüzde 1-2'si olmasından kaynaklanmaktaydı; bu da isyan eden nüfus üzerindeki kontrolü sürdürmeyi zorlaştırıyordu.
300 yıldır İberya Yarımadası'nı yöneten Vizigot Krallığı, bir zulüm ve baskı devletiydi. Bu zalim krallığın egemenliği altında özellikle Berberîler, Yahudiler, Katolik Kilisesi'ne muhalif Hristiyanlar ve bir de krallıkla aynı ırktan (Vizigot) ama rejim muhalifi kesimler büyük zulümler görüyordu. Endülüs'ün fethinden 1 yıl önce, 710 yılında Rodrigo, yeni Vizigot Kralı oluyor. Ancak Vizigot soylularının bir kısmı, Wittiza'nın oğlu II. Aguila'yı destekliyorlar. Babası ve önceki hükümdar tarafından kral ilan edildikten sonra, o da bu şekilde hareket ederek bölgeyi bölüyor.
Vizigot Krallığı devletinde, şöyle bir uygulama vardı: Gotik soyluların ve valilerin, çocuklarını eğitim ve yetişmeleri için krallığın sarayına göndermeleri bir gelenekti. Yani önemli bir statüde bulunan yahut krallığa bağlı bir vilayette valilik makamında yer alan üst düzey kişiler, ergenlik çağına gelmiş çocuklarını kraliyet sarayına eğitim için göndermeliydiler. Bu çocuklar sarayda belli bir eğitimden geçerdiler. Çünkü krallığa bağlı üst düzey rütbeli kişilerin çocukları eğitimli bireyler olmalı, kraliyet sarayının rıhle-i tedrisinden geçmeliydiler.
Endülüs'ün fethinden sadece bir yüzyıl sonra yaşamış olan Mısırlı Arap tarihçi, hukukçu, muhaddis ve fakih İbn-i Abdulhakem, başyapıtı durumundaki "Fûtuh-u Misr we'l- Mağrîb we'l- Endelûs we Axbaruhâ" (Mısır, Mağrîb ve Endülüs'ün Fethi ve Haberler) adlı eserinde naklettiğine göre, bir devlet politikası olan bu geleneğin bir gereği olarak, Septe Valisi Julián da (bu adam bir Berberî'dir), kızı Florinda la Cava'yı Kral Rodrigonun sarayına eğitim için gönderiyor. Bu Berberî kızcağız sarayda eğitim aldığı sıralarda, Kral Rodrigonun oğlu (ülkenin prensi) kıza âşık oluyor. Ancak aşkına karşılık alamayınca Florinda'ya zorla sahip olmaya çalışıyor ve kıza tecavüz ediyor.
İslam tarihçisi Arap ilim adamı İbn-i Abdulhakem'in bu tarihsel aktarımlarını, erken dönem Hristiyan kaynakları da teyit etmektedir. Kimi kaynaklar Berberî kızı Florinda'ya tecavüz eden kişinin bizzat Kral Rodrigo olduğunu, bazı kaynaklar Rodrigonun oğlu olduğunu, bazı kaynaklar da kraliyet ailesinden biri olduğunu söylüyorlar. Biricik kızı kraliyet sarayında kraliyet ailesi tarafından tecavüze uğrayan Septe Valisi Julián, öfkeden deliye döner. Bir baba olarak büyük acı duymakta, yüreği dağlanmaktadır. Müthiş bir intikam hırsına kapılan Julián, Kuzey Afrika'daki soydaşlarına, Berberîler'e haber veriyor, yaşananları anlatıp intikam için yardım istiyor.
Septe Valisi Julián, Güney İberya'da bazı derebeyliklere sahipti ve ülkenin eski yöneticileri olan Gheita ailesiyle iyi ilişkileri vardı. Rodrigo yönetimini devirmek ve intikamını almak için, rakibi II. Aguila ile ittifak kurdu. Aynı zamanda Gheita ailesinin arasından birilerini Müslüman Berberîler'e elçi olarak gönderiyor. Kürt komutan Tarık bin Ziyad ve Berberî arkadaşları, o sırada Tunus topraklarındaki Qayrewan'dadır. Bir Berberî olan Septe Kontu Julián, Tarık bin Ziyad'a bir mektup göndererek bütün olan bitenleri anlatıyor. Eğitim için saraya gönderdiği biricik kızı Florinda'nın Kral Rodrigo tarafından tecavüze uğradığını söyleyerek, intikam için yardımlarına ihtiyaç duyduğunu iletiyor.
Berberî vali Julián, Kürt komutan Tarık'a ve Berberî arkadaşlarına yazdığı mektupta; "Eğer kızının intikamını alırlarsa; Vizigot Krallığı'nı onların ayaklarının altına sereceğini, bütün İspanya topraklarına sahip olacaklarını ve bunu sağlayacak gücün kendisinde olduğunu, Boğaz'ı (Cebelitarık Boğazı'nı) geçmeleri için yardımcı olacağını, bir dizi ticaret gemisine sahip olduğunu ve bunlarla Müslümanları İspanya tarafına rahatça geçirebileceğini, hatta gemileri bu iş için hazırlamış bulunduğunu, ayrıca aşağılık Kral Rodrigonun siyasî muhalifleriyle de yakın dost olduğunu, İspanya'yı ele geçirmek için tüm şartların hazır ve konjüktürün uygun olduğunu" belirtiyor.
Endülüslü Berberî tarihçi İbn-i Qutiyye, kaleme aldığı "Tarix-i İftitah'el- Endelus" (Endülüs'ün Fethi Tarihi) adlı eserinde belirttiğine göre, Julián ayrıca Tarık'a ve arkadaşlarına yazdığı mektupta, onlara ülkenin güzelliğini, erdemini, içerdiği iyi şeyleri anlattı ve Vizigotlar'ın durumunun ne kadar kötü olduğundan bahsetti. Onları zayıf olarak nitelendirdi.
Tarık bin Ziyad ve arkadaşları, bu tecavüz haberini aldıktan sonra çılgına dönerler ve intikam yemini ederler. Bir araya toplanıp Allah adına yemin ederler, namus ve şeref sözü verirler:
Tecavüze uğrayan Berberî kızı Florinda'nın intikamı alınacak, Vizigot Krallığı yıkılacak, tüm İspanya toprakları fethedilecek, alçak ve şerefsiz Kral Rodrigo ve ailesi öldürülüp cehenneme gönderilecektir.
Ünlü komutan Tarık bin Ziyad, her ne kadar Kürt ise de Berberîler arasında doğup büyümüş, onlar arasında yetişmiş bir isim. Berberî toplumuyla arasında manevî bir bağ var ve duygusal olarak kendisini bu topluma ait hissediyor. Bu da anlaşılabilir, insanî bir durum.
Aslında aynı durum, diğer bir dünyaca ünlü Kürt lider ve komutan Selahaddin Eyyubî de de mevcut. Selahaddin Eyyûbî, Kafkasya çıkışlı bir Kürt'tür. Botanlı Behdinanlı değil, Kafkasyalı bir Kürt'tür. Ve daha çarpıcı olan, Çerkesler arasında yetişmiş bir Kürt'tür. Savaşçı kişiliğini de büyük ölçüde aralarında büyüdüğü Çerkes halklarından alır. Selahaddin Eyyubî, Kafkasyalı Hezbanî Kürtlerindendir ve Ravadîye Kürt aşiretinin Şadî koluna mensubudur. Böyle olduğu için, Selahaddin Eyyubî, Çerkesleri devletin en üst kademelerine yerleştirmişti. Eyyubî ordusunun komuta kademesi, Kürtlerden ve Çerkeslerden oluşuyordu. Orduyu yönetenler Kürt ve Çerkes komutanlardı.
Bir önceki sorunuza cevap verirken söylediğim gibi; Tarık bin Ziyad kendisine hiç verilmemiş görevleri üstlendi ve bırakın Musa bin Nuseyr'in emriyle İspanya'yı fethe çıkmasını, İspanya'yı fethe çıkarken Musa bin Nuseyr'e haber bile vermedi. Bunun sebebi işte budur! Tarık bin Ziyad ve emrindeki Berberî ordusunun, neden Emevîler'in Kuzey Afrika Valisi Musa bin Nuseyr'e hiç haber dahi vermeden böyle cesur bir fetih hareketine giriştikleri, şimdi daha iyi anlaşılıyor, değil mi? Çünkü bu bir "dinî fetih hareketi" değil, bu bir "namus davası". Ve haber verilseydi, harekât muhakkak engellenirdi.
Fetih nasıl gerçekleşti?
Endülüs İslam Devleti'nin kendi resmî tarih kayıtları olan ve Tarık bin Ziyad'ın 711 yılında gemilerle Cebelitarık Boğazı'na çıkmasından başlayarak ta 10'uncu yüzyılın sonuna kadar bütün tarihsel süreci kayıt altına almış olan ve Arapça yazılmış "Axbar'un- Mecmuâtun fî Feth'il- Endelûs" adlı eserin İspanyolca tercümesi olan "Colección de Obras Arábigas de Historia y Geografía" (Arapça Tarih ve Coğrafya Eserleri Koleksiyonu) adlı hazine değerindeki eserde yazdığına göre, Kürt komutan Tarık bin Ziyad, 7 bin kişilik bir ordu hazırlıyor. Bu ordunun tamamı Berberî savaşçılardan oluşuyor.
Ünlü Berberî tarihçi İbn-i İzarî de, geride bıraktığı tek eseri olan "El- Beyân'ul- Muğrîb fî İxtisar-i Axbar-i Mûlûk'il- Endelus we'l- Mağrîb" adlı kitabında aynı bilgiyi vermektedir. Tarık bin Ziyad'ın Berberî ordusunun 7 bin kişiden oluştuğunu yazmaktadır. Mısırlı Arap tarihçi, hukukçu, muhaddis ve fakih İbn-i Abdulhakem de Tarık bin Ziyad'ın hazırladığı Berberî ordusunun 7 bin savaşçıdan oluştuğunu kaleme almıştır. Bu bilgi, başka da pek çok sağlam kaynakta geçiyor. Tarık bin Ziyad'ın bu harekât için oluşturduğu Berberî ordusunun 7 bin savaşçıdan oluştuğu, kesin bir gerçek. Kimi Batılı araştırmacılar ise, Tarık bin Ziyad'ın ordusunun içinde, birkaç yıl önce Müslüman Araplar tarafından yenilgiye uğratılan Aurèsli Berberî dağcıların varlığına dikkat çekiyorlar.
Kaynaklarda yazdığına göre, Julián'ın kızı Florinda'nın intikamını almak için Tarık bin Ziyad'ın 7 bin kişilik bir orduyla İberya (İspanya) topraklarına saldıracağını haber alan Vizigot Kralı Rodrigo, Müslümanların (Berberîler'in) tehdidine karşı koymak için 100 bin kişilik bir ordu topluyor. 7 bin kişilik bir orduya karşı 100 bin kişilik bir ordu!.. Görünüşe bakılırsa, Rodrigonun kazanması kesin gibi ve bizim Tarık'ın hiçbir şansı yok! Fakat görüntü yanıltıcı. Çünkü Rodrigonun hiç hesaplayamadığı veya farkına varamadığı bir durum var: Rodrigonun hazırladığı 100 bin kişilik ordudaki askerlerin hatta komutanların çoğu, Rodrigonun acımasızca tahttan indirdiği muhalifi Wittiza'nın oğulları tarafından yönetiliyordu ve onlara sadıktılar. Yani Rodrigonun ordusundaki askerlerin ve komutanların çoğu aslında "düşman" Tarık bin Ziyad ordusunun kazanmasından yanalar ve savaş başladığında, kazanmak için değil, kaybetmek için savaşacaklar.
Bu sırada İspanya'da hüküm süren Vizigot Krallığı taht kavgaları, toplum içindeki çatışmalar ve Yahudileri zorla "Hristiyanlaştırma" politikasının sebep olduğu çeşitli problemlerle karşı karşıya idi. Ve nihayet tarihin akışını değiştirecek olan o müthiş günler gelip çattı. Tarık bin Ziyad ve emrindeki ordu Endülüs'ü fethetti.
Yani bu hem dinî bir fetih değil hem de Müslümanların tek başına gerçekleştirdiği bir fetih değil. Öyle mi anlamalıyız?
Kesinlikle öyle. Vizigot Kralı Rodrigonun ordusu, sayıca Kürt komutan Tarık bin Ziyad'ın ordusundan nerdeyse 15 kat daha güçlüydü (7 bin kişiye karşı 100 bin kişi). Fakat Tarık bin Ziyad ve emrindeki "İslam ordusu" daha avantajlıydı. Çünkü İspanya (Vizigot Krallığı) içinde, Tarık bin Ziyad'a yardım edecek (yani modern tabirle "vatana ihanet edecek") çok önemli unsurlar vardı.
Endülüs'ün fethi harekâtında, İspanya (Vizigot Krallığı) içinde, Tarık bin Ziyad'a yardım edecek (modern tabirle "vatana ihanet edecek") önemli unsurlar şunlardı:
- Tecavüze uğrayan kızı Florinda'nın intikamını almak isteyen ve zaten bunun için bu seferi de bizzat başlattıran Septe Valisi Julián'a bağlı Berberîler
- Vizigot Krallığı tarafından zorla "Hristiyanlaştırılmaya" çalışılan ve İspanya topraklarında her türlü zûlüm ve baskıya maruz kalmış olan Yahudiler
- Vizigot Kralı Rodrigonun muhalifi olan Wittiza'ya bağlı Vizigotlular
- Vizigot ordusu içinde, Kral Rodrigoya değil, muhalifi Wittiza'nın oğulları tarafından yönetilen ve onlara bağlı olan komutanlar ve askerler
Tarihin en büyük fetihlerinden biri olan 711 yılındaki Endülüs'ün fethi hadisesi, Müslümanların (bir Kürt komutan önderliğindeki Berberî akıncıların) tek başına gerçekleştirdiği bir başarı değildir. Resmî İslam tarihi bundan bahsetmek istemez ve zaten bahsetmekten özenle kaçınır ama, bu, Müslümanların, Yahudilerin ve İspanya içindeki "vatan haini" Vizigotlar'ın iş birliğiyle gerçekleşmiş bir zaferdir. Bir kere, tarihsel bir gerçek olarak, her şeyden önce bunu teslim etmemiz gerekiyor.
Bir de başka bir şey daha var: Tarık bin Ziyad'ın İslam ordusu, en büyük gücünü Vizigot Krallığı'nın (İspanya'nın) içinden alırken, aynı şekilde, Kral Rodrigonun Vizigot ordusu da en büyük gücünü Emevî İslam Halifeliği'nden alıyordu. Böyle bir paradoks da var. Zirâ elinizdeki kitabın daha önceki bölümlerinde de anlattığımız üzere, Emevî İslam Halifeliği böyle "çılgınca" bir fetih hareketine şiddetle karşıydı ve haberleri olsaydı engellerdiler. İşte bu yüzden, Tarık bin Ziyad ve ordusu, bu fetih hareketini Emevî İslam Halifeliği'ne ve Emevîler'in Kuzey Afrika Valisi Musa bin Nuseyr'e hiç haber dahi vermeden gerçekleştirdiler.
Endülüs'ün fethi hadisesinde Yahudilerin muazzam rolüne hususen değinmemiz gerekiyor. Yahudiler, bu fetih hareketinde Tarık bin Ziyad'a ve emrindeki İslam ordusuna en büyük desteği verenlerdir. Yani Müslümanların Endülüs'ü fethi, İspanya topraklarındaki Yahudilerin yardımıyla gerçekleşmiştir. Bunu iyi anlamamız gerekiyor, çünkü anlamazsak, tarihi doğru okuyamayız. Endülüs İslam Medeniyeti zamanında Yahudilerin her türlü hak ve özgürlüğe sahip olmalarının, İslami yönetim altında barış ve huzur içinde yaşamalarının sebeplerini biraz da burada aramak gerekir.
Nitekim 1492 yılında Endülüs İslam Medeniyeti yıkıldığında ve Haçlılar o toprakları işgal ettiğinde de canlarını kurtarmak için hicret eden Yahudiler başka bir yere değil, yine Müslüman bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu'na sığındılar. Bu çok düşündürücü bir olaydır. Bugün ülkemizde yaşayan ve toplumumuzun en renkli kesimlerinden biri olan Yahudi vatandaşlarımız, işte bunların soyundan geliyorlar.
Bazı kesimler şöyle diyorlar: "Haçlıların 1492 yılında İspanya'yı ele geçirmesi bir işgal ise, 711 yılında Müslümanların ele geçirmesi niçin fetih oluyor? Tarafsız baktığımızda, o da işgal değil mi?" Siz ne düşünüyorsunuz? Müslümanların 711 yılında İspanya topraklarını ele geçirmesi, bir "fetih" mi, yoksa bir "işgal" mi?
Bir "ele geçirme" hareketinin fetih mi işgal mi olduğu, o ele geçirmeyi yapan gücün dinî veya etnik kimliğine bakılarak tanımlanmaz. Bu noktada dürüst, objektif ve namuslu olmak lazım. Bir şey işgal ise işgaldir, bunu ister Müslümanlar yapsın ister başkaları. Bunu öncelikle belirteyim.
Ancak 711 yılında Müslümanların İspanya topraklarını ele geçirmesine "işgal" demek, ya büyük bir cehaletin ürünüdür, ya da hastalıklı bir İslamofobi'nin, yani İslam düşmanlığının ürünü. Müslümanların 711 yılında Endülüs'ü fethi, insanlık tarihinin en onurlu ve en hakkaniyetli fethidir. Buna "işgal" demek için ya cahil olmak lazım ya da İslam düşmanı. Bunu Müslüman olduğu için böyle söylemiyorum, bir tarihsel hakikat olarak, hakkın teslimiyeti olarak söylüyorum.
Zaten cahillerin bu takıntılı ideolojik söylemlerine karşılık, aklı başında dünya bunun bir işgal olmadığını farkında. Nitekim bugünkü Cebelitarık parasının üzerinde Tarık bin Ziyad'ın resmi var. Cebelitarık Özerk Yönetimi, günümüzde Büyük Britanya Birleşik Krallığı'na bağlı özerk bir birim, biliyorsunuz. İşte Birleşik Krallık'a bağlı Cebelitarık Özerk Yönetimi, paralarının üzerine İslam kumandanı Tarık bin Ziyad'ın resmini basmış durumda.
Bir önceki soruya yanıt verirken anlattım zaten: O sırada İspanya topraklarında yaşayan halklar, yüzde 2'lik küçük bir azınlığın diktası altında yaşıyor. Bu azınlık krallığı, o coğrafyayı zulüm ve baskıyla yönetiyor. Kuzey Afrika'daki Müslümanların o topraklarda hiçbir şekilde gözü yokken, oraları "fethetmek" gibi düşünceleri dahi yokken, onlara mesaj gönderip "Gelin bizi bu zalim krallıktan kurtarın" diye yalvaran onlar, oranın halkı. Endülüs'e sefer olduğunda, oranın halkları kendi krallığından değil, saldıran Müslümanlardan yana tavır gösteriyor. Vizigot ordusundaki askerlerin hatta komutanların bile çoğu, savaş başlayınca kazanmak için değil kaybetmek için mücadele ediyorlar ki zalim ve despot Vizigot Krallığı'ndan kurtulsunlar.
Müslümanlar, İspanya (Vizigot) topraklarındaki halkların yardımıyla savaşı kazanıyor. Tarık bin Ziyad ve emrindeki orduyu Cebelitarık'a çıkartan da bu tarafın değil, öbür tarafın halkı. Bu nasıl işgaldir? Hayır, bu işgal değil, bu şerefli ve kahramanca bir fetihtir. İnsanlık tarihinin en onurlu, en erdemli fetih hareketidir. Zulüm altında inim inim inleyen mazlum halkları, zalim ve despot bir krallıktan kurtarmak, özgürlüğüne kavuşturmaktır. Hem de o mazlum hakların cesur ve muhteşem desteğiyle. Fakat 1492'de Haçlıların Endülüs'ü yıkması ve o toprakları ele geçirmesi, bir işgaldir. Korkunç ve karanlık bir işgal hem de.
Endülüs'ün fethi ve Endülüs İslam Medeniyeti ile ilgili elimizdeki en eski kaynaklar, 12'nci yüzyıldan öteye gitmiyor. Tabiî fetihten yüzyıllar sonra yazılmış eserler ne derece sağlıklı bilgi verebilir, sizin de belirttiğiniz gibi şüpheyle yaklaşmak lazım. Bu noktada sayın hocam, sizin ilk elden kaynaklara ulaşmış ve bize asıl kaynağından bilgi aktarıyor oluşunuz gerçekten çok kıymetli...
En eski kaynaklarda çok ilginç şeyler var gerçekten. Mesela, Tarık bin Ziyad'la ilgili bu sefer de "biraz magazinsel" bir bilgi paylaşayım: Bazı kaynaklarda, Tarık bin Ziyad'ın tüm seferlerinde yanında bir kadın olduğu ve 711 yılında gemilerle Cebelitarık'a geçip İspanya'yı fethettiklerinde de, Tarık'ın yanında Ümmü Hakim adlı bu kadının bulunduğu yazılmaktadır. Ancak ilişkilerinin doğası belirsizliğini koruyor; Ümmü Hakim adlı bu kadın Tarık bin Ziyad'ın karısı mı, kız kardeşi mi, yoksa sevgilisi mi, bu bilinmiyor. Bu da garip. Kim bu Ümmü Hakim? Bilinmiyor...
İlk başta Tarık'ın hânımı olduğu düşünülebilir, fakat yine de kafalarda kuşkular oluşturmuyor değil. Zira o dönemde komutanlar böyle seferlere giderken ailelerini, eşlerini yanında götürmezler, kız kardeşlerini de götürmezler. Hele hele küçük bir orduyla koca Avrupa'ya meydan okuyan, "intihar girişimi" gibi böyle tehlikeli bir sefere asla götürmezler.adının ismi Ümmü Hakim olduğuna göre, demek ki bu kadın bir anne. Hakim adında bir çocuğu var. Eğer Tarık'ın eşiyse, bu Kdurumda çiftin Hakim isminde bir çocukları var demektir. Fakat şayet kadın dul ise, o zaman Tarık'ın sevgilisi olabilir.
Aynı kaynaklarda belirtildiğine göre, bu kadın Cezayir'de bir köleymiş. Tarık seferlere çıkarken onu da yanına alarak (büyük ihtimalle kaçırarak) gitmiş. Yani beraber kaçmışlar sanki. Eğer öyleyse, kadın kendisiyle aynı etnik kökenden (Kürt) olabilir; nitekim Tarık da ondan birkaç sene öncesine kadar köle statüsündeydi, sonra azat edildi. Kadın ise henüz azat edilmemiş bir köle olabilir. Oldukça garip bir durum ve hakikaten esrarengiz bir olay. Acaba bizim Tarık, sefere çıkarken, "nasıl olsa benim için artık geri dönüş yok" diye düşünüp, fırsat bu fırsat, sevdiği kadını da kaçırıp mı gitmiş sefere?
Olmaz demeyin; Kürtlerin işi belli olmaz... Eğer öyleyse, Tarık diğer manada da "gemileri yakmış" anlaşılan...
Viking Çağı'nda Endülüs: Müslüman olan Vikingler
Sayın Sediyani; Endülüs İslam Medeniyeti, bir Arap medeniyeti mi, yoksa bir Berberî medeniyeti mi?
Bütün tarihsel okumalarımız ışığında, taraflı tarafsız tüm kaynakları incelediğimizde, ortaya net bir fotoğraf çıkıyor ki, o da şudur:
İberya Yarımadası, 711 yılında Kürt komutan Tarık bin Ziyad komutasındaki Berberî akıncılar tarafından fethedilmiş, Avrupa kıtasındaki Endülüs İslam Medeniyeti, orayı fetheden Berberîler tarafından kurulmuştur. Anavatanları Kuzey Afrika'da bile devletsiz kalmış ve Arapların boyunduruğu altına girmiş olan Berberîler, böylesine muazzam bir fetih hareketine imza atmışlardır. Fakat anavatanları Kuzey Afrika'da onları boyunduruk altına almış ve devletsiz bırakmış olan Araplar, yeni fethettikleri İspanya'da da onları rahat bırakmamış, 1 yıl sonra gidip onların bu fetihlerini gasp etmişlerdir. Araplar ve Kuzey Afrika'daki Emevî Arap yönetimi, böyle "çılgınca" bir fetih hareketine bilakis başından beri karşıydı. Çünkü "intihar" olarak görüyorlardı. Ancak fetih hareketi başarılı olunca şaşkına döndüler ve alelacele İspanya üzerine yürüdüler, Berberilerin bu tarihî fethini gasp etmek için.
Yaşanmış olan, tam olarak budur.
Buradaki "can alıcı" soru şu: 712 yılında Müslüman Araplar, İspanya'yı kimden alıp "fethetmeye" (!) çalışıyorlar?
El- Cevap: 1 yıl önce, 711'de orayı fethetmiş olan Müslüman Berberilerden. Kendi -güya- din kardeşlerinden.
Tarık bin Ziyad, Musa bin Nuseyr'in emirlerine uymadığı için cezalandırılmak istense de ikisi de ülkeyi ele geçirmeye devam ederek Zaragoza ve Navarra'ya kadar ilerliyorlar. Tarık bin Ziyad liderliğindeki ilk fetih grubu, esasen kendileri yakın bir zaman önce Müslüman olmuş Berberilerden oluşuyordu. Bu ordunun, İslam-öncesi döneme tarihlenen, İberya'ya yapılan tarihî büyük ölçekli fetihler modelinin devamını temsil etmesi muhtemeldir ve bu nedenle fethin başlangıçta planlanmadığı öne sürülmüştür. Hem "754 Vakayınamesi" ya da "İspanya Vakayınamesi" gibi isimlerle de bilinen "Mozarabic Chronicle" (Mozarap Vakayınamesi), hem de daha sonraki İslami kaynaklar, önceki yıllarda baskın faaliyetlerinden bahsetmektedirler ve Tarık'ın ordusunun bu kesin zaferden bir süre önce zaten mevcut olması ihtimali bulunuyor.
İlk başta ordunun bir Kürt komutan tarafından yönetilen Berberî ordusu olması, daha sonra Emevîler'in Kuzey Afrika valisi olan Musa bin Nuseyr'in, ilk başta "küçük bir yağmayı" yönetmeye tenezzül etmemesi ancak sonraki yıl beklenmedik zaferin kesinleşmesiyle fethe katılması da bu ihtimali desteklemektedir. Bu o kadar kesin bir tarihsel gerçektir ki, birçok Arap tarihçi bile, Tarık bin Ziyad'ın Cebelitarık Boğazı'nı, Emevî valisi Musa'ya hiç haber vermeden geçtiğinden bahsetmektedirler. "Mozarabic Chronicle"in, şehir halkının, şehri savunmak yerine yüksek noktalara kaçtığından bahsetmesi de bunun kalıcı bir değişiklikten ziyade, ilk başta geçici bir fetih olduğunun düşünüldüğü fikrini destekler.
711- 14 yıllarında Vizigot Krallığı'nın Tarık bin Ziyad ve yönetimindeki Berberî Müslümanlar tarafından fethinden bu yana Müslüman Endülüs huzur olarak neredeyse hiç dinlenmedi. Araplarla Berberîler arasında ve Arapların kendi aralarında defalarca savaşlar ve çatışmalar çıktı. Bunun nedeni, bir yandan savaşçılar olarak Güney İspanya'yı ele geçirmenin asıl yükünü üstlenen, ancak makam ve toprakların dağıtımında pek dikkate alınmayan Berberilerin memnuniyetsizliği, diğer yandan ise kabilelerin yaşadığı kabile ilişkileriydi. Ayrıca imparatorluğun çeşitli askerî bölgelerindeki Arap garnizonları (cund) arasında da anlaşmazlıklar bulunuyordu.
Bin yıla yakındır bize yalanlarla dolu bir tarih okuttuklarını gösteriyor, bu bilgiler. Kaynaklarda öyle ilginç şeyler var ki, insan araştırıp okudukça, öğrendikçe, hakikaten hayretler içinde kalmaktadır. Ve bize bin yıldır nasıl yalanlar uydurup anlattıklarını gerek okullarda olsun gerek camilerde gerek resmî eğitimde olsun gerek dinî eğitimde, bizi ne tür yalanlarla uyuttuklarını acı çekerek anlamaktadır.
Araplar ve Kuzey Afrika'daki Emevî Arap yönetimi, böyle "çılgınca" bir fetih hareketine bilakis başından beri karşıydı. Çünkü "intihar" olarak görüyorlardı. Ancak fetih hareketi başarılı olunca şaşkına döndüler ve alelacele İspanya üzerine yürüdüler, Berberilerin bu tarihî fethini gasp etmek için. Ve bunu -ne yazık ki- başardılar da. Arapların gasp ettiği Berberî medeniyeti, öylesine muazzam bir uygarlıktı ki, olumlu etkisini tüm Avrupa kıtası hâlâ yaşıyor.
Berberilerin gelişinin ardından İspanya'da (Endülüs'te) olağanüstü bir "tarım devrimi" de yaşanmıştı. Bu tarım devrimi, hem toplum hem de ekonomi açısından büyük önem taşıyordu. Pirinç, sert buğday, muz, karpuz, portakal ve daha fazlası gibi yeni mahsullerin ve noriaların (bir tür su çarkı) kullanımı gibi yeni ve daha yaygın sulama tekniklerinin birleşimi, tarımsal çıktının daha fazla, daha tutarlı olması ve yılın daha uzun bir bölümünde gerçekleşmesi anlamına geliyordu. Bu, nüfusun daha sağlıklı ve kıtlığa karşı daha az savunmasız olmasını sağladı. Demografik büyümeyi teşvik etti. Çiftçiler daha yüksek gelir elde ettiler ve üretimlerini daha da çeşitlendirebildiler. İncir gibi bazı mahsuller de nakit mahsul olarak yetiştirildi.
Endülüs İslam Medeniyeti henüz mevcutken, o tarihlerde dünyada "Viking Çağı" da yaşanıyor. Şunu öğrenmek istiyoruz: Vikingler Endülüs'e de saldırdılar mı? Saldırdıysalar, neler yaşandı?
Dünyanın dört kıtasına yelken açan ve ayak basan Vikinglerin, dünyanın bu kadim yerlerinde karşılaşmadıkları ve tanışmadıkları kavim neredeyse kalmamıştır. Haliyle, karşılaşmadıkları ve tanışmadıkları din de.
Vikingler, bu "deniz seferleri"ne çıkmadan önce, ne Hristiyanlık dinini tanıyorlardı, ne İslam ve Musevilik dinlerini biliyorlardı, ne de Budizm, Hinduizm gibi dinleri duymuşlardı. Fakat giriştikleri bu "deniz seferleri" sonucunda, denilebilir ki, bu dinlerin hepsiyle tanışmışlardır. Hatta sonradan büyük bir kısmı Hristiyan, az bir kısmı da Müslüman olmuştur.
İslam ile tanışan Vikinglerin İslam dini ile münasebetleri, Batı Vikinglerin Arap ve Berberî Müslümanlar ile, Doğu Vikinglerin ise Çerkes, Kürt ve Fars Müslümanlar ile tanışmaları üzerinden olmuştur.
İslam Tarihi kaynaklarında, Vikinglerden bahsedilirken "Erdmanîyyun", "Mecûs" ve "Rus" ifadeleri kullanılmıştır. Endülüs ve Mağrib topraklarına da ayak basan ve buralarda hâkimiyet kurma çabası veren Vikingler, İslam dini ile de tanışmışlardır.
Avrupa'ya, Atlas Okyanusu ve Akdeniz kıyılarına Viking saldırıları başladığında, İberya Yarımadası'nda bugünkü İspanya ve Portekiz devletlerinin kurulu olduğu topraklar İslam egemenliği altındaydı. Bu topraklarda, Endülüs İslam Devleti vardı.
842 yılında Vikingler, Fransa'daki Loire Nehri ağzında kalıcı bir üs kurunca, güneydeki İspanya'ya artık saldırma vakti de böylece gelmişti. Vikinglerin Endülüs İslam topraklarına ilk saldırısı ve Endülüs topraklarına ayak basışı, 844 yılındadır.
Bu saldırıda Vikinglerin lideri, efsanevî Viking lideri Ragnarr Loðbrók'un oğlu olan Danimarkalı deniz kaptanı Bjørn Járnsíða Ragnarsson'dur. Bjørn Járnsíða'nın annesi, Ragnarr'ın eşi olan (ve TV'deki "Vikingler" dizisinin de başkarakteri) Åslaug Sigurtsdatter'dir.
844 yılında Vikingler, Ragnarr Loðbrók'un oğlu olan Bjørn Járnsíða ve Hásteinn komutasında, 100 gemiden oluşan bir filoyla Akitanya kıyılarına çıktılar. Atlas Okyanusu'ndan gemilerle Garonne Nehri'ne girerek, ırmağı Toulouse şehrine kadar takip ettiler. Oradan da Akdeniz'e açılıp Fas ve Kuzey Afrika'ya doğru yelken açtılar.
Vikinglerin Atlas Okyanusu kıyısındaki Endülüs şehri Uşbûne (bugünkü Portekiz'in başkenti Lizbon)'ye ilk saldırısı, 844 yılının Zilhicce ayındadır ve 13 gün sürmüştür. Vikingler, okyanus ağzındaki Tejo Nehri'ne çıkarak buradan Lizbon şehrine girmişlerdi.
Lizbon halkı bu saldırılara gemilerle ve kayıklarla karşı koydu. Şehrin valisi Wehbullah bin Hazm'ın yaptığı başarılı mukavemet sayesinde Vikingler bu bölgeden çekilmek zorunda kaldılar. Vikingler ayrıldıktan sonra Wehbullah bin Hazm, Endülüs İslam Devleti Emiri II. Abdurahman'a uğradıkları saldırıyı ve Endülüs'ün nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu bildiren bir mektup yazdı. Buna karşılık II. Abdurrahman, sınır boylarını ve sahilleri koruyan kalelerin muhkem hale getirilmesi ve takviye güçlerle desteklenmesini emretti. Vikingler Lizbon'dan Cádiz'e ve oradan da Archidona'ya geçtiler. Archidona'da Müslümanlar ile aralarında çarpışmalar oldu.
Batılı kaynaklar, 844 yılında Endülüs'e yaptıkları bu ilk saldırılarda Vikinglerin bir kısmının Wadi'il- Kebir (bugünkü Guadalquivir) kıyılarındaki yerleşimlerde Müslümanlar ile tanıştığını ve sohbet etme imkânı bulduklarını, böylece İslamiyet'le tanıştıklarını, bu Vikinglerin İslam dinini benimseyip gönüllü olarak Müslüman olduklarını ve ondan sonra da gemi seferlerine geri dönmeyip İşbilîye (bugünkü Sevilla) hinterlandındaki köylere yerleştiklerini, Endülüs köylerinde Müslüman köylülerle birlikte "Müslüman köylü" olarak yaşamlarını sürdürdüklerini söylemektedirler.
Yine buna benzer kimi kaynaklarda belirtildiğine göre, yağma ve talan için Endülüs topraklarına saldıran Vikinglerin bir kısmı yerli Müslüman halklarla tanışma ve kaynaşma şansı bulmuş, Müslümanların inançlarından ve yüksek ahlâklarından etkilenerek Müslüman olmuşlardır. İslam dinine geçen Vikingler, Kurtuba (bugünkü Córdoba) ve İşbilîye (bugünkü Sevilla) civarlarına yerleşmiş ve burada peynir ticareti ile meşgul olmuşlardır. Müslüman olduktan sonra peynircilik yapan bu Vikingler, bölgede "peynir üreten Müslüman Viking köylüler" olarak nam salmaya başlamışlardır. Muhtemeldir ki bugün İspanya'da yaşayan ve kendini İspanyol zanneden ve fakat aslında o Müslüman olmuş Vikinglerin soyundan gelen insanlar da vardır.
Vikingler aynı yıl Guadalquivir Nehri'ne 80 gemilik bir filoyla girdiler. Vadi boyunca herhangi bir sur, kale veya hisar olmaması nedeniyle başkent İşbilîye (Sevilla)'ye kadar ilerleyebildiler. 25 Eylül 844 günü İşbilîye'ye akın eden Vikingler, şehre 12 fersah uzaklıktaki bir bölgede karargâh kurdular. Karşılarına çok sayıda Müslüman savaşçı çıktıysa da 29 Eylül 844 günü Müslümanlar kesin bir şekilde yenilgiye uğradılar. Bu çatışmalarda çok sayıda Müslüman şehit olmuştur. Şehri boşaltan Müslümanların önemli bir kısmı da dağlara kaçmıştır. Dağlarda kendilerini daha güvende hisseden insanlar, İşbilîye'ye saldıran Vikingler ile savaşmak için geri dönüp birkaç defa çarpışmışlardır.
1 Ekim 844 günü Müslümanlar Vikinglere karşı ikinci kez yenilgiye uğradılar. Çok sayıda esir ve kayıp veren Müslümanlar, zor durumda kalmışlardı. Vikingler o gün karşılarına çıkan her şeyi kılıçtan geçirerek Endülüs'ün başkenti İşbilîye (Sevilla) şehrine girmeyi başardılar. Vikinglerin İşbilîye (Sevilla) şehrinde kaç gün kaldıklarını İslam tarihçileri farklı farklı nakletmektedirler.
Endülüs Emiri II. Abdurrahman işte tam da bu noktada, belki de İşbilîye'nin Kurtuba (bugünkü Córdoba)'ya yakınlığı yüzünden kuvvetlerini seferber etti. Zira Kurtuba da saldırıya uğrayabilirdi. II. Abdurrahman bazı komutanlar öncülüğünde Vikinglerin üzerine yürümek için karargâh kurdurttu. Ancak Vikingler daha önce davranarak saldırıya geçtiler ve bu çatışma sırasında 70 Viking savaşçısı öldürüldü. Gemilerine çekilmek zorunda kalan Vikinglerle mücadele etmesi için II. Abdurrahman bölgeye başka bir ordu sevk etti ve Vikingleri takibe devam etti. Viking ordusu güçlü bir şekilde takviye almasına karşın Müslümanlar yaşadıkları her bölgede Vikinglerle topyekûn mücadeleye giriştiler. Vikinglerin Müslümanlara saldırması üzerine başlayan savaşı Müslümanlar birçok Endülüslünün ısrarla savaşa devam etmesi sayesinde güçlükle kazanabilmiştir.
Savaş sonunda 500 Viking savaşçısı öldürülmüş, 30 Viking gemisi ele geçirilmiş ve gemilerin içindeki 4 bin Viking esir alınarak gemiler ateşe verilmiştir. Vikingler birkaç gün daha bölgede kalsalar da daha fazla direnemeyerek Atlas Okyanusu üzerindeki gemilerine kaçmış ve Müslümanların kendilerine ulaşmalarının önüne geçmişlerdir.
Viking saldırıları yoğunlaşınca, Endülüslü Müslümanlar, açık bir hedef haline gelen başkent İşbilîye şehrinin etrafına sur inşa etmişlerdir. Ayrıca Atlas Okyanusu kıyısında yer alan birçok kale tahkim edilmiş ve buraları korumakta olan birliklere takviyeler yapılmıştır.
Kimi Batılı güvenilir kaynakların naklettiği çok ilginç bir bilgiye göre, Vikinglerin tüm güçleriyle Endülüs topraklarına saldırdığı yıllarda, bu saldırılar sürerken, Endülüs Emiri II. Abdurrahman, çok deneyimli bir diplomat olan Yahya ibn-i Hakem el- Bekrî el- Ğezal el- Ceyanî'yi bizzat Vikinglerin ülkesi İskandinavya'ya göndertmiş, tecrübeli diplomat el- Ğezal burada Danimarka ve Norveç Krallığı ile görüşmüş ve o devletin krallarına, "Sizinle aramızda hiçbir husumet ve münasebet olmadığı halde savaşçılarınız neden bize saldırıyor? Onları buradan ta oraya yağma ve fetihler yapmak için kim gönderiyor?" diye hesap sormuştur.
İberya'dan İskandinavya'ya bu seyahati gemiyle yapan el-Ğezal'ın bu yolculuğu 3 gün sürmüştür. Tarihsel kaynakların söylediğine göre, bu diplomatik seyahat vesilesiyle İskandinavya coğrafyasını "dünya gözüyle" temaşa şansı yakalayan el- Ğezal, İskandinavya coğrafyasının güzelliğine, adalarına, birbirinden güzel ırmaklarına ve meyvâ ağaçlarına hayran kalmış, Viking-Endülüs savaşı durulduktan sonra bu kez de sırf "turistik seyahat" amaçlı gemiyle İskandinavya'ya gezmeye gelmiş, Yahya İbn-i Hakem el- Ğezal'ın bu İskandinavya gezisi tam 9 ay sürmüştür.
İslam tarihçilerinin aktardığına göre, Vikingler, 859 yılında 62 gemilik bir filoyla yeniden Endülüs'e saldırdılar ve Endülüs topraklarına ayak bastılar. Vikinglerin başında, yine Ragnarr Loðbrók'un oğlu olan Bjørn Járnsíða ve bir de Hásteinn vardı.
Endülüs İslam Devleti'nin yeni emiri I. Abdurrahman el- Awset, Vikingler ile savaşmak için bir ordu görevlendirdi. Viking gemileri İşbilîye'ye kadar ulaşarak İşbilîye yakınlarında bulunan bir adayı işgal ettiler ve burada kendilerine bir üs kurdular. Daha sonra Endülüs içlerine yönelerek Tedmira halkını yenilgiye uğrattılar ve Yuwale Kalesi'ni ele geçirmeyi başardılar.
Vikinglerin Endülüs'te ve İberya Yarımadası'nda son kez görülmeleri, 1015 yılındadır. Bu tarihte bir Viking filosu, Atlas Okyanusu üzerinden gelip bugünkü Galisya ve Portekiz topraklarında akan Minho Nehri'ne girdi ve Galisya topraklarında bulunan Tui şehrini yağmaladı. Bu hadise, Vikinglerin Endülüs ve İberya topraklarındaki son eylemidir.
Vikingler ile İslam dünyası arasındaki münasebetlerden geriye bugüne dek gelebilmiş ve İsveç, Norveç, Danimarka gibi ülkelerde yapılan çeşitli arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan izler ve eserler de bulunmaktadır. Bunların arasında bazıları, Müslüman olan Vikingler ile ilgili ipuçları da vermekte. İsveç'te tarihî bir Viking yerleşimi olan Birka köyünde 1872-75 yılları arasında arkeolog, etnograf ve entomolog Knut Hjalmar Stolpe tarafından yapılan bir kazıda, 9'uncu yüzyıldan kalma bir Viking mezarı bulundu. Yapılan araştırmada, bu mezarın bir Viking kadınına ait olduğu belirlendi. Kadının parmağında bir yüzük vardı ve yüzüğün üzerinde Arap harfleriyle "Allah" yazılıydı.
Bu yüzük kadının kolyesinde asılı bir şekilde bulunmuştur. Yüzük, 1942 yılından beri İsveç'in başkenti Stockholm'da bulunan İsveç Tarih Müzesi'nde sergilenmekte. 23 Şubat 2015 tarihinde yine Birka Viking köyünde yapılan arkeolojik kazılarda, bir Viking kadınına ait başka bir mezar bulundu. Mart ayında bu cesedin bir Viking kadınına ait olduğu belirlendi. Kadının yine parmağında yüzük vardı ve yüzüğün üzerinde "Allah", "İnşallah" yazıyordu. Bu arkeolojik keşifler, İskandinavya toplumunda ve uzmanlar arasında "Vikingler acaba Müslüman mı olmuşlardı?" tartışmasını da beraberinde getirdi.
Bir kadın cesedinin üzerinde yüzük bulunması ve bu yüzükte de Kur'an harfleriyle "Allah" yazması, elbette tek başına o kadının Müslüman olduğuna delil değildir. Sonuçta Viking kadınları bu tür takı eşyalarını çok seviyorlardı ve seferde bulundukları herhangi bir İslam ülkesinde kadın bunu satın almış da olabilir ya da yağmalama yoluyla ele geçirmiş de olabilir ve hatta gittiği bir İslam beldesinde arkadaşlık kurduğu Müslüman bir kadın tarafından veya belki de ona âşık olan Müslüman bir erkek tarafından kendisine hediye edilmiş de olabilir.
Fakat şu var: Ceset yakılmamış, gömülmüştür. Vikingler ölülerinin cesetlerini yakıyorlar, küllerini denize atıyorlardı. Kadın yakılmayıp gömüldüğüne göre, bu Viking kadınının din değiştirdiği kesindir. Üzerinde de Kur'an harfleriyle yazılmış "Allah", "İnşallah" ve "Allah için" yazılı takılar çıktığına göre, girdiği yeni din İslam'dır. Uzmanlar da bu mantıkla yola çıkarak, bu sonuca varıyorlar.
İskandinavya'da yapılan arkeolojik kazılarda Viking mezarlarından çıkartılan İslami eserler, yalnızca bir yüzük ve birkaç boncuktan ibaret değil. Bu konuda birçok eser ortaya çıkartılmıştır. Yine Birka'da ortaya çıkarılan Viking mezarlarındaki incelemeler sırasında üstünde Arap harfleriyle "Allah" ve "Ali" yazılı giysi ve kumaşlar bulunmuştur. Bunlar şu anda Enköping Müzesi'nde sergilenmektedir.
Vikinglerden kalma İslami eserler, yalnızca İsveç'te değil, Norveç'te de bulunmuştur. Norveç'in Trøndelag iline bağlı Skaun ilçesinde Şubat 2015 tarihinde arkeologlar, muhtemelen 950 yılı civarında ölmüş ve aralarında iyi korunmuş bir kılıç ile bir kalkan ucu da bulunan silahlarıyla birlikte gömülmüş bir Viking savaşçısının mezarını buldular. Kalkanın tahta kısmı korunmamış olsa da kalkanın ucundaki metal kısmı günümüze kadar gelmişti. Bu parçanın üstünde büyük ihtimalle bir balta ya da kılıç darbesinin neden olduğu bir iz de bulundu. Bu da kalkanın savaşta kullanıldığını gösteriyordu. Daha ilginç olan ise, metal kalkan ucunun içinde bir deri kese bulunması oldu. Bu kesenin içine saklanmış olarak da, İslami sikkeler ortaya çıkarıldı.
Vikingler ile İslam dünyası arasındaki kültürel, ticarî, sosyal ve itikadi münasebetler öyle görünüyor ki bilinenden ve sanılandan çok daha büyük. Ortaya çıkartılan her bilgi ve bulgu, bu ilişkilerin büyüklüğünü daha da artırıyor. Vikinglerin Endülüs'te neler yaptıklarını ve Müslümanlar ile ilişkilerini, son kitabım olan ve Almanca yayınlanan "Wikinger: Horden aus dem Norden" adlı kitabımda geniş biçimde anlattım.
Sayın Sediyani, Endülüs'e bakış açımızı oldukça değiştiren bu bilgilendirici sohbet için teşekkür ediyoruz.
Asıl ben teşekkür ediyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Dünyanın ve Ortadoğu'nun tarihî bir süreçten geçtiği bu zamanda, inşallah coğrafyamız makus talihini yener ve bin yıllık uykudan uyanır. Bizler, bu coğrafyanın kadim ve çilekeş halkları olarak el ele vererek, güç ve kader birliği yaparak Endülüs Medeniyeti'ni yeniden inşa eder, kimsenin kimseye üstünlüğünün olmadığı, kimsenin kimseye zulüm ve haksızlık etmediği, herkesin hakkının, kimliğinin ve statüsünün tanındığı eşit halklar, eşit yurttaşlar olarak yeni bir siyasal iklimin yeşermesine öncülük ederiz. Ve bölgenin tüm halkları, Kürtler, Türkler, Lazlar, Çerkesler, Farslar, Araplar, Berberîler ve Yahudiler, hep birlikte barış ve huzur içinde yaşarız.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish