Kalmanın yolu, gitmekten daha uzun.
Yolu var mı dünyanın, nereden fark edilecek ki hangi taşın terinde ahdı insanın?
Kırmadıkça, kırılmadıkça kim onun farkına varır, yarasına dokunur; bir çiçeğin kendiliğinden açılmadığını bile bile.
Bir ömür müddetiyle susmaya kalkışır. İnsan, kendinden gidenin ondan ne kadar uzaklaştığını göstermek amacıyla durmadan anlatma ihtiyacına soyunur.
Derisine dek sinen uzaklığın ölçüsü, gözlerinde yolları aralayan dalgın bir bakışa düşer durur.
Gittikçe daha az rastladığımız insana sözü emanet etmenin rahatlığıyla boşluğa düşüyoruz yeşermenin adıyla anılmak için.
Ateşin başında durmuşuz. Su şırıl şırıl akıyor.
Dört kütük var, ikisi boş. Derenin akışı, şırıltısı buzun altından kulaklarımıza değiyor.
Su sesine durmuşuz biraz da. Gölgelerimiz tek. Endamımız yamuk yumuk.
Yüzümüz donuk. "Anlat", diyorum ona. "Anlatamam, anlatırsak yakınımız ırar bize" diyor.
"Anlatmazsak ölürüz" diyorum. "Anlat şöyle şöyle hikâyeni".
Ateş yanıyor, odunlar çatırdıyor. Arkamız karanlık. Ateşe baktıkça önümüz de karanlık. Kar yağıyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Karanlığa yol alıyoruz, zaman bıçağın iki tarafı gibi işliyor; anlatan bıçağın ucunda, dinleyen bıçağın sırtında.
Kim, kimi, kimin sabrıyla kanatacak? Anlatmak öldürmektir. Vazifesini ölümün elinden almış anlatıcının dünyayı unutturma hasleti, onun yalnızca sözcükleri, sesini kullanmayacağını bilen dinleyici gövdesinin her zerresine odaklanır.
Anlatıcı ellerini kaldırdığında, gözlerindeki karanlık kuyuya yavaşça düşmeye başlar dinleyici; uyuşur, kıpırdayamaz olur, tüyleri diken dikendir, aklını kurban vermiştir anlatıcıya.
Su dolu bakraçta yüzünü seyredip kendini arayan bir insanın halini anımsatır dinleyici.
Anlatıcının yüksek perdeden ulak titizliğinde ses vermesi, ateşteki odunların tutuşmasını daha da hızlandırır.
Anlatıcı, yeryüzündeki tüm sesleri bastırmak göreviyle konuşur; dinleyici yeryüzündeki tüm sesleri ve görüntüleri unutarak anlatıcının sesinde ve hareketlerinde kaybolmaya mecburdur.
Bir anıdan öteki bir anıya atlarken yakalanır dinleyici, soluk alışverişi derinleşir. Anlatıcı, dinleyiciyi de unutmuştur artık.
Zafere giden yolda her şeyin mübah olduğuna kanaat getirdiği sanılır, fakat anlatıcı yaşamı çekip ateşin etrafında gezdirir.
Ne anlatıcı ne de dinleyici birbirine rakiptir. İkisine de rakip olan yeryüzüdür. Henüz zamanın bağrında neler sakladığını bilmiyor ikisi de.
Hikâyenin sarhoş edici yanı ikisinin kahinliğini elinden alır, her şeyi unuturlar.
Kar yağıyor, dalların üzerini kapatıyor, pencerelerden ışık dahi sızdırmıyor.
Göğü turuncuya boyayarak lapa lapa metrelerce kar yağıyor.
Hikâye bitti, ateş söndü, anlatıcı tütününü sardı ama dinleyici hâlâ dünyada değil.
Yeryüzüne dönemedi bir türlü. Hikâye anlatmanın iyileştirici olduğunu söyleyenleri yalancı çıkarıyor şimdilik dinleyici.
Ama her şeyin birdenbire gerçekleştiğine kani olduran dünyanın ve onun aralık düzeninde zamanın akmasını beklemeli.
Dinleyici ateşin söndüğünü, üşüdüğünü fark eder, ateşe birkaç odun atar.
Kollarıyla kendini sarar, hikâyeyi düşünür ve yavaş yavaş dünyaya döner.
Sarsılmıştır. Çünkü yaşamın asıl tortusunu hikâye anlatıcısı dinleyiciye bırakmıştır.
Boşlukları doldurdukça iyileşecek. Boşluklardan büyüyecek, boşluklardan bir gülün adını taşıyacak.
Bir zamanlar hikâye anlatıcısını dinlemek uğruna, sırf bir hikâyenin büyüsünde kaybolmak için anlatıcıyı hediyelere boğan ama hikâyeye doymadığı için son keçisini de hikâye anlatıcısına armağan eden dinleyiciyi düşünün.
Dünya, yalnız bir hikayedir. O da hikâyenin içinde yer almak ister. Elinde neyi var neyi yoksa hikâye anlatıcına vermekten geri durmaz.
"Onu mutlu eden ne mal ne de mülktür" diyemeyiz. Çünkü hikâyenin büyüsü bittiğinde, gerçeğe döndüğünde neler kaybettiğinin farkına varacaktır.
Lakin, edindiği bilgiyi ya da hafızasına kazıdığı hikâyeyi bir zaman sonra o da anlatarak kaybettiklerini misliyle geri alacaktır.
Zaman tersine döndü. Hikâye anlatıcısı öldü, akabinde dinleyici de.
Anlamanın ve anlaşılmanın eşiği terk edildi.
Sözün ve sessizliğin hükmü unutuldu.
Şımarıklığın dert, derdin şımarıklık diye sunulduğu zamanın ağzında çiğneniyoruz.
Birbirimize kıyılmış hayatlar bırakırken geçmişin bağıyla oyalanıp durmadan kendimizi hırpalıyoruz.
Yaşam budur diyerek hayıflanıyoruz eski günlere, yaşayamadığımız ya da yaşamaya güç bulamadığımız yarınlara kin bıçağımızı dik tutarak.
Zaaflarımızdan birer put yarattık, sonra zaaflarımızı taşlayarak kırdık. Nice anlamsızlık çölünde her şeye bir anlam yükledik, anlamsızlıkların tozuyla kör olduk.
Masumiyetin bağışlanabilir tabiatından sevgiyi çekip çıkardık, yerine kin dolu sahnelerde umulmadık reklam edilen kinler bıraktık.
İnsan, kendi kendine yenildi. Düşüncesizliğini kalabalık sahnelere bağışladı.
Oysa anlatabilirdi insan, ateşin alevleri etrafında topladığı küçücük kalabalığa, anlamı seslendirip köhne ruhları bahçelere çıkarabilirdi.
İnsan yenildi, insan yenildi. Mağlup olmanın galibe müjde vereceğini yok sayarak.
Gizemin bıçağını yok ederken açıklık, insanı insandan alıp götürdü.
Ne gecenin üstüne çöken örtünün ne sabahın ışığına düşen çiğ damlasının büyüsünü hatırlar olduk.
Demirlendiğimiz uçurumdan kendimizi atıp duruyoruz.
Parçalara ayrılarak, düşeceğimiz anın endişesiyle kardeşiz. Ürperti içindeyiz.
Ne korkmaya ne de cesaret etmeye garez buluruz. İhtişamımızı hatırlamamaya borçlu sanırız, ta ki unuttuklarımız bizden öç alıncaya dek.
Dünya, geride kalan anlatıcıları mahzeninde korur kendi ruhunu yitirmemek için.
Yıllar devrildikçe salar onları yeryüzüne, dünyada kalmış yalnız o kişiye hikâye anlatmak için.
Ve dinleyiciler yeryüzünü terk ettiğinde, soğuk bir kış gecesinde anlatıcı kendi kendine hikâye anlatarak ateşi seyreder.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish