Batı'nın yeni İslâm düşmanlığı ve Türkiye

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Lukas Schulze

Batı dünyasında 11 Eylül paradigmasının yeni zirveleri gördüğü bir safhadayız.

Gerçekten de odağına İslâm düşmanlığını alan ve siyâset sahnesinde her geçen gün ağırlığını daha fazla hissettiren ulusal-sağ hareketler -bilhassa Avrupa'da- yeni bir düzenin taşlarını döşüyor.

Ufukta görünen ve dahi çizilen "yeni düzen" pek sevimsiz. 

Nesnel ve somut dayanaklardan bütünüyle yoksun "Büyük İkâme" sanrısının şemsiyesi altında, Avrupa'nın yerli emekçi sınıflarının ekmek dâvâsını kültürel düzlemde siyasallaştıran bu hareketler kendi ülkelerinde birer birer iktidar kapısını zorluyor, bazen de kırıyor.

Bugün artık eski, tarihsel milliyetçiliğin esâmisi okunmaz oldu. Bir zamanların İslâm-Müslüman dostu, müttefiki ve hatta "yoldaşı" milliyetçilik buharlaşmadıysa da yok olmanın eşiğine gelecek kadar geriledi. Oysa bu "kadim" sürüm, bir zamanlar "ana akım" idi. 

Bu bir apoloji değil, bir vakıanın saptanması.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Şimdi ise sahne, pozisyonuna sımsıkı yapışmış bir "neo" varyanta ait. 

Fakat bu "neo", yabana atılır türlerin dışında. Çok güçlü ve her ân gücüne güç katıyor.

Tarihselliğin karanlığından, hayaletlerinden ve iblislerinden kendini "arındırmış", hayatî tezlerinde 180 derecelik dönüşünü ve dönüşümünü başarıyla tamamlamış ve büyük Finans-Kapital'le çelişkilerini büyük ölçüde çözümlemiş bir portre var karşımızda.

"Arınma"yı temin eden, çerçeveleyen, nihayetlerinden temel sütun ise dolambaçsız bir şekilde "anti-İslâm" söylevi. "Kefâret" formülü buydu, "harçlaştı".

Ulusal-sağlar şimdilik parçalı bir yapıdaysa da "birleşme"ye yönelik gitgide belirginleşen bir irade paylaşılıyor. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) seçimlerinin sonuçlarına göre mevzubahis atılımın seyri de berraklaşacaktır.

"Ulusal-sağ" aileye mensup sağ-popülistler meselelere daha "seküler" pencereden bakarlarken, aynı ailenin diğer mensupları olan "ulusal-muhafazakârlar" ise "medeniyet" eksenli bir idrâki önceliyorlar. 

İlki merceği "yaşam tarzı" levhasına tutarken, ikincisi "Yahudi-Hristiyan medeniyeti değerleri"nin üzerine titriyor. Fakat öyle ya da böyle, anlaşmayı beceriyorlar.

Ben bu yükselişin kaynağında "Avrupa'yı oyalama stratejisi"nin yattığı görüşündeyim.

Ufukta beliren yeni bir "küresel paylaşım savaşı" var ve belli ki Avrupa bu denklemde -en azından "paylaşan" bir aktör olarak- yok yahut olmayacak.

Zira "anti-İslâm" hareketinin kıta genelinde (İngiltere dâhil) iktidarı devralmasının çok aşikâr ve bir o kadar da (en hafif tâbirle) "rahatsız edici" ve uzun soluklu sonuçlar tetiklemesi kaçınılmaz.

İpleri tutan "Batı" yakası da "Doğu" yakası da bunun pekâlâ farkında. 

Ve görünen o ki, "gelecek örgüsü" noktasında Avrupa'da sözü geçenler hakikatte hâlâ Washington ve Moskova.

Başka bir deyişle, "Avrupa menşeili" ulusal-sağ olguda müthiş bir "araçlaşma" ve "araçsallaştırılma" hüküm sürüyor. Zaten meselenin bana kalırsa "püf noktası" da tam olarak burası.

Ne idüğü belirsiz, kodları muğlâk ve müphem bir "yaşam tarzı" anlatısından 1945-sonrası titizlikle kurgulanan bir "medeniyet" şablonuna değin her açıdan çok "köksüz" bir diskurlar demeti ("ideolojiler" demeye dilim maalesef varmıyor) profesyonelce harlandı.

Yeni "İslâm düşmanlığı"nın 21'inci yüzyılın ilk çeyreği tamamlanırken özelde Avrupa, genelde ise Batı'daki ahvâl ve şerâit böyle.

Gelelim Türkiye'ye.

Dışarıda bu istikâmette esen sert rüzgârlardan Türkiye de "sağlı-sollu" nasibini aldı, alıyor.

Öyle ki, oluşan fırsattan istifâde etmek suretiyle, 28 Şubat hortlak-fikirlerini dahi kamuoyunun üzerine salmakta tereddüt etmeyen bir propaganda/girişim makinesi birkaç yıldır (tekrar) çalıştırılmaya başlandı.

Esasen eski dünyanın öldüğü, yeni dünyanın henüz doğ(a)madığı bir bağlamda, "yaklaşan"ın çok sübjektif bir projeksiyonuyla ülkenin sözüm ona daha "münasip" bir konumlanmaya geçmesi istenci (veya istençleri) tebarüz ediyor.

Ben ifâde hürriyetine sonuna kadar taraftarım. Fizikî sıkışma mecrasına dökülmeyen her görüşe tam serbestiden yanayım.

Söz konusu ilkesel hakkı-görüşlerine yakın olmadığım ve/veya katılmadıklarım dâhil- üstün tutmanın önemine eskiden beri hep inanırım.

Dolayısıyla bazı kişilerin-kesimlerin farklı çizgideki mevzilenmelerini katılmasam da anlayabilirim.

Ne var ki burada soğukkanlı, gerçekçi ve dürüst bir tahlile ihtiyaç olduğunu zannediyorum.

Çok yalın ve doğrudan bir tarzda belirtmek gerekirse, Avrupa'da tırmanan bu "anti-İslâm" eğilimi bir "anti-din" unsurunun yanında, bir de "anti-medeniyet" başlığının içinde yuvalanmış bir dizi "anti-kültür" öğesi de barındırıyor.

Kısacası bu silsilede kişinin "düşman/hasım" addedilmesi için belli bir medeniyet ve kültür dairesinden-havzasından gelmesi kâfi. 

Burada inançlı yahut inançsız, sakallı yahut tıraşlı, başörtülü yahut başı açık, şalvarlı yahut kot pantolonlu olmanız hiçbir kıymet arz etmiyor.

"Onlar" nezdinde "siz", isminiz-cisminiz-kişisel tarihiniz ve aidiyet(ler)inizle "içinden çıktığınız" medeniyet ve kültür havzasının bir mahsulüsünüz.

Üstelik bazen en basit fizyolojik hususiyetleriniz dahi "böyle" telakki edilmeniz için fazlasıyla doyurucu gelir.

Hollandalı siyasetçi Geert Wilders gibilerinin bazı "sırt sıvazlayıcı" mesajlarına bakıp aldanılmasın. Tasvir ettiğim bu "neo" dalganın hücre çekirdeği işte bu şematiktir. 

1920'ler-1930'lar parametreleriyle – velhâsıl makalenin başında değindiğim tarihsel Avrupa milliyetçiliğinin kurucu-genetiğiyle – günümüz Avrupa ulusal-sağlarını okumaya ve anlamlandırmaya çalışanlar dehşetengiz bir yanılgıya düşeceklerini bilmeliler.

Keza Avrupa'nın "kendilerine" bakışının muhtelif "şirin gözükme manevraları" neticesinde "iyileşeceğini" düşünenler de öyle.

Tüm bu verilerin ışığında bence kendi zâviyemizden sorulmaya lâyık en can alıcı, yakıcı soru şu: Ne uğruna?

Öyle bir dünya şekilleniyor ki, Gramsci'nin okkalı "şimdi canavarlar zamanı" teşbihi dahi "hafif" kalmaya mahkûm.

Ve bu süreçte mutlak iyi-doğru-güzel terkibinden kesintisiz bir ilham alınması gerektiği açık. 

Varsa kusurlar, hatalar ve yanlışlar, onları yapan ve savunanlarla sınırlamalı.

Topyekûn aşkınlık fikrini zedeleyici tahripkâr tutumlardan ise yüz çevirmek katiyetle elzem. 

Kısacası bir hiç uğruna hiçleşmemek, hiçleşmeyi reddetmek bugün verilebilecek makul ve fakat adanmış kararlardan biri.

Hatta belki de en makulü ve en adanmışı.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU