Al alması, Ararat'ı ve suyun içinde yüzen toprağıyla Iğdır Ovası

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Mustafa Orman

Yüksek dağları, tepeleri; kıvrımlı, rampalı yolları aşıp birdenbire Iğdır'a itilirsiniz. Bir çukurda, bir ömür debelenmeye. İnsan sanki kerahet vakti uykusundan kalkmış gibi sersemler.

Uzaklardan Iğdır'ı göremezseniz ancak otobüs düz yollara kendini atıp tepeleri ardında bıraktığında, "yeşil Iğdır'a hoş geldiniz" edasıyla duran ağaç alayıyla göz göze geldiğinizde emin olursunuz.

Sürmeli Çukuru denilen ovanın kalbinin hemen altından geçer Aras Nehri, yarısı Yerevan'da yarısı Iğdır'da kalmıştır böylece ovanın.

Sağ yanı Büyük Ararat'tan başlayıp Aras sıra dağlarıyla ellerini uzatır ta Tuzluca'ya; yetmez bu, Küçük Ararat da sol elini uzatarak Elegez Dağı'yla kucağını geniş tutar Iğdır Ovası.

Anlatsan bilmez, bilse söylemez bir kalabalık içinde kaysılar ve al almalar hem Yerevan'da hem de Iğdır'da çiçek açar. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Söylemeden olmaz, hem Iğdır'a giderken hem de Iğdır'dan ayrılırken iki leylek heykeli sizi karşılar.

Iğdır sakinlerinin leylekleri kutsal gördüğü anlamı taşımaz. Yine de leylekle tanınsın istenen bir kent olsa da tanınırlığını bundan hiç almaz. 

Kağızman tarafından geliyorsanız, içiniz dışınıza çıkana dek her on metrede bir kıvırarak Aras'ın bahtiyar rehberliğinde yol alır otobüs, kavakların arasında kasa kasa ekşi elmasıyla yol kenarında bekleyen bir çift sönmeye yüz tutmuş mumuyla otobüse yol açık, diye selam veren rençperleri de görürsünüz.

Daha bitmedi, Aras Nehri her ne kadar yönünüzü gösterse de omuzlarınızın sağa sola savrulmasını, hurda otobüsün camlarında görünen uzak köyleri doğru dürüst görmeden bir anda fark edeceksiniz ki artık sabah olmuştur, Tuzluca'nın gökkuşağı tepelerinde kendinizi bulmuş olursunuz.

Eğer Kars ya da Digor yönünden geliyorsanız, hava da bulutsuz ve cam gibi parlak maviyi gözlerinize seriyorsa Ararat'ı Digor'dan başlayıp Ermenistan sınırındaki Halıkışla Köyü'nden itibaren her yerden görebilirsiniz.

Sonbahara denk geldiyseniz, daha tepedeyken Halıkışla Köyü'ndeki renk cümbüşünün bir ressam fırçasıyla boyandığına aldanırsınız ama tepeden aşağıya doğru inince gerçekten buranın cennetten ayartılmış bir bahçe olduğuna inanırsınız.

Artık itildiğiniz yere mitolojiye de gerçeğe de aynı sevgiye yaklaşırsınız. Iğdır'a varmak ile Iğdır'da yaşamak biraz da budur: Sevgiyle masala teslim olmak ve masaldan kaçmak.

Ben Iğdır'da yaşarken öğrendim, bir dağın büyüsüne kanmayı, bir dağın büyüsüyle teslim olmayı. İşte böyle böyle başlar benim gayplı hikâyem.

Doğduğum, büyüdüğüm şehrin bir rivayet, bir masal, bir mitoloji şehri olduğunu sonradan Nuh'un gemisinin Iğdır tarafından Ararat'a yanaştığını, toprağı kazır kazımaz çıkan midye kabuklarına "Nuh'un yeryüzünü dinlemek için her bir yere bıraktığı kulaklardır bunlar" diyenlerin uydurma rivayetiyle öğrendim. 

Kendimi bildim bileli Ararat'a uyandım. Çocukluğun hürmetiyle masumca eğilmeyi, yetişkinliğin hamuruyla altında ezilmeyi anladım.

Bir sır değil Iğdır Ovası'ndan Ararat'ı seyretmek. Her yanıyla dağlanmış görüntüler eşliğindedir. Bu yüzdendir ki, hep ol bir hikâyeye konuk olmuştur.

Onu da ben konuk ettim: 

Yerevan'da sırrını nar tanelerine uğuldamış, endamını özlemle anımsatıp sözün devamını Iğdır'ın Karasu sazlıklarında rüzgârın ellerine vakfetmiş, günbatımında telaşla kabaran gövdelerini bir anlık yanılgıyla aşağı sarkıtmış iki kardeş; Nuh'tan bu yana gelen namlarına bir anlam daha katıp karanlığa gömüldüklerinde dağ heybetinden olur, insan da kendiyle baş başa kalır. Korkuyla minnet arasındaki bağ erir. İnsan gaddar yanını konuşturur. Dağa küsmez ama dağın gölgesini unutur, büyüklük taslar. Günün ilk ışıklarına dek sürer bu.

İşte bu iki kardeş dağ bir arada Ararat'tır. Büyük Ararat; bir yerden sonra insanın zalimliğini bilir, kardeşini sarmalayıp örter, Küçük Ararat insana görünmez olur. Masalsı ayaklanmaya geçer kardeşler. Yolunu bulmaya koyulanlar, dağdan uzaklaştıkça Büyük Ararat'ın kollarıyla küçüğünü sakladığını, yalnızca kendisini öne attığını, parıldayan tepesiyle her şeye karşı durduğunu görür.


Civar köyleri yanına dizip akmaya koşan Aras Nehri kenarında onları seyredenler, dağın azametini ovaya yayarak homurdanan bir dev gibi ayaklandığına şahit olurlar. İnsan yine ezilir büzülür, küçülür kalır. Bu Ararat'ın ahvalini sormak da ayıp; sırrına kulak kesilmekse akıl işi değil. Dağlarda yiten gözlerimi ben böyle buldum. Oyuklarda sızlayan ışığın tozlanıp yükselmesi gibi.

Aralıktan Iğdır'a gide gele öğrendim; dağla aşık atılmaz, dağa hiçbir şey sorulmaz. O nice takvim sayfalarında sırtladığı yılların ağırlığına bulamış endamını, yanındaki kardeşinden aldığı bakışla sürdürdüğünde anlamıştım: İnsan bir dağa bakınca yüzü düşermiş, bir dağa sığınmak lazım geldiyse o zaman bilirmiş yücelerin yücesini.


Aşamadım bu boynu bükük gerdanında eritmediği karların sonsuzluğunu. Alevinde başka bir hınç, sessizliğinde başka bir öfke taşırmış. İnsan olan ancak anlarmış. Anlasam da bir şelalenin kendini her seferinde atıp atıp tükenmeyişinde bulduğunu, yine de noksanlığım, baktığım onca ağacın, dağın, suyun anlamında beni ele verir.  1


Ararat ve diğer sıra dağlar uğruna söz söylemez, söz saklamaz, iş bilmez insanoğlunun batıp çıktığı, yeşerip solduğu bir yerdir Iğdır Ovası.

Sonradan kurulmuştur kent. Öyle ki, sonradan yapılmış olmanın tüm basiretsizliğini, eşi benzeri olmayan hazineler üstüne kurulduğunu gelecekte yaşayacaktır tüm Iğdırlılar.

Tarımın kalbini yerinden sökmüş, bu yüzden de Avrupa'nın en kötü havasını soluyan Iğdır sakinlerinin ölümünü hazırlar kent.

Kimi kanser riskiyle yaşamını kısaltır, kimi tak diye ölür ovada. Laneti midir bilinmez ama bereketli toprakların üzeri zehirle kaplıdır. İki adımlık dünyada bir adımı hep yarım kalmıştır Iğdırlının. 
 


Lüzumu yok, denilen cümle bitkinin, meyvenin, sebzenin yetiştiği; yılda iki kere hasadın yapıldığı, bereketli topraklarıyla dünyanın sayılı şehirleri arasındadır.

Çünkü üstüne atılmış "doğu" kisvesiyle sanılır ki karakış durmadan her yanını tarumar eder Iğdır Ovası'nın. Bilmezler ki derman kılığında, vermek üzerine kurulu tabiatında insanı besler durur.

Oysa yazın sıcağında dili dışarıda gezerken insan, serin gölgesinin hatırını yeryüzüne sermiş kavakların göğe uzanan narinliği bir kez daha nefes verir ve yaşama döndürür ovaya gelmiş olanı ve ovada yaşayanı.

Cümle kâinat bilir ki, binlerce kuş ırkının konar göçer yeridir Iğdır Ovası. Öyle ki kanadına çip takılan kuşun çırpınıp durduğu dünyada, döndüğü yer yine Iğdır Ovası'dır.

Bir yanı sınır mahlasıyla konuşulan Aras Nehri'nin suları, diğer yanı Ararat'ın hemen eteğinde beliren Karasu, yeryüzünü sularca besleyen kaynakların en biricikleridir.

İnsanın ustası suyun rahmetiyle bu topraklar bereketlenir, dal verir, çiçek açar, meyve sızlatır. Şükrü suyadır ki ne kimse yağmur duasına çıkar ne de Allah'a yakarır.

Bundan sebep, bereketini Nuh'tan bu yana içinde saklı tutmuş bir cennet bahçesidir; herkesin bilmediği ama gidenlerin hayranlıkla bakıştığı o uzak şarkının hazinesidir. 
 

Eski Iğdır'ı anlatanlar ya da eskiye demirlenmiş olup şimdilerde yıkıntıları bile olmayan Ermeni Kilisesi'nin yerine devasal bir camii dikildiğini bilir.

Kilisenin hemen yanındaki Yeraltı Çarşısı'ndan başlayıp Doğubeyazıt Caddesi'nin olduğu yere kadar ki kısım Papazın Bağı olarak adlandırılırmış.

Nitekim belediye binasının önündeki karaağaçlar buna şahittir. Ağaçların şahitliği kabul edilmese bile her kış Arabistan Yarımadası'na giden leylekler, Iğdır'a döndüğünde hacıleylek lakabını aldıklarında, insanların ve Allah'ın huzurunda şahitlikleri de kabul olur.

Köyden kente yolu düşen köylüler veyahut tiyatrodan, balodan çıkmış genç kadın ve erkekler, Papazın Bağı'na uğramadan gitmez, bir nefes dünya için ağaçların şanına aldanıp dururlarmış.

Anlatılanlar pek yabancı gelmez kimseye, çünkü diğer kentler için de bu geçerli bir sebeptir: Yok olanın ortasında varlığa uzanıp giden o geçmişi aramak. 

Ovada yaşamak ne kadar bereketliyse zıtlığı görmek de bir o kadar hakikidir.

Diyelim ki, baharın kızgın güneşinden sonra akşam uyudunuz, sabah ise beyaz bir yorganı üstüne geçirmiş Ararat ile uyanırsınız.

Her bilimsel açıklamayı elinin tersiyle kenara iten ovanın duygusu, insanın ruhunu yekpare bir sıcaklık içinde yaşatır durur.

Ovanın insanı, yazın sıcağında durmaz burada, alır başını dağlara gider.

Kalanlar ise bereketin tadıyla kayısının, kavunun, karpuzun tadını çıkarırken sonbaharda dağdan inenler de nice türkünün başını çeken al almaların tadıyla kışa adım atar.

Iğdır'ın al alması, bir türkünün başında uzun uzadıya söylenerek ay balası bir şehrin ortasında gezinir. Şehrin adını alır dünyanın en başucuna bir türkünün nağmeleriyle oturtur.

Iğdır'ın yalnızca coğrafya kitaplarında geçen mikroklima alanı olmadığı böylece kanıtlanır. Yalnızca al almasına takılıp kalmamak gerek.

Henüz bir türküye adı çıkmadıysa bile sabah ezanına uyku sersemi uyanan cümle evin çocuklarının bahçelere kayısı toplamaya giden, yıllardır adını meşhura çıkarmaya çalışır Malatya'ya karşı.

Sabah kör örtüsünde, merdivenden ağacın dalına, ağacın dalından kovalara, kovalardan da kasalara doldurulan bu meyvenin adına yakışır bir seranomiden geçtiği bilinmez değil.

Her yaz kaysının çocukları değişse de dalda kalmaz hiçbir yemiş, bereketine bir bereket daha katar diğer seneyi bekler.

Adını bekletse dahi adından hiçbir şey kaybetmeyen bu meyvenin bolluğuyla cümbüşlenir ova halkı. 


Hem İran hem Nahçıvan hem de Ermenistan'a sınır olması sebebiyle uzaktan yakından etkileri gözle görülür olmasa da mevcuttur.

Birden çok kesitin uğrak yeri olması ve hiçbir kesitin tek düze anlamda yer bulamadığı bir ovadır. Iğdır'da yaşamak: Düzlüğün endişesinden sıyrılıp kanı çekilene dek Ararat'a bakıp saygıda kusur etmemektir.

Yaşamanın adına bir çizik daha atıp bulutların ardında kaybolunca Ararat, durduk yere dağa özlem duymaktır. Kışın grisinden sıkılıp sobanın etrafında baharı beklerken yazın gelmesini umut etmektir.

Allah'ın eliyle yaz birdenbire ovaya itilince her şey birken on olur bu şehirde; ağaçlar, dallar, bitkiler, tarlalar… 

İnsanı Iğdır'a çeken şeyin ne olduğunu bilmek lazım gelir bazen.

Beni Iğdır'a çeken şey orada doğup büyümem değildi elbet.

Iğdır'da kalmanın, Iğdır'da yaşamanın, ovalı olmanın, ovanın bereketiyle harmanlanmanın ödemesi hiç değildi.

Neydi bu ovada yaşamak?

Hiçbir şeye tepeden bakamamak ve başını kaldırarak dünyaya aşağıdan bakmanın, haddini bilmenin adıdır Iğdır'da yaşamak. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU