Suriye'yi kim yönetecek? Kim nasıl bir Suriye istiyor? Ahmet eş-Şera'yı bekleyen tehlikeler neler?

Dr. Cemal Kazak, Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AFP

20'nci yüzyıl Ortadoğu'suna damgasını vuran siyasal hareketlerden biri olan "Ebedî Misyona Sahip Tek Bir Arap Ulusu" sloganıyla seküler Arap milliyetçiliği düşüncesi üzerine kurulan Baas Partisi'nin son kalesi olan Suriye rejimi tarihin tozlu sayfalarında yerini almış gözüküyor. 

Peki, bundan sonra ne olacak?

HTŞ / PYD gibi örgütlerin Suriye'nin geleceğinde ne gibi bir rolü olacak?

Bölgesel aktörler bu konuda ne düşünüyor?

Bu gelişmeler Türkiye'yi nasıl etkileyecek?

Bunlar gibi, cevaplanması gereken önemli sorular var önümüzde.

Türkiye kamuoyu gazetecisinden siyasetçisine, sanatçısından, sporcusuna Suriye'de yaşanan olaylarla ilgili tamamen ikiye bölünmüş durumda.

Bir taraf tamamen yeni Suriye yönetiminin aleyhinde konumlanırken diğer tarafta adeta Suriye'nin yeniden fethedildiği gibi hamasi duygulara sahip.

Saha gerçekliğinden uzak tamamen hamaset dolu bu iki yaklaşımın reel politik bir karşılığı olmadığını ifade etmek gerekir. 

Evet, Suriye'deki muhalif güçler yaklaşık 13 yıldır Esed rejimi ile mücadele ediyor ve büyük bedeller ödendi.

Ortada 60 yılı aşkın Baas rejiminin zulmü altında yaşanmış büyük bedeller ödemiş bir Suriye halkı var.

Nice analar evlatlarını nice kadınlar eşlerini ve çocuklarını kaybetti bu süreçte.

Cansız bedeni kıyıya vuran Aylan bebeğin görüntüleri unutulmadı.

Halep'teki bombalanan evinin enkazından çıkarılan Ümran bebeğin ambulansın içinde titreyen görüntüleri hâlâ zihinlerde.

Bir umut için Avrupa'ya gitmek üzere ölümüne yolculuğu göze bir mültecinin kucağında çocuğuyla birlikte koşarken ayağına takılan çelmeyi de dün gibi hatırlıyoruz. 

Evet, Suriye devrimi ilk aşamasını tamamladı. Rejim düştü. Yeni bir sayfa açılıyor.

Elbette ki muhaliflerin bu başarısına gölge düşürmek ve komplo senaryoları yazmak doğru olmayacaktır.

Fakat devletlerin çıkarları bölgesel ve küresel aktörlerin bölgede attığı adımlar bu duygusallığın çok daha ötesinde kararlar almayı ve uygulamayı gerektirmektedir.

Bu nedenledir ki durumun içinde bulundurduğu risklerin doğru analiz edilmesi gerekmektedir. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

2011 sonrası başlayan Arap Baharı süreci İslamcı hareketler için imkân olduğu kadar, aynı zamanda bir imtihan da olmuştur.

Şu bir gerçektir ki devrimlerin gerçekleşmesi kadar devrim sonrası kazanımların hayata geçirilmesi de önemlidir.

Mısır ve Tunus'ta yaşanan süreç bize göstermiştir ki devrim sonrası dönüşüm, devrimi gerçekleştiren aktörlerin çok fazla özverili ve fedakâr olmalarını gerektiren bir süreçtir.

Ortadoğu'da gerçekleşen Arap Baharı sürecine göz attığımızda hemen hemen bütün ülkelerde karşı devrimler veya askeri darbeler gerçekleşmiştir.

Arap Baharı sonrasında birçok ülke neredeyse ulusal birliğini kaybetme noktasına gelmiştir.

Sudan Arap Baharı sürecinden önce ikiye bölünmüş Güney Sudan, Sudan'dan ayrılmıştı.

Yemen, iç bölünmeler ve bölgesel güç mücadelesi ile ağır bir yıkıma maruz kaldı.

Libya, Kaddafi'den sonra bitmeyen vekâlet savaşlarını yaşıyor, maalesef ülke silahlandırılmış yüzlerce milis gücünün kendi derebeyliğini kurmaya çalıştığı bir döneme tanık oluyor.

Irak ise zaten uzun yıllardır merkezi otoritenin kaybolduğu bir ülke. Lübnan ise yıllardır ulusal birliğini inşa edememiş bir durumda.

Dolayısı ile Suriye'de defacto şekilde bölünmüş bir ülke olarak benzer riskleri içinde barındıran bir ülke.

Dolayısı ile Suriye'de gerçekleşen devrim veya halk isyanı umut olduğu kadar birtakım zorlukları da içinde barındırmaktadır. 


Pragmatist bir kişilik olarak Ahmet eş-Şera... Şera'yı bekleyen tehlikeler neler?

Tarih sahnesinde gerçekleşen devrimlere ve iktidar değişimlerine baktığımızda otoriter bir rejimden kurtulan ülkelerde etnik, dini ve ideolojik olarak iktidar üzerinde sert güç mücadeleleri meydana gelmektedir.

Tüm tarafların birbirlerine karşı kendi isteklerini kabullendirmeye ve ülkede nüfuz kurmaya çalıştığı görülmektedir.

Bunun sonucunda da ülkede siyasi istikrarsızlık ve ekonomik bunalımlar baş göstermektedir.

Uzun yıllar otoriter bir rejim altında yönetilen ve bu rejimin yarattığı siyasi, sosyal ve ekonomik çarpıklıklarla baş etmeye çalışan bir ülkede geçiş sürecinin sorunlu olması beklenen bir gelişmedir.

Bu saydıklarımızın dışında Suriye'de Ahmet Şera'yı ve yeni yönetimi ne gibi tehlikeler bekliyor?

Herkesin bildiği gibi HTŞ'nin kökleri Suriye'de Irak El Kaide'si olarak bilinen Irak İslam Devleti'ne (IŞİD) dayanmaktadır.

Muhammed el-Colani (Ahmed eş-Şera), Irak El Kaide'sinin Irak Şam İslam Devleti'ne dönüşmesi kendi üzerinde baskı kurmaya başlaması ile 2013 yılında IŞİD'den ayrılarak Eymen Zevahiri'ye biat yemini ederek el-Kaide'ye bağlanmıştır.

Bu kararla Colani dönemin şartları içinde bölgedeki diğer gruplar üzerinde etkisini artırmayı hedeflemiştir.

Kuruluşundan bu yana hem cihatçı kimliğini korumaya çalışmış hem de pragmatik bir tutum sergileyerek hayatta kalma ve bölgedeki siyasi etkisini artırma çabası içinde olan HTŞ daha çok Suriye içindeki çatışmalara odaklanarak küresel cihat hareketlerinden farklı bir çizgi izlemeye başlamıştır. 

Colani, 2021 yılında verdiği bir röportajda, "Evet, Batı'nın bölgedeki bazı politikalarını eleştirdik ama Suriye'den ABD'ye ve Avrupalılara savaş açmak doğru değil. Suriye'den Avrupa veya Amerikan halkını hedef alan dış operasyonlar yürütmek politikalarımıza tamamen aykırıdır. Bu bizim hesaplamalarımızın bir parçası değildi ve bunu hiç yapmadık" dedi.

Buna rağmen, uluslararası arenada HTŞ'ye yaklaşım değişmemiş ve Birleşmiş Milletler, ABD ve Türkiye gibi ülkeler HTŞ'yi hâlâ El Kaide bağlantılı bir örgüt olarak değerlendirerek terör listesinde tutmaktadır.
 

colani cnn
Halep'in ve Hama'nın alınmasından sonra ilk röportajını CNN'e veren Colani, gerçek adı Ahmed al-Sharaa olarak konuştu / Fotoğraf: CNN​​​​​​

 

Bir Suriyeli olarak Suriye'nin toplumsal dokusunu çok iyi bilen ve yerelleşme çabaları içinde olan Colani, IŞİD ya da El Kaide ideolojisinin dışlayıcı kimliği ile Suriye toplumunda tutunamayacağının farkındaydı.

Amacı küresel bir cihad hareketini yürütmekten daha çok Suriye'deki Baas rejimini yıkmak olan Colani bu sebeple Nusra Cephesinin el-Kaide ile resmi bağlarını 2016 yılında kopararak adını Cebhetü Fethu'ş-Şam olarak değiştirdi.

Bu geçiş sürecinde karşımıza önemli bir isim çıkıyor Ebu Ebu Mariye el Kahtani Nusra'nın HTŞ'ye dönüşümünde Colani'yi destekleyen dini ve ilmi fikirleri ile ona yol gösteren önemli bir figür.

Nusra'nın el-Kaide ile yollarının ayrılmasında yaptığı konuşlar ve yayınlar HTŞ tabanında önemli etki uyandırmıştır. 

Görünüşe göre örgüt, yalnızca imaj ve biçimle ilgili değil, kuruluş yıllarında benimsediği fikirlere, tabi olduğu yöntem ve kurallara kadar uzanan bir değişim arzusunda.

Colani'yi, yerelleşmeye ve Selefi cihatçılığa aidiyet yükünü omuzlarından atmaya iten sebep hiç şüphesiz ki Levant bölgesinin toplumsal yapısından kaynaklanıyordu.

Radikal Selefi düşüncenin, Suriye toplumunda tarihsel, sosyal, kültürel ve dini dinamikler göz önüne alındığında tutunması zor, bunun sebebi, Suriye'nin tarihsel çeşitlilik içeren toplum yapısı, dini gelenekleri ve tarihi olarak mezhepsel ve etnik çoğulculuğu ile Selefi ideolojinin katı ve ayrıştırıcı doğasının çatışmasıydı.

Radikal örgütler, savaş ve kaos ortamında belirli kesimlerde kısa vadeli destek bulabilse de bu destek genellikle geçicidir ve çıkar temellidir. 

Hiç şüphesiz ki halkın çoğunluğunun huzur ve istikrar arayışı, radikal örgütlerin toplum genelinde geniş çaplı bir karşılık bulmasını zorlaştırmaktadır.

Suriye, hem mezhepsel (Sünni, Alevi, Şii, Hristiyan, Dürzi vb.) hem de etnik (Arap, Kürt, Türkmen, Ermeni vb.) çeşitliliğe sahip bir ülkedir. Bu çeşitlilik, radikal Selefi söylemin toplumun geneline hitap etmesini zorlaştırmaktadır.

Çünkü Selefi ideoloji genellikle diğer mezhepleri ve etnik grupları dışlayıcı bir tutum sergilemektedir.

Tarihsel olarak, Suriye'de İslam'ın daha çoğulcu yapıya sahip olan tasavvufi geleneklerinin güçlü olduğunu söyleyebiliriz.

Selefi düşüncenin bu tasavvufi geleneklerle uyumsuzluğu, Selefi ideolojinin kabul görmesini sınırlayan en önemli faktördür.

Suriye, tarih boyunca tasavvufi öğretilerin önemli bir merkezlerinden biri olarak çeşitli tasavvuf ekollerine ve tarikatlara ev sahipliği yapmıştır.

Tasavvufun Suriye'deki etkisi, toplumun dini ve kültürel dokusunu şekillendiren en önemli etken olarak karşımıza çıkar.

Şazeli, Nakşibendei, Melami, Rufai gibi tarikatlar Suriye'deki tasavvufi geleneğin en önemlileridir.

Selefi cihadist ideolojiyi benimseyen Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) gibi grupların mevcut ideolojileri doğrultusunda Suriye'yi yönetmesi hem yerel hem de uluslararası dinamikler açısından oldukça karmaşıktır ve birçok engelle karşı karşıyadır.

Suriye'de tasavvufi ekoller, radikal Selefiliğe karşı önemli bir denge unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu bağlamda tasavvuf ekollerinin köklü manevi ve toplumsal etkisi, Selefi ideolojilerin Suriye toplumunda geniş çapta yerleşmesini zorlaştıran önemli bir faktör olmaya devam etmektedir.

Colani, uzun vadede, Suriye toplumunun bir arada yaşama kültürü ve çoğulcu yapısı, radikal Selefilik gibi ayrıştırıcı ideolojilere karşı önemli bir engel oluşturacağının farkındadır.

Bu bağlamda Suriye'yi yönetmenin toplumsal konsensüsü sağlamaktan geçtiğinin bilincinde hareket etme eğilimindedir.

Bu bağlamda Ahmed Şera'nın geçmiş yıllarda kendisini çokça eleştiren Suriye İslam Meclisi Başkanı Şeyh Usame el-Rufai'yi ziyaret ederek İstanbul'da vefat eden kardeşi Şeyh Sariye el-Rufai için taziye ziyaretinde bulunması Şera'nın Suriye toplumunun hassasiyetlerini göz ardı etmediğinin en önemli göstergesidir.
                                                        

 

Ahmet Şera'nın bu söylemlerinin ve adımlarının birilerini rahatsız etmesi muhtemel.

Hiç şüphesiz ki en çok rahatsız olanlar HTŞ'nin tabanı ve Selefi gruplar olsa gerek.

Onların beklentileri Şera'nın gerçeklerinden çok farklı. Nitekim Şera ekonomik anlamda çökmüş bir ülke devir aldı önünde birçok zorluklar var en önemlisi de Suriye'yi parçalanmadan bir arada tutmak.

Beklentileri karşılanmayan bu grupların onu Batı yanlısı, devrimi satan bir siyasetçi olarak etiketlemesi ve Colani'ye karşı cihat ilan etmesi de olası bir seçenek.

Bu sebeple Şera'nın öncelikli olarak kendi tabanını kontrol altına alıp yönetmesi Suriye'yi yönetmesinden daha önemli.

Ayrıca Selefi grupların Mısırda olduğu gibi Mursi iktidarına karşı bölgesel aktörler tarafından organize edilmesi riski de bulunmakta.

Nitekim uzun yıllar siyaset dışında kalan, 25 Ocak Devrimine dahi katılmayan İhvan'ı siyaset yapmakla eleştiren Mısır Selefileri devrim başarılı olur olmaz partilerini kurdular ve kısa süre önce "küfür" olduğu ve "caiz" olmadığını belirttikleri 'demokratik' siyasi sürece girerek İhvan'a rakip oldular.

Mursi iktidarı boyunca Selefi gruplardan ve İhvan içinden gördüğü muhalefeti belki de liberal ve sol çevrelerden görmedi diyebiliriz.

Benzer şeylerin Ahmet Şera'yı da beklediğini söyleyebiliriz.

Ayrıca, Şera'nın önündeki önemli sorunlardan birisi de yeni Suriye ordusunun bir an önce kurulması.

Rejim değişimlerinden sonra dönüşüm süreçleri en önemli problemlerden biri de yeni ordunun kurulması gelmektedir.

Suriye'de yeni ordu kurulmasının önündeki en büyük engellerden birisi kabile kökenli, belli bir etnik mensubiyet etrafında örgütlenmiş gruplar ile dünyanın farklı yerlerinden mücahit olarak gelmiş yabancı savaşçılardır.

Formal bir eğitim almayan bağımsız savaşçıların askere dönüştürülmesi ve bir emir komuta zincirine bağlanarak disipline edilmesi çok kolay bir süreç değildir.

Maalesef Suriye ordusu Cumhuriyet ordusundan ziyade belli bir azınlık grubuna ait ordu olması geçiş sürecini daha da zorlaştıracaktır.

Burada Türkiye ve Suriye arasında yapılacak iş birliği ile yeni ordunun tesis edilmesi sağlanabilir. 


Suriye'de gelecek senaryoları: "İhtiyatlı İyimserlik"

Suriye parçalanacak mı yoksa yeniden bir ulus inşa edilebilecek mi?

İsrail'in yayılmacı politikaları ne olacak, Suriye'nin geleceğinde PKK-PYD yapılanması nasıl yer alacak?

Kim nasıl bir Suriye görmek istiyor?

Hiç şüphesiz Türkiye toprak bütünlüğünü korumuş bir Suriye görmek isterken aynı şeyi ABD ve İsrail için söylememiz mümkün mü?

BEA, Suud, Mısır ve Ürdün nasıl bir Suriye görmek istiyor?

Ve kim hangi gücü harekete geçirerek istediği Suriye'yi inşa etmeye çalışacak?

Dürzi bölgelerinde İsrail politikası ne olacak?

Maalesef ülkemizde saha gerçekliğinden uzak yapılan hamasi analizler konunun doğru anlaşılmasındaki en büyük engel olarak duruyor maalesef. 

Hiç şüphesiz Körfez ülkeleri ve komşu Arap ülkeleri Suriye'de oluşacak yeni yönetimin kendilerini tehdit edecek bir şekle bürünmesini istemiyor.

Özellikle Körfez ülkeleri ve Mısır Suriye'de İhvan benzeri bir yapının oluşmasını kendi ulusal güvenlikleri için tehdit olarak algıladığından buradaki sürece müdahil olarak kontrol altına almaya çalışacaktır.

Ayrıca Türkiye ve Katarın Suriye'de aşırı etkin rol oynaması da başta Körfez olmak üzere Arap ülkelerini rahatsız etmesi muhtemeldir. Bu bağlamda Suriye'de ilk altı aylık periyod içinde birçok risk barındırmaktadır.

Suriye'de Türkiye'nin ulusal çıkarlarına zarar vermeyecek bir sistemin kurulması çok kısa vadede gerçekleşebilecek bir gelişme olarak gözükmüyor.

Eğer HTŞ Suriye toplumunun çeşitliliği göz önünde bulundurarak ülke genelinde bütün unsurları Suriye vatandaşlığı zemininde kapsayıcı bir yönetim inşa edemezse Suriye'nin etnik ve mezhepsel ayrılıkları temelinde yeni bir iç savaş girdabına girme ve Lübnanlaşma olasılığının yüksek olduğunu söyleyebiliriz.

Tüm bu kaygılara rağmen herkes HTŞ yönetimine bir fırsat verme konusunda hem fikir gibi Mısır hariç. 

Esed rejiminin düşmesi ile ülkede kötü günlerin bittiğini düşünmek kör iyimserlik olsa gerek.

HTŞ yönetiminin yıkımı devraldığı ülkede başa çıkmak zorunda olduğu geçmişi uzun yıllara dayanan ağır bir sosyolojik dram ve trajedi var.

Devletin yeniden yapılandırılması, kurumların tekrar işlevsel hale getirilmesi için ciddi bir zamana ve enerjiye ihtiyaç olduğu kesin.

Bu sebeple ülkenin geleceği ile ilgili en doğru tanımlama hamasi duygulardan uzak "ihtiyatlı iyimserlik" olmalı.

Bu anlamda sanki Suriye Baas rejimi altında 60 yıldır demokratik şeffaf bir hukuk devleti gibi yönetiliyormuş gibi Türk medyasında kimilerinin sürekli bir şekilde ifade ettiği ülkede İsveç-Norveç benzeri bir demokratik siyasi sistem kurulacağını beklemek polyannacılık olur.

Çoğulculuk önemli bir prensiptir ama bu coğrafyada hangi ülkede çoğunluk siyasi karar alma süreçlerine katılıyor ki.

Elbette ki devrim sonrası süreçlerde birtakım aksaklıklar meydana gelecek tam anlamıyla beklentileri karşılamayacaktır.  

Herkesin mutlu ve razı edilmesi mümkün olan bir şey değil. Bu sebeple süreci görmeden kesin bir yargıda bulunmak doğru olmayacaktır. 
 


Bölünmüş ve istikrarsız bir Suriye kimin işine yarar?

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki jeopolitik ve jeoekonomik anlamda ABD başta olmak üzere küresel aktörlerin bu bölgede değişmeyen temel hedeflerini görmezden gelemeyiz.

Bu hedefleri Brzezinski şu şekilde özetlemektedir: 

Bölgenin sahip olduğu enerji kaynakları, ABD'ye buraya egemen olmaktan başka bir alternatif bırakmamaktadır. Bu sebeple Amerika, Bölgeyi kendi stratejik çıkarlarına uygun olarak şekillendirmelidir. Bu bölgeye egemen olmak ABD'ye başka stratejik çıkarlar da sağlamaktadır: Ekonomileri bölgeden güvenli petrol akışına bağımlı olan Avrupa ve Asya ekonomilerini denetim altında tutma gücüdür. Bu bölge o kadar önemlidir ki, ABD herhangi bir bölgesel gücün beklenti ve önceliklerini buraya dayatmasına izin vermemelidir.


Benzer şekilde Suriye'nin stratejik önemini İngiliz gazeteci Patrick Seale şöyle ifade etmektedir: 

Suriye üzerinde doğrudan bir hâkimiyete sahip olunmadıkça hiç kimse Ortadoğu'yu kontrol altına alamaz. Bölgenin ABD'nin stratejik çıkarlarına uygun olarak şekillendirilmesi demek ABD'nin bölgedeki en önemli müttefiki olan İsrail'in güvenliğini tehdit edebilecek yapıların bertaraf edilmesi demektir. Bu bağlamda bir diğer hedef ise kendi kontrollerinde İran, Türkiye ve Suriye topraklarını da kapsayacak şekilde kukla bir Kürt devletinin kurulmasını sağlamaktır. 


Divide et İmpera (Böl ve Yönet) 

Latince: divide et impera deyiminden kaynağını alan böl ve yönet kavramı, rakiplerini bölerek ya da onları bölünmüş vaziyette tutarak zayıf durumda bırakmak isteyen devletlerin izledikleri yoldur.

Bugün de üst aklın Suriye'de uygulamak istediği plan bu gibi gözüküyor bir farkla bugünkü siyasi denklemde Kürtlerde var artık.

Yani demem o ki ABD başta olmak üzere küresel aktörler kalıcı olarak bölünmüş bir Suriye istiyorlar.

Suriye'de merkezi hükümetin kurulması kolay olmayacaktır. Irak'ta ortaya çıkan yapının bir benzerinin bundan sonraki süreçte Suriye'de de ortaya çıkma olasılığı çok yüksek görünüyor ya da bu konu Suriye'deki çatışmanın temelini oluşturacak gibi. 

İsrail'in Ortadoğu'daki Kanlı Stratejisi 1982 yılında eski bir diplomat olan Oded Yinon adlı bir gazetecinin raporunda kendisini açığa veriyor.

Yinon'a göre Büyük İsrail'in oluşması sadece iç dinamikler ile değil, komşu ülkelerin durumu ile de ilgilidir.

Eğer komşu ülkeler birleşme yoluna giderse bu İsrail için en büyük tehdittir.

Yapılması gereken ise önce düşman ülkeleri mezhep ve etnik temelde iç karışıklık çıkarıp bölmek ve bu durumdan faydalanarak İsrail'in bölgesel gücünün tesisini sağlamaktır.

Devletini kurduktan sonra bir sonraki hedefine odaklanan ve bunun için gece gündüz dur demeden her alanda aktif olarak çalışan İsrail, nihai hedeflerine henüz ulaşamamıştır.

Bu nedenledir ki İsrail sürekli bir şekilde Suriye'nin askeri alt yapısını hedef alan saldırılar düzenlemekte Dürzi liderlerle toplantılar yapmaktadır.

Parçalı ve bölünmüş güçsüz bir Suriye hiç şüphesiz İsrail'in çıkarları açısından en doğru seçenek. 


Bugün konuyu sadece teopolitik açıdan değerlendiren ve İsrail'in Kutsal topraklar (Arz-ı Mevud) söylemini dikkate alan birçok araştırmacı tarafından gözden kaçırılan bir konu daha var İsrail'in sürekli bir şekilde artan nüfusu.

Kurulduğu 1948'den beri nüfusu tam 10 kat artarak 8 milyonu aşan İsrail'de kadınların doğurganlığı 3,1 çocuk seviyesinde.

Yüzölçümü olarak dünyanın en küçük ülkelerinden biri olan İsrail'in nüfusu 70 yıl içinde on kat artarak 8 milyonu geçmiş bulunuyor.

Diğer ülkelerle kıyaslandığından ise doğurganlık oranı OECD rakamlarına göre iki katı seviyesinde.

Bu rakamlar açık bir şekilde göstermektedir ki İsrail'in önündeki en büyük problem artan nüfusu 22 bin km karelik bir yere sığdırmaya çalışması olacaktır.

İsrail'in içinde bulunduğu nüfus sorununu, en net bir şekilde ortaya koyan Yeşil Hareket Partisi'nin kurucusu Alon Tal şöyle diyor:

İsrail mevcut nüfus yoğunluğu artışıyla ekolojik, sosyal ve hayat kalitesi faciasına doğru yol alıyor.


Peki, İsrail bu sorunu nasıl çözebilir? 

Ya nüfus artışını durduracak politikalar izleyecek ya da ya da artan nüfusunu barındırabilmek için yeni topraklar edinecek.

İsrail'in nüfus artışını durdurmayı bırakın yavaşlatması bile İsrail'in varlık nedenine aykırı bir durum.

Bu nedenle bu asla uygulanabilecek bir şey değil.

Bu durumda geriye bir tek çözüm kalıyor; İsrail'in topraklarını genişletmesi gerekiyor.

İslam coğrafyasının ortasında bulunan İsrail topraklarını nasıl ve nereye doğru genişletecek?

İsrail nasıl yeni toprak edinecek? Kimin toprağını alacak?

Tabii ki yavaş yavaş istikrarsızlaştırmayı ve iç karışıklıklar çıkarmayı başardığı çevre ülkelerinden toprak alarak bu sorunu çözmek isteyecek.

Bu anlamda İsrail'in en kolay toprak alabileceği yer Lübnan ve Suriye gözüküyor.

1967'de İsrail ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasında yaşanan Altı Gün Savaşı sırasında İsrail, Suriye'ye ait olan ve verimliliği yanı sıra, su kaynaklarıyla göz dolduran Golan Tepelerini işgal etmişti.

İsrail 1981'de resmen ilhak ettiğini duyurduğu Golan topraklarında bugüne kadar 30'dan fazla yeni yerleşimi kurmuş durumda.
 

İsrail ordusu askerleri,  Golan Tepeleri'ndeki Dürzi köyü Mecdel Şems yakınlarında, İsrail-Suriye güçlerini ayıran ve Birleşmiş Milletler tarafından denetlenen tampon bölgede, Suriye ordusuna ait bir muharebe tankını inceliyor, 21 Aralık 2024 / Fotoğraf:
İsrail ordusu askerleri, Golan Tepeleri'ndeki Dürzi köyü Mecdel Şems yakınlarında, İsrail-Suriye güçlerini ayıran ve Birleşmiş Milletler tarafından denetlenen tampon bölgede, Suriye ordusuna ait bir muharebe tankını inceliyor, 21 Aralık 2024 / Fotoğraf: Reuters

 

İşte tam da bugünlerde İsrail, Baas rejiminin yıkılmasını ve ülkedeki siyasi istikrarsızlığı fırsat bilerek işgal altında tuttuğu, Suriye'ye ait Golan Tepelerindeki tampon bölgede işgal ettiği alanı genişletmek için harekete geçti.

Netanyahu, işgal altındaki Golan Tepelerindeki Bental Dağı'na yaptığı ziyaret esnasında 8 Aralık'ta çektiği video mesajda, "Bu bölge yaklaşık 50 yıldır 1974 yılında üzerinde anlaşmaya varılan 'Kuvvetlerin Ayrıştırılması Anlaşması' uyarınca bir tampon bölge olarak kontrol ediliyordu. Bu anlaşma çöktü, Suriye askerleri mevzilerini terk etti" dedi.

Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Katar, Suudi Arabistan, Mısır ve Irak kararı kınasa da İsrail her zaman ki gibi hukuk tanımazlığını burada da sürdürmeye devam ediyor. 

Golan Tepeleri İsrail için neden önemli?

Bölgenin stratejik öneminin İsrail'in Celile bölgesine bakan konumunun yanı sıra, Taberiye Gölü'nün İsrail'in ana su kaynağı olmasından ve bu gölün üçte birinin Golan Tepelerinden gelen suyla beslenmesinden kaynaklanmakta.

Golan Tepeleri İsrail'e paha biçilemez savunma avantajları sağlıyor ve Tel Aviv'in caydırıcı gücünü artırıyor. istihbarat bilgileri toplama konusunda inanılmaz imkânlar sağlamakta Suriye topraklarının derinliklerinde elektronik şekilde gözetleme imkânı sağlamaktadır. 

İsrail'in yayılmacı siyasetini göstermesi açısından geçtiğimiz günlerde İsrail hükümetine bağlı Arapça sosyal medya hesabından yapılan paylaşımda, işgal altındaki Filistin topraklarının bir kısmı ile Ürdün, Lübnan ve Suriye'yi içeren bölgeyi "tarihi İsrail toprakları" olarak ifade edilmesi ve bir harita yayınlanması bölge ülkelerinde gerilimin artmasına neden oldu.

Yahudilerin kutsal kitabı Tanah'a göndermede bulunan paylaşımda, milattan önce 3000 yıllarında yaşayan İsrail krallığının bu bölgede yaşadığını ifade edilmekte işin ilginç olanı ise bu paylaşımın bakanlığın İngilizce hesaplarında paylaşılmaması dikkate çekici bir detaydı. 
                                                          

 

İsrail'in etki altına almak istediği bir grupta Suriye'deki Dürzi topluluğunun manevi lideri Hikmet el-Hicri bir televizyon kanalında yaptığı açıklamada, ''Silah teslim etme konusunda konuşmak için çok erken... Ancak devlet kurulduktan ve haklarımızı güvence altına alan bir anayasa yazıldıktan sonra bu konuda konuşulabilir" dedi.

Süveyda'daki 'Barışçıl Hareket'in avukatı ve Hür Avukatlar Derneği'nin kurucusu Müfid Ebu Ammar, "Süveyda halkının talepleri arasında insan haklarına saygı gösteren demokratik bir sivil devletin varlığı yer alıyor... Süveyda halkı tamamen silah teslim etmeyi reddetmiş değil. Bu, güvenliğini sağlayacak ve tüm vatandaşlarının haklarını temin edecek tanınmış bir hükümetin varlığına bağlı" ifadesini kullandı.

Tarihte Fransızlar tarafından Suriye'de bir Dürzi devleti kurulduğunu ve Suriye'deki önemli fay hatlarından birisinin de Dürzi topluluğu olduğunu hatırlamakta fayda var.


Suriye'nin enerji kaynaklarını kim kontrol edecek?

Suriye'de 13 yıl süren iç savaşın ardından yeni bir düzen kurma çalışmaları devam ederken, ülkenin hidrokarbon enerji kaynaklarının akıbeti merak ediliyor.

Doğalgaz sahaları HTŞ nin kontrolünde bulunurken Petrol sahalarının büyük kısmı ise SDG'nin kontrolündeki kuzeydoğu bölgelerinde yer alıyor.

Türkiye, SDG'nin omurgasını oluşturan Kürt Demokratik Birlik Partisi (PYD) ve onun silahlı kanadı Halk Koruma Birlikleri'ni (YPG) "PKK'nın uzantısı" olarak görüyor ve "terör örgütü" kabul ediyor. 

Bölgeden gelen haberlere göre İsrail işgal güçleri Suriye'nin güneyindeki Kuneytra vilayetindeki tüm stratejik tepelere ve askeri mevzilerine ele geçirmiş.

İşgal güçlerinin Ürdün'e içme ve tarım suyu, Suriye'ye de hidroelektrik enerji sağlayan Yarmuk Nehri ve El-Vahda Barajı'nın kontrolünü ele geçirdiğini bildiriliyor.

Suriye rejiminin düşmesi ile topraklarını yüzde 20 oranında su kaynaklarını ise yüzde 30 oranında artırmış gözüküyor.

Elektrik ve Su kaynakları bugün Suriye devletinin elinde değil. Barajların biri İsrail'in diğeri PKK-YPG'nin elinde. 

SDG'nin hem kuzeydoğudaki petrol kaynakları, hem bu bölgedeki tarım arazileri hem de Fırat Nehri üzerindeki kontrolü ve kaynak paylaşımı Şam yönetimiyle en fazla sorunun yaşanacağı konuların başında geliyor.

Hatta Suriye'yi üniter ve ülkenin tamamına egemen olan tek bir hükümetin yönetme ihtimalinin önündeki en büyük engel ABD destekli SDG yapılanması olsa gerek.

SDG'nin Suriye'nin kuzeydoğusundaki petrol ve su kaynakları üzerindeki hâkimiyetinin sürmesi, ülkenin enerji, su ve ekonomik güvenliği açısından yaşadığı sorunların artmasına yol açacak önemli bir sorun.

Türkiye, geçmişte SDG kontrolündeki petrol tesislerini hava saldırılarıyla hedef aldı. 

Türkiye'nin en hassas olduğu konuların başında Suriye'de özerk bir Kürt yönetimi kurulması geliyor.

Bu satırlar yazılırken yeni bir gelişme düştü ajanslara "Şam Aşiretlerle görüştü HTŞ tankları Deyri Zor'a yürüyor" Şam'ın PKK-YPG'ye verdiği süre doldu.

Suriye ordusuna katılmaları teklifine yanıt vermeyen ve özerklikte ısrar eden terör örgütüne karşı tanklar Deyrizor'a yürümeye başladı.

Savunma Bakanı Murhaf Ebu Kasra yaptığı açıklamada da YPG'nin Suriye ordusu içinde özel bir blok oluşturmasının doğru olmayacağını söyledi, örgütün dağıtılması gerektiğini tekrarladı. 

PKK/YPG'nin kontrolü altında olan bu bölgede Arap aşiret nüfusunun çoğunluklu ve Arap milliyetçiliği de güçlü bir ideoloji olarak varlığını koruyor.

2023 ve 2024 yılları içinde Deyrizor'da PKK/YPG ile Arap aşiretler arasında yoğun çatışmalar yaşanmıştı.

Şam hükümetinin bu adımları gösteriyor ki Suriye'nin bütünlüğünü bozacak hiçbir yapıya müsaade edilmeyecek.

Bir satranç maçı gibi Ankara, Suriye'nin kuzeyinde YPG'nin kontrolündeki bölgelere yönelik askeri operasyonlarını yoğunlaştırırken hem Türk savaş uçakları hem de SİHA'larla YPG'nin merkezleri ve kadroları vurulmaya devam ediyor.  

Bu gelişmeler karşısında ABD'de, Suriye'nin kuzeyindeki üslerine tahkimatı artırıyor.

Trump'ın görevi devralması ile ABD'nin Suriye politikasında bir değişim olup olmayacağını zaman gösterecek.

Türkiye'nin en hassas olduğu konuların başında Suriye'deki PKK-YPG yapılanmasının özerk bir yönetim kurması gelmektedir.

Bu sebeple Türk yetkililer her zaman Suriye'nin ulusal birliğine ve toprak bütünlüğüne vurgu yapmaktadır.

Suriyeli Kürtler bugün Suriye'nin neredeyse yüzde 40'ını elinde bulunduruyor.

Kürtlerin Suriye'deki nüfusu 2,5 milyon civarında.

Suriye nüfusunun net olmamakla birlikte yüzde 78'i Araplardan oluşuyor.

Bu oran göz önünde bulundurulduğunda gerek Arap aşiretlerin gerekse Şam hükümetinin böyle bir bölgenin Kürtlerin kontrolü altında olmasına müsaade etmeyecekleri açık bir gerçek.

Ayrıca, Suriye için stratejik enerji ve su kaynaklarının da bu bölgede olduğunu belirtmekte fayda var. 


Sonuç olarak;

Tüm veriler göstermektedir ki Esad sonrası Suriye'nin bölünmüş ve istikrarsız durumunun sürmesi, içinde PKK'nın Suriye'deki uzantısı olan PYD'nin zemin kazanması ve Türkiye'nin güvenlik endişelerinin devam etmesi anlamına gelecektir.

Türkiye bu bölgede Suriye'nin ulusal bütünlüğüne zarar verici her türlü oluşumun bertaraf edilmesi için Şam hükümeti ile birlikte hareket edecektir.  

Dolayısıyla Suriye'nin devlet düzeninin yeniden inşa edilmesi ve ülkenin bir an önce güvenlik üretir konuma gelmesi Türkiye'nin en önemli stratejik amacıdır. 

Bu bağlamda Suriye'nin Türkiye'nin de desteği ile bir an önce milli ordusunu tesis etmesi elzem bir durumdur.

Nitekim bir ordu gücü olmadığı takdirde Suriye'nin toplumsal bileşenlerini oluşturan Sünniler, Aleviler, Kürtler, Türkmenler, Dürziler, Hristiyanlar ve farklı ideolojik gruplar arasında ortaya çıkacak her sorun potansiyel bir çatışmayı içinde barındıracaktır.

Bu durumda, Suriye'de oluşacak pamuk ipliğine bağlı bir düzen başta Suriye'nin komşuları olmak üzere Ortadoğu'nun tümünde sürekli bir istikrarsızlığa neden olacaktır.

Bu durum Ortadoğu'da yayılması için savaş, istila, işgaller ve yarı kaotik atmosfere ihtiyaç duyan İsrail için bulunmaz bir fırsat olacaktır. 

Şam yönetimi için en önemli konulardan biri de hızlı bir şekilde Suriye toplumunun çeşitliliği göz önünde bulundurarak ülke genelinde bütün unsurları Suriye vatandaşlığı zemininde kapsayıcı bir yönetim inşa etmesidir.

Böyle bir yönetimin inşa edilmesi dış müdahalelerinde önünün kesilmesinde hayati önem taşımaktadır. 

Türk-Amerikan ilişkilerinin, sürdürülebilir iş birliği temelinde yeniden kurgulanması gerekecektir.

Özellikle YPG'nin ABD tarafından IŞD bahane edilerek desteklenmesi ve Türkiye ile ilişkilerin güvensizlik sarmalında seyretmesinin en temel nedenidir.

Trump'ın yönetimi devralması sonrasında Suriye'de izleyeceği politika Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceğini şekillendirecek en önemli aşamalardan biridir.

Ortadoğu'da yeni düzenin ayak sesleri, bir daha asla restore edilemeyecek olan Suriye'den yükseliyor. 

 

 

Dr. Cemal Kazak, Uluslararası İlişkiler – Ortadoğu Uzmanı

Ortadoğu alanında Yüksek Lisans ve Doktora yapan Kazak, Ortadoğu ve Türk Dış Politikası, Türkiye - Mısır ve Suriye İlişkileri, Ortadoğu ve Arap Coğrafyasında İslami Hareketler ve İdeolojiler, Müslüman Kardeşler Hareketi, Baas Rejimleri üzerine alan çalışmaları yapmaktadır. Müslüman Kardeşlerin İktidar Tecrübesi Mısır Örneği ve Baas-İhvan Mücadelesi Suriye Örneği isimli yayınlanmış iki kitabı bulunan Kazak bağımsız akademisyen olarak çalışmalarını sürdürmektedir. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU