Özgürlüğün sahte kralları ve yalan çağının gerçek figürleri

Serkan Yıldız Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Ricardo Rey/The Economist

Gelin hep beraber şu meşhur figürlere, toplumsal kanaat önderlerine bir göz atalım.

Bunlar, artık yalnızca bir avuç kişiye hitap eden, lokal çığırtkanlar değil; aksine, sosyal medyada milyonları ekran başına mıhlayan, söyledikleri her kelimeyi sanki kutsal bir söz gibi milyonların hafızasına kazıyan insanlar.

Instagram'da ıslak ve vıcık vıcık burjuva damlayarak yaşam tarzlarını sergileyen influencer'lar, Twitter'da entelektüel gündem yaratan sözüm ona aydınlar, "objektif gazetecilik" maskesiyle medya devlerinin sütunlarını dolduran "duayen" gazeteciler…

Ana akım kanallarda bir koltuk ve kamera kapmış "uzmanlar"

Gündemin değişken ruhuna göre maskelerini değiştiren, ilginin peşinden koşarken fikirlerinin kimin için oynattıkları sorusunu da geride bırakan bir topluluk.

Ne tuhaftır ki bu figürlerin düşünceleri artık kendi fikirleriymiş gibi bile durmuyor.

O influencer dün fit yaşamın bayrağını taşıyordu, 3 yıl içinde 3 din değiştirmişti; bugün politika yorumcusu kesilmiş.

O gazeteci, dün objektif olmaktan bahsederken, bugün öylesine ideolojik bir noktada duruyor ki sanki kalemi değil, bir başkasının propagandasını bir tabancanın namlusu gibi halkın gözüne sokuyor.

Peki, biz tüm bu insanlara güveniyor muyuz?

Hayır; güvenmiyoruz tabii ki ama yine de izliyoruz.

Bağlantısız ve bağımsız olduklarına inanmamızı istiyorlar.

Doğruyu, gerçekleri sunduklarına inanmak istiyoruz.

Ama öyle mi gerçekten?

Sahi, kim ne için konuşuyor?

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Tarihi açıp bakmak gerek, çünkü bugün bizi şaşırtan bu modaya yabancı değiliz.

Soğuk Savaş'ın en kızgın günlerinde, insanları "kendi seçtikleri yoldan saptırma" görevini üstlenmiş istihbarat örgütleri vardı.

O günlerde de "tarafsız" medya üzerinden topluma yön veren, önceden düşünceleri bambaşka olan figürlerin nasıl olup da bir anda "toplumsal çıkar" için yön değiştirdiğini izliyorduk.

Bir yerlerde gizli bir odada oynamak zorunda bırakıldıkları gölge oyunları vardı.

Şah'tan sonra İran'ı karıştıran "iyi kalpli" devrimci öğrenciler...

CIA'in Havana'da Castro'yu "nasıl indiririz" planları...

Ve bizim coğrafyamızda da elbet daha nazik -sevgi dolu, daha şık, daha manipülatif olanları var. "Yeşil Kuşak Projesi" gibi…

Onlar kimler mi?

Adını siz koyun, halk onlara yıllarca "Hocaefendi" dedi şimdiler de "FETÖ" diyor, gençler sosyal medya "influencer"larını, eskiler ise "ustalık" peşinde dedikleri gazetecileri izliyor!

Bir de hep söylenmeyeni soralım:

Acaba o zaman da dillerindeki fikirleri kimler ittiriyordu?

Ve bugün bu alışıldık oyunları tekrarlayan birileri hâlâ var mı? 

Bu insanlar arasında özellikle dikkatimizi çeken bir grup var:

Kalemi elinde tutan, ama kendi yazmadığı cümleleri okuyup aktaranlar.

Gözümüzde öyle büyütmüşüz ki, her kelimelerini altın sanıyoruz.

Hâlbuki belki de o "altın sözler" kendi düşüncelerinin ürünü değil; perde arkasındaki daha büyük, daha karmaşık ve hesapçı ellerin gölgesiyle yazılmış.

Ajanslar mı yönlendiriyor, belli bir grup mu destekliyor, yoksa sadece biraz daha fazla izlenme uğruna mı "sahne" yapıyorlar?

Ya da eski usul istihbarat yöntemleri devrede mi? Birileri perde arkasında usulca ve neredeyse görünmeden ittiriyor mu onları?

Görev aşkıyla çalışan bir bağımsız gazeteci mi, yoksa manipülasyon ustası bir "sosyal mühendis" mi var karşımızda? 

İşte burada durup düşünmeli:

Eline oklava almış o uzman, lafına laf ekleyip ekrana çıkan o kanaat önderi ya da sanal ortamda kitleleri peşine takan influencer gerçekten ne için konuşuyor?

Başka bir deyişle, kimin sesiyle konuşuyor?

O büyük lafları atan, fikirlerini yerden yere vurup kendi tabanlarını hayrete düşüren bu isimler neden böyle yapıyor?

Gerçekten derin bir "vatan sevdası" mı bu; yoksa sadece günü kurtarıp gelecekteki çöküşlerinden korunmak için bir tür "sigorta poliçesi" mi satıyorlar?

Gün geçmiyor ki, bir başka "bağımsız düşünür" ya da "fikir lideri" çıkıp ne kadar cesur ne kadar özgür bir ses olduğunu ilan etmesin.

Sanki herkes bir ağızdan haykırıyor:

Biz, yalnızca gerçeği konuşan özgür insanlarız!


Ama asıl ilginç olan şu ki, istihbarat dünyasını bilenler için bu söylemler boş bir masaldan ibaret.

İstihbaratta, bağımsız diye bir şey yoktur; herkesin bir bağlantısı, herkesin bir temas noktası vardır.

Bu sahnede kim var, kim yoksa neyin peşinde olduğunu çok iyi bilirler.

Ve zaten bilinen bir gerçektir: Hangi gazetecinin, hangi "fikir adamının" kimlerle temas hâlinde olduğu, hangi istihbarat servisleriyle yan yana geldiği kapalı kapılar ardında konuşulmadan anlaşılır.

Konular pek net dile getirilmese bile, kim kiminle çay içti, kiminle bilgi alışverişi yaptı, kimler hangi dosyalardan haberdar, bunlar hep bilinir.

Öyle ki, bazen bir ülkenin kamuoyunu oluşturan ya da ulusal meseleler hakkında kalem oynatan bu "bağımsız" figürlerin kimlerle ilişkili olduğu, kimin "bilinçaltına" hitap ettiği o kadar görünür ki, perde arkası bir sır değil, adeta bir "açık ifşa" olur.

Üstelik, istihbarat dünyasında birinin bağlantılarının biliniyor olması her zaman bir "zafiyet" olarak görülmez.

Çoğu zaman, bu figürler bir satranç tahtasında "piyon" değil, çok daha değerli taşlar olarak yer alırlar.

"Kendi idealleri uğruna" konuşuyormuş gibi görünebilirler; ama kimsenin göremediği el, onların masumane idealizminin üzerinde ustaca oynar.

Kendi kalemleriyle, bir anda halkı şoke eden cümleler savurmaları, yıllarca savundukları ideolojilere tezat oluşturmaları, toplumun değerlerini sorgulatmaları işte tam da bu büyük sahnenin parçalarıdır.

Şimdi düşünün: O "tarafsız" diye etiketledikleri medya uzmanlarının, aslında o kadar da tarafsız olmayabileceği, ya da bağımsızlıklarını ilan edenlerin gerçekte özgür olup olmadıkları kimlerin aklına gelir?

Bu işin derininde yatan gerçek ise hep aynı: Bağımsız olduğunu iddia eden o isimler aslında kendilerinden daha güçlü bir aktörün "etkili sesi" olarak karşımızda duruyor.
 

-
İllüstrasyon: Pablo Delcan & Danielle Del Plato / The New Yorker

 

"Kompromat."

İstihbarat dünyasında bu, bir koz varsa onu oynamak; yoksa yaratmaktan ibarettir olan akademik ve disipliner bir terimdir.

Temelde, hedefin kontrol altına alınmasını sağlayan şantaj materyali olarak tanımlanır.

Bu materyaller, tehdit altına alınacak kişinin itibarını sarsmaya veya onu baskı altına almaya yönelik her türlü belgeyi kapsar: fotoğraflar, gizli konuşma kayıtları, bel altı özel bilgiler.

Kompromatın tarihi, orta çağ sonu Avrupa kraliyetlerinin saray entrikalarına dayanır ve bu yöntem özellikle KGB gibi istihbarat örgütleri tarafından soğuk savaş döneminde mükemmelleştirilmiştir.

KGB, hedef kişiyi yalnızca gözden düşürmekle kalmayıp aynı zamanda onu kendi amaçları doğrultusunda harekete geçmeye zorlamak için bu yöntemi bir sanat haline getirmiştir.

Ancak, günümüzde bu tür bilgi ifşaları bir gazetenin kapalı kapılar ardında yapılan pazarlığından ziyade, bir tweet'le kolayca "fısıldanabiliyor."

Kompromat, çağdaş medya ortamında artık hızla yayılan ve kontrolden çıkabilen bir silah haline geldi.

Bir diğer önemli istihbarat stratejisi olan "Aktif Önlem" (Active Measures) ise kompromat ile benzer bir amaca hizmet etse de daha sofistike ve geniş kapsamlı bir strateji olarak bilinir.

İlk olarak eski yine Sovyetler Birliği tarafından tanımlanmış ve uygulamaya geçirilmiş olan bu aktif önlem, bir halkı veya kamuoyunu, küçük bir bilgi sızdırarak ya da bir söylenti yayarak yönlendirme sanatı olarak tanımlanır.

Yalnızca hedef kişinin itibarı değil, tüm bir toplumun psikolojisi hedef alınır. Günümüzde sosyal medya, aktif önlem operasyonlarının verimli bir aracı haline gelmiştir.

Örneğin, kitlelerin kolayca etkilenebileceği Twitter, Instagram, Facebook gibi platformlarda sahte haber veya dedikodu üretmek, spekülasyon yaratmak, "Yok artık!" dedirtecek kadar uç bilgilerle kitleyi manipüle etmek; hepsi aktif önlemin günümüzdeki birer alt başlığıdır.

Aktif önlem aynı zamanda şüphe tohumları ekmeyi, toplumu kamplara ayırmayı, mevcut güvensizliği derinleştirmeyi amaçlayan, titizlikle tasarlanmış dezenformasyon kampanyalarını içerir.

Bu tür stratejiler, sahte görseller, yalan haberler, paravan sosyal medya hesapları, hatta sahte uzman görüşleriyle kamuoyunu belirli bir ideolojik yöne çekmeye veya belirli bir hedefi itibarsızlaştırmaya çalışır.

Böylece hedef kitlede, bilginin doğru mu yanlış mı olduğu konusunda bir bulanıklık oluşturulur.

Modern istihbarat dünyasında bilgiye ulaşmak kadar, onu "doğru" bir zaman ve biçimde servis edebilmek de önemlidir.

Çünkü doğru anda yayılan bir yanlış bilgi, en az gerçeğin kendisi kadar güçlü bir silah olabilir. 

Bu yöntemler tarih boyunca pek çok farklı coğrafyada, çeşitli ülkeler tarafından kullanılmıştır; ama günümüzde dijital ortamlar bu stratejilere kolay erişim ve hızlı yayılım sağladığı için, aktif önlemin çok daha geniş kitlelere, çok daha hızlı bir biçimde ulaşması sağlanmaktadır.

Hedef yalnızca bireyler değil; toplumun tamamı, hatta uluslararası ilişkiler bile bu yöntemlerle etkilenmektedir.

İçinde bulunduğumuz günlerde öyle bir hale geldik ki, bu "siyasi liderler" neye inandıklarını artık kendileri bile hatırlamıyorlar.

Bugün inandıklarıyla yarın söyledikleri arasında öyle uçurumlar var ki, insan durup "Bunlar aynı kişi mi?" diye düşünüyor.

Dünkü "dava adamları" birdenbire devrim türkülerine başlayıp, yıllarca kavga ettikleri karakterlerle el ele tutuşup, mecliste şarkı söyleyip dans etmeyi teklif ediyorlar, "devrimciler" ise devletin bekası ve belli bir ırk için gözyaşı döküyor.

Hadi, onların bileti çoktan kesilmiş diyelim, ya tabanları?

Onların peşine takılıp savrulan o insanlar? Şaşırmıyorlar mı?

Yoksa onlar da artık bu şaşırtıcı dönüşleri yadırgamıyor mu?

Anlaşılan, herkes her yöne koşmaya hazır, herkes her şeyi "bağımsız" sanmaya hevesli.

Ama işin ilginci, bu fikir jimnastikleri halk arasında öyle bir "doğallık" kazanmış ki, sosyal medya sağ olsun, artık yalan bile "meşruiyet hakkı" elde edebilir oldu.

Birkaç bin retweet, biraz beğeni derken, hop! Artık "yalan" meşru bir fikirdir, "yalan" toplumsal bir tartışma konusudur.

Sanki hep varmış, hep de doğruymuş gibi. Oysa bir yanlışı milyonlarca kişi söylese bile o doğru olmaz!

Yalanın bile toplumda meşru sayılabilmesi için binlerce kez tekrarlanması lazım, bunu da sosyal medyadaki "yankı odaları" pek güzel başarıyor. 

Şimdi düşünün, bir paylaşıma gelen her beğeni, her yorum, bir "Ben de sana katılıyorum" bayrağı açmak gibi bir şey.

Etkileyici değil mi?

Bir gün liderini fikrini alkışlayan kitle, ertesi gün aynı liderinin karşı fikrini çılgınlık boyutu içinde yine alkışlayabiliyor.

Ama bir bakın; onların fikirlerinin nasıl bir anda halk arasında "meşru" kabul edildiğine bakın ve şaşırmayın.

Gerçekten meşru mu, yoksa herkes yalan rüzgârına kendini kaptırmış mı; bilen yok.

Ama şu kesin: Yalan bile artık gerçek kadar saygın bir konumda.
 


Bu işin piri eski KGB ve CIA olsa da artık herkes bu yöntemleri öğrendi.

Bu ikili her ne kadar istihbarat dünyasında soğuk savaş döneminin Mozart ve Beethoven'ı gibi görülse de bugün artık herkes bir parça bu tekniklere hâkim.

Artık bazı dost istihbarat servisleri, "siyasi liderleri, duayen gazetecileri, medya uzmanlarını ve hatta sosyal medya şaklabanlarını" ile bir masada oturuyor.

Ama nasıl bir masa, anlatılmaz! Geniş görüş açıları, yumuşak dokunuşlar ve tabii gerektiğinde şakayla karışık tehditler, "gerekirse sesimizi yükseltiriz" türünden hafif gözdağları.

Medyada ise bu figürler sanki "organik"miş gibi yutturuluyor.

Hani şu, her sözüne toplumun ayakta alkış tuttuğu "her şeyi gören gözler", "her şeyi bilen uzmanlar" var ya; işte onlar, bırakın organik olmayı, hepsi sentetik gübreden yapılmış gibi.

Onların "gönülden ve fikirle" konuştuğunu düşünüyorsanız, şimdiye kadar yazdıklarımı lütfen unutun ve mutlu – mesut hayatınıza geri dönün. Çünkü belli ki burası size göre bir yer değil…

Bakın size pek gizli olmayan bir sır: Bir istihbaratçı asla bütün yumurtalarını tek sepete koymaz.

Eski yöntemlerde bir ülkenin istihbarat örgütü, "ajan" diye seçilmiş ve özel eğitilmiş bireyler üzerinden çalışırdı.

Ne de olsa, her ajanın bir parçası olduğu "ağ" vardı; zincirler, şifreli mesajlar, özenle hazırlanmış belgeler…

Ama şimdi? Şimdi öyle mi?

Şimdilerde etkileşimi yüksek, takibi bol, lafı sıkı "sosyal medya fenomenleri" aranan yeni "ajan adayları".

Sadece eski ajan filmlerindeki gibi karanlık sokaklarda gizlice buluşmalarına gerek kalmadı; Instagram'daki story'leriyle kendilerini belli ediyorlar zaten.

Şaka değil, bu iş gayet ortada.

Strateji artık doğrudan, her zamankinden daha hızlı:

Hedef ülkenin sinir uçlarını bul, toplumsal fay hatlarını titret, kimseyi memnun etmeyen köşe yazıları yazdır, bir TV programında olmadık ve hiç alışılmadık kelimelerle cümleler kur, sosyal medyada tartışmaları alevlendir.

Bir ülkenin tartışma konuları, algoritmaların sunduğu "popüler içerikler" eşliğinde köpürtülür.

Bir istihbarat örgütü artık bireylerin düşünce yapısını ele geçirme derdinde değil; toplumsal güdüleri harekete geçirme peşinde.

Kendi ajanın değil belki, ama en azından fikren, kalben ve sosyal medyada pek de gönüllü bir "destekçi" ile.

İşte karşınızda modern istihbarat sanatı: Ajansız ajanlar, gönüllü gönülsüz kanaat liderleri, halkın beğenileriyle süslenen ajitasyon sanatçılarının öne çıktığı yeni bir çağ!

"Bütün bu özgürlük naraları… Herkes mi aptal yahu? Yoksa kendi aptallıklarını saklamaya mı çalışıyorlar?" desek yetmez.

Bukowski dirilseydi, kadeh elinde, dumanlı gözlerle bakar, "Bu sahnede kimin ipi kimin elinde" deyip sonuna da kallavi bir küfür ekleyerek haykırırdı belki de.

Ama hayır, onun bile cümleleri bu kadar ağdalı olmazdı. Özgürlük, bağımsızlık, tarafsızlık… Ne kadar da hoş geliyor kulağa.

Ama bir bakıyorsun, kulağa hoş gelenden başka bir şey değilmiş hepsi; sağlam bir yalan zinciri, üstelik gönüllü olarak boyunlarına takmışlar. 

Hani bağımsızdınız? Hani tarafsızdınız?

Bir de alkışlıyorlar, en acısı da bu ya zaten; özgürlüğün sahte krallığını bağıran bir nesil, sahte bir sahne, alkışlayan kalabalık.

Can Yücel bu çağın hayaletini görse tiksinir miydi yoksa gülmekten ölür müydü?

Çünkü bugün, özgürlüğün kılıcı diye salladıkları şey aslında bir kuklanın iplerinden fazlası değil.

Herkes "bağımsız" birilerinden alıyor cümlesini, birilerinin aklıyla düşünüyor.

Elindeki kalem de ağzındaki laf da övdükleri "üst akıl"ın kaleminden çıkmış; ama farkında değiller.

Uğur Mumcu'nun hayaleti bir köşede gizlense ve dinlese, yemin ederim ki "Şu devrin ruhuna yazık" der; "şu devrin kibirle süslenmiş sahteliğine yazık!"

Sonuç?

Bizden söylemesi;

Artık bir siyasi figür, gazeteci, influencer neyse; söylediklerine dikkat edin.

Fikir mi veriyorlar, yoksa komut mu?

Görebilenler için oyunun kuralları net.

Bilmiyorsanız ise kalabalık etmeyin.

Çünkü ülke gündemi cidden çok kasmaya başladı…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU