Mimari stil Asya'da büyük ölçüde değişir, ancak her zaman iyi şans getirmesi için doğuya veya güneye bakacak şekilde inşa edilir ve iç ve dış huzuru teşvik etmek için tasarlanır.
Stupa ve pagoda, bir Budist tapınağı veya dini yapısıdır.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Stupa, genellikle Buda veya dini öneme sahip diğer kişiler için veya ölen kraliyet ailesi için mezar höyükleri ve kutsal kalıntıları barındıran Budist anma anıtı olarak kullanılan yarımküre şeklindeki bir yapıdır.
Hindistan'daki veya Güneydoğu Asya'daki bu tür Budist yapılara stupa denirken; Doğu Asya'da genellikle pagoda olarak anılır.
1.Sanchi stupası
Hindistan'daki en eski taş yapı milattan önce 3'üncü yüzyılda İmparator Ashoka tarafından inşa edilmiştir.
Madhya Pradesh'te yer alan Sanchi stupası, Hindistan'daki en eski hayatta kalan Budist tapınağı ve en eski taş yapıdır.
Stupa, kutsal emanet odası içeren bir kubbe ile karakterize edilen bir Budist mimari tarzıdır.
Doğu Asya pagodasının şekli, antik Hint stupasından esinlenmiştir.
Hindistan'da Budizm'in yükselişi ve düşüşü ile senkronize olan Sanchi stupası, Shunga dönemi mimarisinin en güzel örneklerinden biridir.
Milattan önce 3'üncü yüzyıla tarihlenen ve İmparator Ashoka Maurya tarafından yaptırılan başka bir stupanın üzerine inşa edilmiş büyük bir yarım küre kubbeden oluşur.
Stupa daha sonra milattan önce 1'inci yüzyılda Satavahana döneminde 4 ayrıntılı oymalı kapı eklendiğinde genişletilmiştir.
Özellikle kuzey kapısı, 4 fil grubu ve iki shalabhanjika (bir ağacın yanında duran ve bir dal tutan kadın figürleri) ile süslenmiş 2 kare direkten oluşur.
Kapıda kıvrımlı uçları olan 3 arşitrav veya kiriş bulunur.
İlk ikisinde her iki tarafı 4 aslan ile süslenmiştir.
Kapı tamamen Budist Jataka öykülerinden sahneleri tasvir eden heykeller ile kaplıdır.
Bunlara Prens Vessantara'nın "cömertlik eyleminde" (dāna pāramitā) mükemmellik veya kusursuzluk gösterdiği öyküler dahildir.
Sanchi'nin kalıntıları, 1818 yılında askeri seferleri sırasında Bengal Süvarileri'nden Tümgeneral James Taylor tarafından keşfedildi.
Arkeolojik alanın bilimsel dokümantasyonu 1851'de Alexander Cunningham tarafından başlatılırken 1912-1919 yılları arasında Sir John Marshall ve diğerleri tarafından restore edildi.
2. Brihadeeshwara Tapınağı
Tamil Nadu, Thanjavur'daki Brihadeeshwara Tapınağı, Güney Hindistan tapınak mimarisinin zirvesini temsil eder.
Raja Raja Chola tarafından yaptırılan ve MS 1010'da tamamlanan tapınak, mühendislik ve sanatsal açıdan yükselen bir başarı örneği.
Dünyanın ilk saf granit tapınağıdır; yaklaşık 130 bin ton granit kullanılmıştır.
Kule, çimento veya harç gibi herhangi bir bağlayıcı madde kullanılmadan inşa edilmiştir.
Kuleye bakan Nandi tapınağı tek bir taş bloğundan oyulmuştur.
Tapınak mimarisinin bazı yönleri bugün hala gizemli kalmaya devam ediyor ve kalıcı mitlere yol açıyor ki bunlardan biri de kulenin yere gölge düşürmemesidir.
3. Konark Güneş Tapınağı
Odisha'daki Konark Güneş Tapınağı, ortaçağ Hint mimarisinin en ilgi çekici miraslarından biridir.
Kalinga stili ile inşa edilen tapınak, bu bölgeye özgü tapınak mimarisinin zirvesini temsil ediyor.
Ganga hanedanından Kral I. Narsimha tarafından 13'üncü yüzyılda inşa edilen tapınağın tasarımı, tanrı Surya Deula'yı 7 güçlü at tarafından 12 tekerlek üzerinde çekilen devasa bir arabaya binerken tasvir ediyor.
4. Kutub Minar
13'üncü yüzyılın başlarında inşa edilen Kutub Minar (Zafer Kulesi), Hindistan'ın en eski İslami anıtı, ilk minaresi ve en yüksek taş kulesidir.
Zaferin bu simgesel kulesinin inşasına, Memlük hanedanı ve Delhi Sultanlığı'nın kurucusu Kutbüddin Aybeg tarafından başlanmış ve daha sonra Şemseddin İltutmuş tarafından devam ettirilmiştir.
Günümüz Afganistanı'nın bir kısmını yöneten Gurlu hanedanı tarafından inşa edilen Jam Minaresi'ne benzer bir mimari üslup ile inşa edilmiştir.
Tüm minareler gibi ezan okunan bir kule işlevi görüyordu.
Kutub Minar kırmızı kumtaşından yapılmıştır ve 73 metre yüksekliğe ulaşır.
Yanındaki Kuvvet-ül İslam Camisi'ne eşlik eden minare, alt 3'ü kırmızı kumtaşından ve en üstteki 2'si mermerden yapılmış 5 daralan kattan oluşur.
5. Gol Gumbaz
Sultan Muhammed Adil Şah'ın 17'nci yüzyıldan kalma türbesi Gol Gumbaz, Karnataka'daki Vijayapura, diğer ismi ile Bijapur'da yer almaktadır.
1656 yılında inşa edilen yapının en belirgin özelliği, sütunlar ile değil, birbirine kenetlenen kemerler ile desteklenen 42,97 metre çapındaki devasa kubbesidir.
Gol (Yuvarlak) Gumbaz (Kubbe), Asya'nın en büyük taş kubbesidir, yani çelik, demir veya ahşap gibi daha hafif malzemeler yerine betondan yapılmıştır.
Herhangi bir destek türü olmadan, bu tek kubbenin kapladığı toplam alan bin 693 metrekaredir.
Türbe; cami, naggar-khana (davul evi), geçit ve duvar ile çevrili bir alan içerisinde dinlenme evinden oluşan mimari bir kompleksin parçasıdır.
6. Tac Mahal
Tac Mahal, Babür işçiliğinin en seçkin örneklerinden bazılarını sergiler.
Bunlar arasında karmaşık mermer kakma panelleri de yer alır.
Akıcı bir hat ile işlenmiş çiçek motifleri ve Kur'an'dan ayetler, Tac Mahal'in beyaz mermer duvarlarına yeşim, lapis lazuli ve jasper gibi yarı değerli taşlar ve siyah mermer kullanılarak işlenmiştir.
Parchinkari veya parchhikari sanatı, Babür imparatoru Şah Cihan'ın Hint zanaatkarları İtalyan pietra dura tekniğinde eğitmek için İran'dan zanaatkarlar getirmesinden sonra Hindistan'da popüler hale geldi.
16'ncı yüzyılda Floransa'da geliştirilen mermer kakma tekniği pietra dura, Hindistan'da parchinkari olarak ifade edilir.
Bugüne kadar, Agra'daki zanaatkarlar parchinkari geleneğini sürdürüyor.
Hindistan Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yayınlanan ve Hindistan'ın en yüksek gelir getiren anıtlarını sıralayan listelerde genellikle Tac Mahal'in önde gelmesi kimseyi şaşırtmıyor.
Tarih, romantizm ve sanatın çağlar boyunca ilham kaynağı olmak için bir araya geldiği anında tanınabilir bir yapı varsa, o da budur.
Tac Mahal hakkında anlatılan tüm öyküler arasında en kalıcı olanı, Ercümend Banu Begüm'ün trajik aşk öyküsüdür.
Muhtemelen onu Mümtaz Mahal olarak tanıyorsunuzdur.
5. Babür imparatoru Şah Cihan'ın en gözde eşi Begüm, 14'üncü çocuğunu doğururken öldü.
Naaşını Yamuna Nehri'nin güney kıyısında muhafaza etmek için mermer bir türbe inşa edildi.
Ravza-i-Münevvere (bahçedeki aydınlanmış mezar), yani Tac Mahal olarak isimlendirildi ve tamamlanması 1632'den itibaren 15 yıl sürdü.
Rajasthan Makrana'dan mermer, Punjab'dan jasper ve Çin'den yeşim, binada kullanılmak üzere Agra'ya taşındı.
Kompleks, nehrin kıyısındaki türbeyi, karşı taraflarında bir cami ve bir misafirhane ile çerçevelenmiş ve önünde özenle hazırlanmış bir Pers bahçesi bulunmaktadır.
Kraliyet güzelliğinin zamansız ölümü ile ilgili romantikleştirilmiş yerel bilgiler, bu türbeyi kalıcı bir aşk ve özlem sembolüne dönüştürdü.
Kralın saçlarının bir gecede ağardığı ve saray ve kültürel yaşam meselelerine olan tüm ilgisini kaybettiği üzerine kraliçenin ölümündeki üzüntüsünü ayrıntılı bir retorik ile tasvir eden anlatılar yayıldı.
Tac Mahal üzerine abartılı romantik anlatılar sunan 17'nci yüzyıl saray literatürü, 19'uncu yüzyıldaki rehber kitapların temelini oluşturdu ve 20'nci yüzyılın başlarında Rabindranath Tagore, Tac Mahal'i "zamanın yanağındaki bir gözyaşı damlası" olarak adlandırıyordu.
Ancak anıtı ve tarihini tekil ve yüzeysel mercekten görmek son derece kısıtlayıcı ve sıklıkla yanıltıcıdır.
Son zamanlardaki akademik çalışmalar bu tür iddiaları sorguladı ve alternatif yorumlar geliştirdi.
Bugün, daha eleştirel ve bilgili bir yaklaşım, anıtı doğru tarihsel bağlamında anlamamıza olanak tanıyor.
Bu yaklaşımlardan biri, Tac Mahal'in Mumtaz Mahal olmadan da inşa edileceği yönündeki bir teoridir:
Mumtaz Mahal'in Şah Cihan'ın kıymetlisi olduğuna kuşku yok.
Yaklaşık 19 yıl boyunca ona hayat arkadaşlığı etti, savaş meydanlarına eşlik etti ve hayatta kalan tüm erkek varislerinin annesiydi.
Kralın onun ölümü ile yıkıldığını ve onun için benzersiz bir türbe inşa etmeye karar verdiğini söylemek çok mantıklı olurdu.
Ancak Tac Mahal'in yaptırılmasının tek amacı bu muydu?
Şah Cihan'ın da aynı türbeye gömüldüğünü ve kendisi için ayrı bir mezar hayal ettiğini kanıtlayacak çağdaş bir kanıt olmadığını unutmamalıyız.
Romantikler için bunu, Şah Cihan'ın sevgilisinden ölümde dahi ayrılmaya dayanamayacağı üzerine okumak daha tercih edilebilir bir teori.
Belki.
Ama kabul edilebilir bir şekilde daha makul olan başka bir teori daha var:
Tac Mahal'in, Mumtaz Mahal olmadan da inşa edileceği yönünde bir teori:
Kendisinden önceki tüm yöneticiler gibi Şah Cihan da gelenek gereği imparatorluk gücünü dünyaya göstermekle yükümlüydü.
Mumtaz Mahal'in ölümü ona tam da bunu yapma şansı vermiş olabilir.
Tac Mahal, uzun saltanatı boyunca bir dizi anıt inşa eden Şah Cihan için ilk büyük mimari projeydi.
İkinci bir teori imparatoru bir şekilde cennete götüreceği inancı üzerine yoğunlaşır:
İslam felsefesinde cennet, dört kanalı çevreleyen şarap, su, süt ve balın ortasındaki dilek kuyusuna doğru aktığı, ağaçların ve asmaların çiçek açtığı bir bahçe olarak tanımlanır.
Tac Mahal'de mezarın önündeki char-bagh (dört bahçe) bu tanımı dikkatlice takip eder: Havuzun oluşturulduğu merkezde dört su kanalı kesişiyor.
Tac Mahal'deki bu havuzun belgelenen adının "bolluk havuzu ve cennet nehri" anlamına gelen Havz-ı Kevser olması dikkat çekici.
Bu aynı zamanda onun cennetteki karşılığını tanımlamak için de kullanılan bir ifadedir.
Çiçek görüntüleri, Tac'ın cennet olduğu teorisini desteklemede çok önemli bir rol oynar.
Tac Mahal, pietra dura (parchin kari) ve alçak oyma (munabbat kari) teknikleri ile oluşturulan çeşitli bitkisel motifler ile yoğun bir şekilde süslenmiştir.
Türbenin genel ikonografisinde sürekli çiçek açan bu dünya dışı çiçeklerin varlığı, kompleksin Kur'an'daki Cennet imgesi ile ilişkilendirildiğine işaret ediyor.
Üçüncü teori ise Tac Mahal'in öneminin romantik değil, dini olması üzerinedir:
39 yıllık saltanatı boyunca Şah Cihan, kendisini ilahi olana yaklaşan mükemmel bir hükümdar olarak yansıttı.
Sipariş ettiği resimler ve mimari projeler ile açıkça görüldüğü üzere kral bu amaca ulaşmak için görselin değerinin tamamen farkındaydı.
Bahçenin düzeninden mermeri süsleyen özenle seçilmiş Kur'an ayetlerine kadar, Tac Mahal'in her yerindeki unsurlar, kralın manevi doğasına işaret ediyor.
Projenin baş hattatı Amanat Khan, Tac Mahal'i sülüs hatlı satır satır ayetler ile kaplamak için beyaz mermere jasper kakma yaptı.
Kur'an'dan 14 sure alıntılayan 22 pasaj var ve hepsi cennet ve kıyamet günü ile ilgili.
Ana girişteki yazıt, müminleri, müminlerin evi ve salihlerin mükâfatı olan cennete girmeye davet ediyor.
Ayrıca, mezar odasında, sanki ölenlerin artık ilahi olduğunu ima etmek istercesine, bir dergâhtaki toplantılara benzer şekilde düzenli ilahiler düzenlendiği de varsayılmıştır.
Sonuçta Tac Mahal pek çok şeyi temsil eder: Sarsılmaz inanç, yükselen hırs (hem dünyevi hem de ilahi) ve olağanüstü beceri.
Ve yine de. Bildiğiniz her şeyi bilseniz dahi, o serin mermer zemine oturup Yamuna'da gün batımını izlerken zihniniz kaçınılmaz olarak aşk öyküsüne geri çekilir.
Güzel bir kraliçe, kalbi kırık bir kral ve birlikte inşa ettikleri cennet...
7. Hampi Antik Köyü
Antik Hampi Köyü'nün sarayları, tapınakları ve köşkleri, Vijayanagara imparatorluğunun rafine duyarlılığının bir kanıtıdır.
Hampi'nin pek çok mimari harikası arasında ünlü Vijaya Vitthala Tapınağı'nın müzikal sütunları da yer alıyor.
15'inci yüzyılda Kral II. Devaraya tarafından inşa edilen tapınağın sütunları yerel pembe granitten oyulmuştur.
Onlara dokunarak veya vurarak farklı müzik notalarını çalabilirsiniz!
Hampi mimari güzellikler ile doludur; şarkı söyleyen taşlar gibi!
8. Mumbai'deki Watson's Hotel
Daha önce Esplanade Hotel olarak bilinen Watson's Hotel, ismini Bombay'da bir İngiliz iş adamı olan ilk sahibi John Watson'dan almış.
İnşaatına 1867'de başlandı ve 1869'da tamamlandı ve başlangıçta ofislerin işletilmesi planının aksine, Watson's 1871'de otel olarak açıldı.
Mumbai'deki Watson's Hotel, birden fazla nedenden dolayı tarihi bir mekan.
Hindistan'ın ilk film gösterimi 7 Temmuz 1896'da burada gerçekleşmiştir.
Mark Twain ve Rudyard Kipling de dahil olmak üzere birçok ileri gelen burada konaklamıştır ve Muhammed Ali Jinnah'ın en sevdiği mekanlardan biriydi.
Ancak Watson's şöhretinin asıl nedeni, Hindistan'daki en eski dökme demir bina olmasıdır.
1920'de bina otel olmaktan çıktı ve Esplanade Mansion olarak yeniden adlandırıldı.
Yüksek Mahkeme'ye yakınlığı nedeni ile birçok hukuk bürosunun ilgisini çeken bir yerleşim alanı haline geldi.
Mimarlar, yükünün neredeyse tamamen demir bileşenleri tarafından taşındığı çok katlı bir binanın mükemmel bir örneği olduğunu vurguluyor.
Watson's Hotel'de kullanılan iskelet, günümüz gökdelenlerini gerçeğe dönüştüren çelik iskeletin öncüsü niteliğindeydi.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish