Yavuz bir şair/hilm sahibi bir hoca: Hilmi Yavuz portresi

Secaattin Tural Independent Türkçe için yazdı

Türk yazar, şair ve akademisyen Hilmi Yavuz

Bilimde dünya ile yarışabiliyor muyuz?

Ya eğitim alanında?

Peki ya sporda?

Bu sorulara hemen herkesin cevabının aynı olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Fakat edebiyata gelirsek, işler hemen değişecektir.

Edebiyattan kastım elbette şiirdir.

Peki romanımız?

Dediğinizi duyar gibiyim, fakat zaten ortaya çıkışından itibaren Batı'da bile sanat olup olmadığı tartışılan bir türü şimdilik paranteze alalım ve şiire odaklanalım.

Hakikaten Türk şiiri denildiğinde, herkes büyük bir özgüvenle dünya çapında şairlerimizin olduğunu iddia ederken en ufak bir tereddütte dahi bulunmaz.

Herkes kendi meşrebince sevdiği şairleri sayar ve hatta dizelerini ezbere okur.

İşte bu şairlerimizden biri, zamandaşımız olmasının kıymetini şu anda belki pek idrak edemediğimiz Hilmi Yavuz'dur.

İsmi ile müsemma insanlar vardır ya, onlardan biridir.

"Hilmi" yumuşak huyun yanında, mütevazılığı içinde barındıran, vakur davranışlı anlamlarına gelirken, "yavuz" ise güçlü, yaman gibi anlamları içerir.

Evet, Hilmi Yavuz, çevresine karşı son derece duyarlı, tahammüllü, sevecen bir "hoca" iken, şiiri ise yavuzdur, yani güçlü ve iddialıdır.

Bir yanda mütevazı bir şahsiyet, öbür yanda kendi tabiriyle "en iyi şairin kendisi olduğu" iddiası.

İşte sanatçının hikmetli bir portresi: Hilmi Yavuz.
 

 

Kendisi ile mülaki olanlar ve konferanslarına katılanlar elbette bilecektir; en yavuz şairin kendisi olduğunu söylemesinin muarızlarınca bir kibir alameti sayılması karşısında şaşkınlığını gizlemez.

Halbuki "fahriyye" şiirin olmazsa olmazıdır. Roman nasıl ki mimesis, bir başkasını taklitse; şiir "diegesis"tir, yani şairin kendi sözüdür.

"Zannetme ki şöyle böyle bir sözd/ gel sen dahi söyle böyle bir söz" veya "şiir hazinesini ben tükettim" diyen şairin tavrıdır.

Edebiyat tarihlerinde Yahya Kemal'in "şiir benimle bitti" dediği için Tanpınar'ın şiiri bıraktığını söyleyenler, işte bu geleneğin farkında olmayanlardır.

Şeyh Galip ve Yahya Kemal, sadece geleneği, şairin duruşunu temsil etmişler; bir başka şairi öldürmek için değil, şiirin namusunu kurtarmak istemişlerdir.

Şükür ki Tanpınar, Yahya Kemal'i doğru anlamış ve Türkçenin en güzel şiirini yazdığını söyleyerek "yavuz"luğunu ilan etmiştir.

Tanpınar, "Huzur"un okunmadığından değil, "Zaman Kırıntıları" şiirinin yeterince ilgi görmediğinden yakınarak "sükut suikasti"nden bahsetmiştir.

Hilmi Yavuz'un da dediği gibi, şair olduğunu iddia etmek aynı zamanda onu hak etme macerasıdır.

Söz konusu süreç ise oldukça meşakkatlidir, emek ister.
 

 

Hilmi Yavuz, şiirin bir poiesis, yapma; fakat basit bir taklit, zanaatkarlık olmadığını ileri sürerken, sanatın zihni bir özellik de taşıdığını söylemek ister; bir diğer deyişle, salt ilham işi değildir, entelektüel bir çabayı da gerektirir.

Yine bu sürecin içinde, çağlar boyunca bütün şairler birbiriyle konuşmalı ve yazılan bütün şiirler aynı şiirin bir dizesini oluşturmalıdır.

T.S. Eliot'un modernist şiirin doğasını oluşturan gelenek anlayışı, onun şiirinde somutlanmıştır.

Bana göre Hilmi Yavuz, şiiri ister Batı ister Doğu şiiri olsun, her geleneğin içinde kendine yer bulmuştur.

Fuzuli'de Baudelaire'i, Nesimi'de Lorca'yı, Rilke'de Şeyh Galip'i gören bir gözden bahsediyorum.

Bakış Kuşu'ndan bu yana hiç durmaksızın ustalarıyla söyleşmekte ve yazdığı şiirlerle hem onların yer aldığı raflara girmekte hem de onları değiştirerek çağdaşı kılmaktadır.

Yukarıdan, kuş bakışı (şair görüsü) hemen her şeyi görmüş gibidir.

Bütün büyük sanatçıların tema ve imgeleri kopya edilmeksizin onun şiirlerinde yeniden üretilir.

Ayna, zaman, hüzün, gizem, yol, kayboluş, labirentin sembolü çöl, mistik duyarlılığı "çağdaş söylen"lere çeviren Hilmi Yavuz, günümüz insanının içinde bulunduğu "yara"ya şiirle şifa arayarak geleneğe uyar.

Hilmi Yavuz şiirine izin verirseniz ve hatta kendisi de izin verirse modernist şiir diyeceğim.

Modern şiir, burjuva düzenini sorgulayan ama aynı zamanda yansıtan şiirken, Baudelaire'den itibaren onun gramerine ve mantığına saldıran bir şiire dönüşmüştür.

Kötülük Çiçekleri ancak "Cehennemdeki bir mevsim"e aittir, solgun bir güle dönüşürler.

Doğu şiirinin en başından kabul ettiği "hüzün"ü, artık modernist Batı şairi ezberine almıştır.

Mutasavvıf şair, cezbe içinde bu dünyayı temaşa ederken, Batılı modernist bohemler aynı duyguyu "acı"yla aşmaya çalışırlar.

Hilmi Yavuz'un mutasavvıf olmadığını kabul ettiğimizde, Ezra Pound ve T.S. Eliot gibi şairlere daha yakın olduğunu söyleyebilirim.

O nedenle modernist bir tutumdan bahsediyorum. Hilmi Yavuz'u belki de en orijinal kılan özellik, Doğu ve Batı edebiyatı ve düşüncesindeki bu akrabalığın farkında olması ve geleneği sadece bizimle sınırlamamasıdır.

Onun sahih şairlerinden Asaf Halet, Behçet Necatigil, Yahya Kemal'de de benzer bir tavır söz konusudur.

Her ne kadar Yahya Kemal rindane bir tutumdaysa da Haşim ve diğerleri acıyı hüzünle yumuşatmışlardır, tıpkı Hilmi Yavuz gibi…
 

 

Hilmi Yavuz'un son dönem şiirlerine baktığımızda "hüzün"ün bir "yara" açtığını söyleyebiliriz.

Postmodernizmin bütün değerleri aşındırdığı bir dünyada "hüzün" artık bir değer taşımaz.

Çok çiğ bir çağa lanet okuyarak, Baudelaireyen bir tavırla talandan arta hiçbir şeyin kalmadığını söyleyen şairimiz, estetik ve kültürel bakımdan çorak bir ülkeye dönmüş dünyada, çok sevdiği hocasının evinin metruk olduğunu, yani şiiri terk etmenin zamanının geldiğini anlamıştır.

Şiirin saltanatının bitmesi, şiirsel bir dille ifade edilirken, söz meydanının müteşairlere kalmış olduğu da imlenmiştir.

İlk okuduğumda çok etkilendiğim bir yazısı Asaf Halet Çelebi'nin Sema-i Mevlana şiirini çözümlemesiydi.

Şiirin matrisinin peşine düştüğü bu ufuk açıcı yazı, şiirde hiç geçmeyen fakat bütün şiiri temsil eden şey anlamına gelen "matris"i bana tanıttı.

Ben de buradan hareketle, bütün bir Hilmi Yavuz şiirinin matrisinin "HATIRLAYIŞ" olduğunu iddia edeceğim.

Biz sıradan insanın "nisyan" ile malul olduğu yerde, Hilmi Yavuz gibi has şairler hatırlamanın nimetine diyemeyeceğim tabii ki lanetine uğramışlardır.

Biz unuturuz, onlar bizim yerimize hatırlar. İşte şiirde metinlerarasılığın yerine teklif ettiğim de bu hatırlayıştan kaynaklanan göndermelerdir.

Ama lütfen, şiiri artık metinlerarasılığa mahkum etmeyin. Metinlerarasılık ancak romanda söz konusu olabilir, mimetik düzeyde her şeyin söylendiği bir dünyanın temsilidir.

Şiirde metinlerarasılık olmaz, çünkü şiirin geleneği vardır; şair kendisine fısıldayan diğer şairleri bugüne taşırken onların dillerini de yeniden inşa eder.

Hilmi Yavuz, bütün bir şiir geleneğini potasında eritirken, orijinal kalmayı başaran ender şairlerimizdendir ve bütün bir şiirinin matrisi, diğer soy şairlerin yazdıkları dizeleri de kapsar.

Orijinin peşinde orijinal kalmayı başarmak diye de tanımlanabilir.
 


Peki, Hilmi Yavuz sadece bir şair midir?

Elbette hayır.

Ya da şöyle soralım: Türkiye'nin meseleleri şairlerin salt şiirle ilgilenmelerine izin verir mi?

Şimdi doğru soruyu sorduğumuzu düşünüyorum.

Zaten Türk şiiri Ahmet Yesevi'den bu yana hocalık, babalık görevini bir an olsun ihmal etmemiş ve millet şiiri değil, adeta şiir milleti ortaya çıkarmıştır.

Hilmi Yavuz da bu şair/aydın tipinin en önemli temsilcisidir. Deneme ve eleştiri yazılarına bakıldığında müthiş bir entelektüel portre ortaya çıkar.

İntellektin pençesine düşmeden, entelektüel kimlik, şairliğini besleyip derinleştirirken; şair kimliği de düzyazılarının dilini şiirleştirmekle kalmamış, her meseleye derinlikli bir yaklaşım getirmesini sağlamıştır.

Bu derinliğin kaynağı elbette mitolojiye, Doğu ve Batı kültür ve medeniyetinin kodlarına, dil felsefesine, dil bilimine, dinler tarihine hakim olmasıdır.


Peki, entelektüel kimlik fildişi kulesinde mi yaşar?

Tabii ki hayır.

Dedim ya, o bir "hoca"dır.

Kimi zaman derslerde, kimi zaman söyleşilerde, kimi zaman konferanslarda; hatta dar alanda paslaştığı kahvelerde.

Çağrıldığı hiçbir yere gitmekten imtina etmeyen, öğretmeyi kendine şiar edinmiş, dinleyici ve öğrencilerine ayakta hitap etmeyi seven; kimi zaman benim gibilerin bazen cahilce yorumları ve soruları karşısında bile alçakgönüllü bir üslubun eşlik ettiği merhamet dolu bir bakış ve sesle cevap veren Hilmi Yavuz, kelimenin gerçek anlamıyla "hoca"dır.

Hocanın çevresi, sevenleri çok kalabalıktır; fakat en dikkat çekici şey, farklı dünya görüşlerinden olan insanların tartışmak yerine tanış olmaya başlamalarıdır.

Kendi şiir ve düşünce dünyasında kurduğu aheng, bulunduğu ortama yansıması beni daima şaşırtmıştır; sanki eski mistik şairlerin çevrelerine yansıttığı ışık onda da mevcut gibidir.

Şöyle ki;

"Hüzün ki en çok yakışandır bize" dizesi, hem en çok sevilen ve bilinen hem de Divan şiirinin ve özellikle sembolizmin matrisidir.

Yukarıda büyülü bir şeyden bahsetmiştim, hatırlarsanız.

Bu dize Hilmi Yavuz'un "Nazım Hikmet" adlı şiirinin başında ve sonunda geçer.

Peki, nasıl oluyor da ne düşünce dünyasında ne de duygu/sanat dünyasında Nazım Hikmet'e yer vermeyenler bu dizeyi dillerinden düşüremiyorlar?

Ya da kimilerinin bence yanlış bir yorumla materyalist şiir diye önemsemediği ve hatta reddettiği Nazım Hikmet'e yazılan bir şiirde, geleneği ve mistik bir duyarlılığı imleyen bir dize, adeta bir şiirsel slogana dönüşerek bir duygudaşlık yaratır.

Hilmi Yavuz şiirinin ve düşünce dünyasının dayandığı en önemli kavramın ikili karşıtlıklar (binary opposition) olduğunu söylersek, en azından meseleyi büyüye bağlamaktan kurtuluruz.

Nasıl ki geleneksel düşünce ve sanatta vahdet-kesret ikiliğinin aynı zamanda bir birliği kapsamasından söz ediyorsak, Hilmi Yavuz da aynı metodla iki farklı kutubu bir araya getirebilmiştir.

İkili karşıtlıkların şiirde işlenebilmesini sağlayan en önemli sanatın tevriye olduğunu kendisi söyler ve şiirlerinde de bilindiği gibi sıkça başvurur.

Ben de şimdi aynı yöntemle söz konusu "Nazım Hikmet" adlı şiirine aynı yönden yaklaşarak yukarıda bahsettiğim uzlaşının sırrını çözmeye çalışacağım.

Merak etmeyin, çok kısa olacak bu çözümleme.


Hüznün ortadan kaybolmasıyla şiirin de artık susma noktasına geldiğini Talan şiirlerinde söylemişti hatırlarsanız.

O halde bir yandan Nazım Hikmet'i hem bildiğimiz anlamda şairimiz olarak kabul edelim ve ona yazılan bir şiir olarak okuyalım.

Bir yandan da "Nazım", nazım düşüren "şair"e dönüşsün.

"Hikmet" ise bir şairin en yüksek burcu; "Nazım Hikmet", "Hikmet sahibi şair" olarak da okunabilir.

Böylece sürgündeki sosyalist/materyalist şair Nazım Hikmet, dünyayı bir sürgün yeri olarak kabul eden mutasavvıf ya da seküler bir mistik "şair"i de imlemiş olur.

Son olarak şunu söyleyebilirim ki, Hilmi Yavuz şiiri, geleneğin ırmağından damıtılmış dizeleriyle şiir denen ana metne eklemlenirken, Hilmi Hoca da düşünce yazılarıyla hasımları hısıma dönüştürmeye devam ediyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU