Mehmet Ali Konar'ın "Ceviz Yaprakları Sarardığında" adlı uzun metrajlı filmi, Türkiye'deki ilk gösterimini 14. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali / İstanbul-Nişantaşı'nda yaptı.
Ben uzun zaman önce 4 kitap okumuştum: "Karanlığın Yüreği", "Babamın Tüfeği", "Asker Gramofonu Nasıl Tamir Eder" ve "Köpek Gibi Büyütülmüş Çocuk".
Bu kitaplar, bir çocuğun ruhunda, gözlerinde ulusal sorunların, savaşın etkilerini, psikolojiyi, aileye yansımasını ve bunun kolektif psikolojiye dönüşüp dalga dalga toplumu kuşatmasını ele alıyorlar.
Mehmet Ali Konar'ın "Ceviz Yaprakları Sarardığında" filmi, böylesi bir başyapıt olmuş.
Özellikle dilbilim eleştirisi feleğin kınından hançeri çekmiş.
Bu filmle ben, psikolojinin kapalı terimlerine ve yasalarına ihtiyaç duymadan Kürtlerin ruhsal özelliklerini tanıyabileceğimizi ve analiz edebileceğimizi düşünüyorum.
Ben kendi payıma düşeni ifade edersem veya daha başka bir tanımlama yaparsak, enfusi bir seyri sülûk, bir seyahat ile Kürtlerin ruhunu tanımak adına önemli bir film olmuş.
Böylesi bir hayatın manası ve mefhumu, yeryüzü hayatının ve şu toprak dünyasının dairesinden daha yukarıda olduğu bir seyir sundu.
Feyzi (Mehmet Feyzi Konar) babası Ciwan ile girdiği diyalogda, şiddetin tüm çıplaklığıyla yüzleşiyor.
Bu nedenle, geleceğine dair duruşunu öğrendiği babasının ölüm döşeğine çağrıldığında ve onunla yüz yüze geldiğinde ne yapacağını öğrenmiş, yine de bir şey söylemek zorunda olduğu görünüyor; tek başına başvuracağı hiçbir deneyim kaynağı olmaksızın, yapması gereken tek şeyin maddi ve manevi mirasına sahip çıkmak olduğunu fark ediyor.
Bu kimlik vurgusu çok yerindeydi.
Politika adına mı? Sanat adına mı?
Ona seyrettikten sonra siz karar verin.
Ayrıca, ölümün Kürtler için hayatın sıradan bir parçası olmadığına dikkat çekmesi; ölümü sıradanlaştıran, karışıklık oluşturan sinyallerden, yani gürültüden çekip çıkarılması, politik şiddetin gürültüsünden azami derecede arındırılması ile birlikte film, ayrı bir içsel gürültü ile cevap vermiştir.
Onu ileten sesin donukluğu, mırıltısı ile duymayı öğreniyoruz.
Mehmed Sanrı'nın da dikkat çektiği gibi:
Filmin örgüsü, ölümcül bir hastalığa yakalanmış bir babanın küçük oğlunu gerçek bir hayata hazırlama duygusu üzerinden yürüyor. Baba-oğul arasındaki güçlü duygu bağlarıyla seyirciyi hemen içine çeken film, son 40 yıldır Kürdistan'ın kuzeyinde hiçbir kural, ahlak tanımayan ‘ağır politik şiddeti' de adeta bir tokat gibi seyircinin yüzüne çarpıyor; tüm toplumu manipüle eden ve bir simbiyotik ilişki biçimine sahip yürütülen politik şiddetin görünürdeki her ‘iki tarafını' da cepheden karşısına alıyor. Politik şiddetin görülmesi istenmeyen, arkada tutulan ‘yasak bölgesi'ne giriyor ve yeni bir sorgulama alanı açıyor.
Bu konuda hakikaten, ahlaki ve vicdani sorumluluğundan asla taviz vermiyor. Bu da filmi mevcutların çok üstünde bir düzleme taşıyor.
Benim açımdan, filmin en önemli sahnelerinden olan "Ben Kürdistan'ı değil, kardeşimi istiyorum, benim Kürdistan'ım kardeşimdir" ifadeleriydi.
Bu noktaya dikkat çekmek isterim. Bence hakikat ve gerçeklik vurgusu insanın ruhunda inanılmaz bir farkındalık oluşturuyor.
Mücadele adına, ulusallık adına kirletilen değerleri ne varsa, ortaya tüm çıplaklığıyla koyuyor.
Film, benim için sevgi, sevecenlik, şefkat ve koruma ile ilişkili; bir başkası için ise güç, kızgınlık ve hayal kırıklığı ile ilişki ağını da görmemizi sağlıyor. Yani her insanın manevi hakları farklıdır.
Filmin diyaloglarında, rasyonel ya da gerçeklik olarak kanıksanmış, kabul edilmiş ölümün orta yerinde, hiçlik ve kendi ölümleri dışında ortak hiçbir şey olmayanların gümbürtüsüne dikkat çekiliyor.
Her birini tecrit eden ölüm, ortak bir ölüm müdür?
Ve ona hiçlik denilir mi?
Kendi kendine tasarlanan olanağın, yani iktidarsızlığın kişinin aktif güçlerinin pasifliğe dönüştürülmesi, zayıflama hissi, sınırlanarak direnme ya da gücünün çekildiğini hissetme, hayatı erteleme ve sonrasındaki ölüm deneyimi...
Benim Kürdistan'ım 15 yaşında kardeşimdir.
Filmde, şiddet ve ölüm ilişkisinde Kürtlerin ölüm biçimi, diğer insanlarla ölümde de ortak olmadığımızı gösteriyor.
Bize tarih ve kültürümüzü hatırlatmayan, bize ait olmayan bir ölüm biçimi, ama başkaları tarafından bir tek bize ait kılınmış olan bir ölüm biçimi...
Ne zaman ötekinden farklı olduğumuzun farkına varacaktık?
Filmde, Kürtlere ait ne varsa -hayvan, ağaç dahil- şiddetin boyutuna dikkat çekmesi, bir başka açıdan önemli bir noktaya dikkat çekiyor.
Politik şiddetin biyo, psiko ve sosyo boyutunu vurguluyor.
Filmin sonunda Feyzi'nin çıplaklığını babasının devraldığı, sorumluluğun Feyzi'nin omuzlarında olduğunu, sanatsal bir sahne ile gelecek nesle bıraktığını gördük.
Filmin sonunda ağaca yaslanma sahnesinde, bir an babanın çıplak olduğunu gördüm. Ve nihayetinde Feyzi'nin Kürdistan'ı olduğunu fark ediyoruz.
Filmin bir başka boyutu ise (Türkiye gündemi açısından dikkat çekmek istiyorum) bize şunu gösteriyor ki; hani vardır ya, insanlar alkışlasın diye şarkı söyleyen biri, nasıl olur da göklerin ve iki yerin bütün unsurlarının kendisinin mücizevi kalbinin her atışında alkışladıklarını göz ardı eder?
Yeryüzünde olup biteni, diğer bazıları onu düzeltmeye çalışıyor. Bunu düzeltme çabalarının meyve verme zamanı gelmedi mi?
Mehmet Ali Konar ve film ekibini yürekten kutluyorum. Başarılarının devamını diliyorum.
Mehmet Ali Konar, filmleriyle; "En İyi Film", "En İyi Yönetmen", "En İyi Senaryo", "FIPRESCI Ödülü" ve "Türkiye Sinema Eleştirmenleri Derneği Ödülleri" gibi 30'dan fazla ulusal ve uluslararası ödül aldı.
Mehmet Ali Konar / Filmografi
CEVİZ YAPRAKLARI SARIYA DÖNDÜĞÜNDE - 2024
Dünya Prömiyeri 47. Göteborg Uluslararası Film Festivali - 2024 (100 dk)
ALİ VE ZİN ANA'NIN DANSI - 2021
Dünya Prömiyeri 40. İstanbul Uluslararası Film Festivali - 2021 (65 dk)
RENKSİZ RÜYA - 2018
Dünya Prömiyeri 37. İstanbul Uluslararası Film Festivali - 2018 (62 dk)
© The Independentturkish