Kederi, yalnızlığı, kirlenmeyi öğrenip "HAYATA" benzemek...

Vahap Aydoğan Independent Türkçe için yazdı

Resim: Vahap Aydoğan

Hayat, evvel zamanda; ceplerimize doldurduğumuz rengarenk misketlerden geriye kalan bir çocuktu.

Vahap Aydoğan
 

Bostan dolabının yanındaki suları, bana kahverengi gözüken, o küçük ve eskimiş havuzdaki solgun ve kederli nilüferlere gidip bakardım çocukken…

Babam, onların kökleri olmadığını anlatmıştı bana. Neden bu çiçekleri hep bir şeylere benzetmek için kullandıklarını ancak büyüyünce anladım.

Yalnızca bu çiçekler, hep bir yerlere gidecekmiş gibi azade ve özgür oluyorlar ama küçük bir havuzun içinde bir yere gitmeden yaşıyorlardı.

Hayat da böyle bir şeydi benim için; hep bir yerlere gidecek gibi duran, yalnız ve bir yere gitmeyen bir çiçek.

Bütün bir hayatın özeti buydu.

Ben de bir yere bağlanmadım ve bir yere gitmedim; öyle solgun nilüfer gibi bir havuzun içinde yalnız başıma durdum, köklerimi salamadım.

Ne olduğum yere sağlamca yerleştim, ne de başka diyarlara kaçabildim.

Bana bakanlar, beni seyredenler, beni sevenler oldu ama kimse yakasına takmadı beni, kimse odasına koymadı, kimse beni sulayıp büyütmek için uğraşmadı.

Onlara ihtiyacım olmadığını, havuzumda tek başıma yüzebileceğimi düşündüler.

Ben de bu yüzden; kederi, yalnızlığı, kirlenmeyi öğrendim ve "HAYATA" benzedim.

Ne garip, başka bir şey de olmak istemedim…1


"Nilüferler" şiiri o kadar güzel özetlemiş ki; içinde bulunduğumuz çağa uyarlanırken depresif bir ruh haliyle nasıl kirlendiğimizi, tahammülsüzlüğü, cinnet halini, acıyı, güvensizliği ve yaşamaya çalışmak için normalimizi travmalarla yitirişimizi…

Ezeldendir, bizler kendi ütopyalarımızı kendi çürüklerimize kurban ettik.

Bu yüzden evrenin kaotik iklimi ve prangaları insanı yavaş yavaş derinden çürüttü; zira çocukları, hayvanları, doğayı dönüştürüp çürüten kendisinden başkası değildi…

Siyasi, sosyal ve toplumsal zemindeki cinnet hali ekonomik ve psikolojik alanda yaşamın bütün dinamiklerini kemirip, birlikte yaşamın ekosisteminde derin yaralar açtı…

Doğan her güneşin umudu, yeni buhranların ve şiddetin gölgesinde asılı kalmaya devam etti.

Zira kirlenen yaşamın toksik etkilerinden arınmak yerine, zehiri kanıksayıp bu paradoksla yaşamaya başladık.

Sevgiye, sağlığa, umuda ve geleceğe dair tüm unsurların akorlarını bozup, toplumsal bir ahenk yakalamaktan maalesef çok uzaktayız.

Duyarsızlaşmanın geçer akçe olduğu, muhakeme gücümüzün fikirler manzumesinden yoksun kaldığı ve her defasında aynı ışıkta başka suretlerin yerini yenilerine bıraktığı kısır bir döngüye yenilerini ekledik, ekliyoruz.

Sınıfsal tabanın ayrıştığı ve çatıştığı; sosyokültürel ve psikolojik iklimi arşa çıkaracak dinamiklerden yoksun bir kitlenin varlığı katlanarak virüs gibi artmaya devam ediyor…

Zaman içinde bizleri vebalı bir toplum yolunda ilerlemeye zorlayan o kadar çok parametre var ki…

Konfor alanlarımızı terk etmeden, sorgulamadan ama elinde var olan değerleri fütursuzca tüketen toplumsal tükenmişlik ile bu cinnet sarmalının altından maalesef kalkamıyoruz!

Ekonomi, sağlık, sosyokültürel ve eğitim alanlarındaki fırsat eşitsizlikleri, ülke demografisinin değişmesi, madde bağımlılığının ilkokul çağına kadar inmesi ve benzer problemler, bir arada yaşama iradesinin önünde derin uçurumlar açmaya devam ediyor...

Gençlerimizi, kadın ve çocuklarımızı, cezanın suç karşısında aciz kalması kuşkusuz en büyük problemleri de beraberinde getiriyor.

Sonuç olarak, maalesef kadını, çocuğu, hatta bebekleri ve tabiata dair hiçbir canlıyı koruyamaz noktasına geldik…
 


Toplumsal eylemlerin ya da eylemsizliklerin öznesi en nihayetinde insanın kendisidir.

Sonsuz sayıda versiyona sahip bireyin ortak bir yaşam alanında birbirleriyle etkileşimlerinin doğuracağı sonuçlar elbette belli kural ve normlarla çevrilidir.

Bu kuralları ve normları bizden sonraki kuşakların üzerine yenilerini ekleyerek birlikte daha iyi yaşama iradesini ortaya koymaları, yaşanılabilir bir toplum için önkoşuldur.

Bu koşulun gerçekleşmesinin mihenk taşı da kanımca eğitimdir.

Bir arada yaşayabilmek için sosyal ve ahlaki değer yargılarımızın yanı sıra, bilimsel ve sanatsal açıdan eğitilebilir bütün kurumlarımızın aktif bir şekilde sahada olması elzem.

Bu hayati ve yaşanabilir değerleri bizden sonraki kuşaklara aktarmanın yolu, kuşkusuz önce bireyi, sonra da toplumu rehabilite etmekten geçecektir.

Yaşayabilme yeteneği ve iradesini özetleyen Dostoyevski'nin bir analiziyle bitirmek istiyorum…

Her mutsuzluğun ötesinde yine yaşam bekler;

Ama insana özgü bir yeteneksizliktir yaşayamamak.

Yoksa hangi balık boğmuş kendini, hangi serçe atlamış damdan.

 

 

1. Nilüferler, Ahmet Altan

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU