19'uncu yüzyıl, insanlığın gidişatını değiştiren bir zaman dilimiydi.
Bilim bazı halkların hayatında somutlaşmaya başladı.
Sanayi hızla gelişti ve teknoloji hızla ilerleyerek Avrupa'nın yeni gücünü ortaya çıkardı, ülkeleri fakir, zayıf ülkeleri sömürgeleştirme yarışına girdi.
Arap ve İslam ülkelerinin çoğu Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetimi altındaydı.
Avrupa kıtası kapsamlı, genişleyen ve ilerleyen bir Rönesans'a tanıklık ederken, Müslümanlar, seleflerinin geride bıraktıklarının zihinlere egemen olduğu bir bataklıkta yaşıyorlardı.
Yenilenen bir düşünce, felsefe, icatlar ve keşifler yoktu.
Eğitim sistemi gelişmenin adımlarına ve yeni çağın akışına ayak uyduramamıştı.
Osmanlı'da her şey zaaf içindeydi. Ekonomi ve savunma kabiliyetleri çökmüş, yaşlı devletin geniş coğrafyasında fitneler baş göstermişti.
Vatandaşlık ve eşitlik ilkelerinin yokluğunda milliyetçi, mezhepçi ve bölgesel eğilimler yaygınlaşmıştı.
Batı Avrupa, bu durumdaki Osmanlı'ya hasta adam adını takmıştı.
Bu yakın bir tehdit taşıyan gerçek, pek çok İslam düşünürünü meşgul etmiş, bunların birçoğu bir rönesans çağrısında bulunmuştu.
Bunların büyük çoğunluğu, daha doğrusu hepsi diyebiliriz, eski miras bataklığına daldılar.
Yeni Batı dünyasında ise felsefe, bilim ve araştırmanın yüzlerce yıldızı parlıyor, bütün Avrupa ülkelerinde sanayi gelişiyordu.
Felsefeciler ve düşünürler siyasal yönetimi, idare etme yöntemini, iktidarın barışçıl yollarla devrini, bireysel özgürlükleri ve kadın haklarının temelini atmak için yarışıyorlardı ve Kilise'nin toplumlar üzerindeki egemenliği yıkılmıştı.
Siyasetin ve yönetimin derinliklerinde yaşamış bir siyasi düşünür, Avrupa'da yaşanan bu büyük dönüşümlerin ve Osmanlı'nın içinde bulunduğu zaaf ve durgunluğun farkındaydı.
O düşünür Tunus'ta ve Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'da önemli görevlerde bulunmuş olan Tunuslu Hayreddin idi.
Tunuslu Hayreddin, İslam tarihinin önemli bir döneminin, özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarının evladıydı.
Berlin Konferansı'ndan sonra İngiltere Mısır'ı, Fransa ise Tunus'u himayesine aldı; her ikisi de Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçasıydı.
"Akvamu'l-Mesâlik fî Ma'rifeti Ahvâli'l-Memâlik" adlı kitapta bir grup araştırmacı, Hayreddin'in fikirlerini ve Tunus'taki reformist başarılarını sundular.
Profesör Ebu Diyaf, Hayreddin'in reformist vizyonunu şu şekilde özetlemektedir:
Biz Tunuslu Hayreddin'in reformist düşüncesinin başlangıç noktasının tek olduğuna, yani19. yüzyılın ortalarında Tunus'un durumu olduğuna inanıyoruz. Ancak Tunus'un Osmanlı Hilafetinin ayrılmaz bir parçası olması nedeniyle bu durum Osmanlı'nın da içinde bulunduğu bir durum olarak değerlendirilmektedir. Tunuslu Hayreddin'in önerdiği reform temel bir meseleye odaklanıyordu; sömürgeci Batı'dan değil, medeni Batı'dan yenilik ve teknikleri almanın gerekliliği ve bunu şerî olarak meşrulaştırmak. Batı'nın ekonomik meydan okumasının giderek artan bir tehlike arz ettiği kendisi için açık hale gelmesine rağmen, hâlâ reformun dışarıdan değil içeriden gelmesi, istişare, özgürlük, adalet gibi ebedi değerlerin yeniden canlandırılması gerektiğine inanmaktadır. Ona göre yönetim sistemi İslam hukukundan uzaklaşarak yıkıma ve zararlı açmazlara yol açan mutlak, müstebit bir yönetime dönüşmüştür. Çağrısı öncelikle ve bizzat Arap ve İslam halklarının liderlerine, özellikle de mutlak yönetim sisteminin kurulmasında siyasetçilerle iş birliği yapan din adamlarına yönelikti.
Böylece Hayreddin, Müslümanlara hükmeden Osmanlı uzak geçmişin karanlığında yaşarken, ilerleyen Avrupa'dan ne alınması gerektiğini tanımlamakta, ama özgürlük, adalet ve istişareye dayalı İslami esaslara bağlı kalmaktadır.
Avrupa'daki siyasi özgürlükten ve İslam mirasındaki varlığından bahsetmekte, buna Ömer bin el-Hattab'ın şu sözünü delil göstermektedir:
Sizden kim bende bir hata görürse, düzeltsin.
Avrupa'da halk temsilcileri meclisi, bizde ise çözüm ve karar meclisi denilen meclisler için halk tarafından seçilmemiş olsalar da bilgili ve yiğit kişiler arasından bir grubun seçilmesi çağrısında bulunmaktadır.
Hayreddin'in çağrıda bulunduğu bir diğer özgürlük ise ifade özgürlüğüydü ki, buna da basım özgürlüğü adını veriyordu.
Yani hiç kimse, insanların okuduğu kitap ve gazetelerde kendi ilgi alanına giren şeyleri yazmaktan alıkonulmamalıydı.
Ona göre kişisel özgürlük, insanın kendi kişiliğinde ve kazancında özgür olması, kişiliğinin, şerefinin ve parasının güvence altında olması ve hükümet önünde diğer insanlarla eşit olmasıydı.
Öyle ki, hiç kimse şahsına veya diğer haklarından herhangi birine tecavüz edileceğinden, meclisler tarafından kabul edilmiş ülke kanunlarının dışında bir şeyle yargılanacağından korkmamalı.
Kısacası, kanunlar tebaa gibi yöneticileri de kapsamalıdır.
Tunuslu Hayreddin, İslam tarihi ve İslam hukukunun yanı sıra, eski ve çağdaş Avrupa tarihi konusunda da bilgi sahibiydi.
Müslümanların geri kalmışlığını ve Avrupa'nın durdurulamaz ilerleyişini akılla ve tefekkür ederek okudu.
Hayreddin, Müslümanların yeniden canlanmasını ve Avrupa egemenliğinden kurtulmasını sağlayacak kapsamlı bir reçete sundu.
Özgürlük, hukukun üstünlüğü, devletin anayasaya göre kurumsallaşması, sanayinin başlangıcı olması için zanaatların geliştirilmesi, ifade özgürlüğü ve demokrasi, Hayreddin'in kapsamlı ilerleme için reçetesiydi.
Zamanının reformcularının çoğu miras bataklığına dalmışlardı.
Tunuslu, İstanbul'u yönetenlerin, ancak I. Dünya Savaşı'nın akabinde devlet parçalandıktan ve parçalarının Avrupalılar tarafından yutulmasından sonra fark ettikleri eşsiz bir ışık parıltısıydı.
Hayreddin, aydın zihniyle ilerlemenin en doğru yollarını çizdi, fakat gafiller bunları görmediler.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.