İtalya'nın Sicilya adasındaki Cefalù adlı küçük balıkçı kasabası 1920'li yıllarda tarihin en karanlık okült şahsiyeti Aleister Crowley ve onun peşinden giden bir avuç müride ev sahipliği yaptı.
Crowley'in mülk edindiği ve sonraları "Cefalù Manastırı" (veya "Thelema Manastırı") olarak anılacak olan bu küçük, tek katlı müstakil evin bünyesinde filizlenen anlayış ve ritüeller manzumesi zamanla dallanıp budaklandı ve günümüze değin ulaştı.
Öyle ki, 1970'li yıllarda evvelâ "kaos büyüsü" olarak adlandırılan bir nevî anarşizan büyü pratiğine evrilerek serpildi.
Son kertede ise muhtelif yeraltı devrimci sağ muhitlerin kimi ezoterik metodolojilerine dahi rehberlik eder oldu.
Peki, ama söz konusu tuhaf bağlantılar ve kesişmeler zinciri nasıl şekillendi?
Crowley'in geride bıraktığı miras neydi?
"Kaos büyüsü", Crowley'den hangi planda feyz aldı?
Nihayet, söz konusu "gelenekler silsilesi" bugün "sağ-hızlandırmacılık" şeklinde telakki edilen olgunun fikir ve aksiyon örgüsünde kendine nasıl bir yer açtı?
Gelin, alışılmışın çok dışındaki bu yolculuğun merhalelerini birlikte inceleyelim.
Aslında "ezoterizm" levhası kıta Avrupa'sına ve Anglosakson coğrafyaya içkin "sağ" paradigmaya bir dönem epey yabancıydı; ta ki 19'uncu yüzyıldaki Romantik akıma kadar.
Gerçekten de söz konusu edebiyat ve sanat merkezli entelektüel akımın "sağ" üzerine ciddi-somut tesirleri oldu.
Bir yandan pagan hevesleri kaşırken, diğer yandan milliyetçi ideolojinin doktriner formasyonuna da ciddi katkı verdi.
Lâkin soyut açılımları da beraberinde geldi ve (elbette diğer bambaşka dallardaki-alanlardaki gelişmelere de paralel olarak) ezoterizmi, ruhçuluğu besledi.
Genel manada ana üssü Birleşik Krallık olmak üzere, bütün kıta Avrupa'sı neredeyse baş döndürücü bir şekilde Hint kozmolojisinin, ispritizmanın, tantrik seks ve yoganın, astrolojinin, mitolojinin, büyünün ve hatta yine, yeniden cadılığın yayılmasına tanıklık etti.
Şüphesiz farmasonluğun da oynadığı "kolaylaştırıcı" bir rol vardı ve fakat onu aşan, katlayan bir "büyüme"den rahatlıkla bahsedilebilir.
Bilhassa Birinci Dünya Savaşı'nı müteakip mantar gibi çoğalan gizli topluluklar gitgide siyâsete de ilgi duydu, sirayet etti.
Hitlerciliğin bu "dalgayı" doruğa ulaştırdığı söylenir ki, bu bir bakıma doğru olsa da eksiktir.
Esasında Hitlerciliğin benliğinde cisimleştirdiği ezoterik imgeleri ve çok daha fazlasını "popülerleştiren", Le Matin des Magiciens (Büyücülerin Sabahı – Türkçede "Evrenin Sahipleri" şeklinde yayımlandı) adlı bir kitap oldu.
1960 yılında Fransa'da Louis Pauwels ve Jacques Bergier imzalı bu eser, akademisyen Stéphane François'ya göre nasyonal sosyalizm-okült ilişkilerine dair algıyı kitleselleştiren birincil kaynak konumundadır.
Hakkı vardır, zira yazarlarının dahi beklemediği bir ilgiyle karşılaşmış, sayısız makaleye ve ikincil kaynağa da zemin teşkil etmiştir.
Dönelim Crowley'e ve Cefalù Manastırı'na.
İngiliz asıllı bir şair, dağcı, seyyah, romancı ve editör olan Aleister Crowley (1875-1947), aynı zamanda "Thelema" adlı bir "dinin" de "peygamberi".
1904 yılında balayı için gittiği Mısır'da Aiwass (veya "Aifass" da deniliyor) adlı bir doğaüstü varlıkça kendisine dikte edildiğini iddia ettiği ve üç ana bölümden oluşan The Book Of Law (Yasa Kitabı), "Thelema" dininin temel sütunu mâhiyetinde.
"Thelema" sözcüğü kadim Yunancada "iştahlı irade" ve hatta "cinsel tutkuya varan iştahlı irade" mânâsına geliyor.
16'ncı yüzyılda yaşamış Fransız yazar François Rabelais'nin Gargantua başlıklı eserinde işlediği ve bir "anti-Manastır" metaforunu canlandıran, içerisinde insanların özgürce ve kendi zevklerine göre yaşadıkları "Thelema Manastırı" tasavvurunu Crowley zamanla kendi dininin ismine dönüştürüyor.
"Dilediği yap" düsturunun özünü yansıttığını söylediği "Yasa Kitabı"nda Crowley'in, Nietzsche'ci öğeler ile Darwinist öjeni temalarını eşine az rastlanır bir şiddetle işlediği muhakkak not düşülmeli.
"Yasa Kitabı"ndaki bir kesit şu şekilde örneğin:
Dışlanmış ve yetersizler, bırakın kendi sefâletlerinde ölsünler – onlara verecek bir şeyimiz yok. Onlar hissizler. Merhamet, kralların zaafıdır; sefilleri ve zayıfları ezin: bu güçlünün yasasıdır ve bu hem bizim yasamız hem de dünyanın neşesidir.
Keza 1917 yılında yayımladığı Moonchild (Ay'ın Çocuğu) adlı kitapta "seks büyüsü" vasıtasıyla bir "süper-insan bebek" yaratılabileceği hususuna değiniyordu.
Crowley, yayımladığı tüm materyallerde "varoluşun bedelinin sürekli bir savaş olduğunu", doğada düzenin "zayıflardan intikam almak" ve kendini "onlardan arındırmak" üzere çalıştığını vurgulayan bir isim.
Bu sürecin doğanın bir çeşit "oto-kürtajı" olduğuna inanıyordu. İlâveten, onun "aşkın bireylere" varlığına dair getirdiği kanaat onu bireyciliğin ve dahi bireyselliğin en uç sınırlarını zorlamaya itti.
Bireyciliği de bireyselliği de oldukça radikaldi, içgüdüseldi. Bu anlamda Max Stirner'in kavrayışına yaklaşan bir ben-merkezcilikten pekâlâ söz edilebilir. Müntesiplerine "kendi kâinatınızın merkezinde durduğunuz gerçeğini idrâk edin" diyordu.
Crowley, eşcinsellik de dâhil cinsel ilişkilere saplantılı tarzda bağlıydı ve bunu ritüellerinin lokomotif unsuru hâline getirdi.
Bir dönem "yeryüzündeki ayaklı lânet" lakabıyla tanınan İngiliz okültist, aynı zamanda bir uyuşturucu müptelâsıydı. Seks-uyuşturucu hattında doğrudan satanizme varan kimi âyinlerin sabırlı uygulayıcısı ve örgütleyicisiydi.
1920 yılında Birleşik Krallık'ı babasından kalan yüklü mirasla terk eden Crowley, o dönemki partneri Leah Hirsig'le soluğu Cefalù'da aldı.
Buradaki ufak villada yaklaşık 20-25 kişilik takipçiyle bir "koloni" kurmayı hayal ediyor. Başlattığı "Thelema" dininin hem mabedi hem de mektebi olmasını istiyor.
Evin duvarlarını ve yerini resimlerle, fresklerle donatıyor. Kendi yatak odasının adını Fransızca Chambre de Cauchemars yani "Karabasan Odası" koyuyor.
Yapılan zifirî, erotik ve hatta pornografik iblis-yılan çizimlerinin -bugün bile- bölge halkının girmekten imtinâ ettiği metruk villada büyük ölçüde korunuyor oluşu serdedilmeli.
Bu esnada İtalya'da Benito Mussolini'nin ve faşizmin ayak seslerinin gürleşiyor. Crowley faşizm ile komünizmin "yıkıcı" potansiyelini takdir etse de "kitle siyâseti"nden deyim yerindeyse tiksiniyor.
"Yasa Kitabı'na Sonradan Getirilen Yorumlar"da şöyle yazıyor:
Dini, sosyal veya sanayici her zalimle özgürlük için mücadele etmeliyiz; bu uğurda herhangi bir tavize karşıyız. Her mücadele son ana dek yapılan bir mücadeledir. Adalet yahut özgürlük çağırdığında kılıcını hazır etmeli.
Demokratik sistemi, "ortalama bir seçmen aptal ve cahildir" diyerek eleştiren Crowley, farklı yazılarında ataerkil-feodal bir krallık düzenini tercih ettiğini birçok kez yineliyor.
Bununla ilgili bir keresinde "beynim anarşizan veya sosyalist fakat kalbim bir Aristokratın kalbi ve bu kendi içimde değil ama beni gözlemleyenlerde karışıklık yaratıyor" diyor.
"Ne istersen onu yap" formülüyle özetlenen "Thelema Dini"nin sahibi Crowley'in bireysel özgürlük düşkünlüğü onu faşizme de nasyonal sosyalizme de mesafeli kıldı.
Bu düşkünlük öyle bir raddededir ki, bir keresinde Crowley şunları yazar:
Hitler'in 'üstün ırk' kavrayışı ilginç ve doğruydu ancak bu rutin-sever, tek-tip takıntıları olan, kanunlara boyun eğen, buralarda sığınak arayan Alman olamaz. Doğal anarşist olan Keltler mesela buna daha yakındır.
Aksiyoner ("sabırsız, aceleci aksiyon dahi aksiyonsuzluktan iyidir" tespiti vardır) ve irrasyonel ("mantığını dinleyen insan devrimci olmaktan feragât eder" demiştir) tarafları Crowley'i İtalya'nın yaklaşan yeni nizâmının ruhu çerçevesinde "tehlikeli bir birey(ci)" yapmaya yetiyor da artıyordu bile.
Dahası, mistik hezeyanlardan hiç hazzetmeyen Mussolini, Crowley'i çok yakında mimleyecekti.
Nitekim öyle de oldu. Dönemin meşhur İngiliz şarkıcısı ve modeli Betty May'in kocası Frederick Charles Loveday'in (Crowley'in müntesibiydi) "Thelema Manastırı"ndaki âni ölümü bardağı taşıran son damla oldu.
Başta Betty May olmak üzere ailesi, Loveday'in Manastır'da "şüpheli bir kurban âyini" neticesinde öldüğünü İtalyan makamlarına bildirdikten birkaç gün sonra Crowley, 1924 yılında Mussolini'nin şahsî imzasıyla sınırdışı edildi.
Yerleştiği Tunus'ta bir süre Mussolini karşıtı makaleler kaleme aldı. Paris ve Berlin'de de yaşayan Crowley, nasyonal-sosyalizmin 1933 yılındaki nihai zaferi öncesinde -muhtemelen kaderini tekrarlamamak adına- Londra'ya döndü ve 1947 yılında burada öldü.
Crowley'in bir dönem yediği içtiği ayrı gitmeyen İngiliz asıllı ressam ve yazar Austin Osman Spare (1886-1956) ismini de zikretmek lâzım.
Spare, Crowley'le dostluğunun üzerine titrese de belli bir süre sonra kendisiyle yollarını ayırıyor. Tıpkı Crowley gibi şiddetle dolup taşan erotik yazıları, şiirleri var.
Dahası, Voodoo ve cadılık üzerine yoğunlaşıyor. Yine seks levhası etrafında geliştirdiği saplantısıyla da Crowley'le uyuşuyor.
Hayatının son demlerini fahişelerle düşüp kalkarak, yoksulluk içinde tamamlayan Spare'i ölümünden 15 yıl kadar sonra bir Thelema müntesibi olan Kenneth Grant "unutulmaktan" kurtarıyor.
Bu ayrıntı belirleyici zira Spare'in "büyü" üzerine çalışmalarını gündemleştiren bizzat Grant'in kendisi. Ve makale başlığımızın ikinci bölümünü oluşturan "kaos büyüsü" de Spare'in çalışmalarının "semeresi".
İngiliz yazarlar Peter James Carrol ve Ray Sherwin'in 1970'li yılların sonralarına doğru geliştirdikleri "kaos büyüsü" mektebi, ilginç bir ivmeyle, Punk müzik çevresinde yankılanıyor.
Örneğin "Coil" grubu kurucusu John Balance -kaos büyüsü mektebine bağlıdır- bir defasında şöyle der:
Kaosu ve karışıklığı doğurmak için her şeyi yapmak mubahtır. Eski düzenin yıkılması ve yeni Eon'un gelişini hızlandırmak için her şey mubahtır.
"Eon" kavramının, Thelema kozmolojisinde belli bir ilâhî-manevî prensiple mündemiç bir zaman aralığını yahut çağı ifâde ettiği belirtilmeli.
Kaos büyücüleri matematik teoriye sonuna kadar sadıklar. Ufacık bir dalgalanmanın büyük değişimleri kırbaçlayabileceğini düşünüyorlar.
Bu anlamda sürekli hareket hâlinde olan bir düzen algıları var ve bu "devinim" asla kesintiye uğramıyor.
İnançları ulaşmak istedikleri herhangi bir amaç uğrunda seferber edilebilecek birer basit araç olarak değerlendiriyorlar.
Birçoğu kendini "ezoterik devrimci" şeklinde tarif ve takdim ediyor. Dahası, yerleşik toplumsal normlarla asla barışık değiller ve kendilerini özerk "karşı-kültür" sahasında konumlandırmayı yeğliyorlar.
Spare'in "tüm yasaları çiğneyin" önermesinden hareketle, "kaos büyüsü"nün "corpus"u bireylerin hâkim kültürel, siyasal ve medyatik egemenliklerden özgürleşmelerini salık veriyor.
Takipçileri, insanları bir "zihniyet değişimine zorlamak" nâmına davrandıklarını savunuyorlar.
Tam da bu noktalarda sağ-hızlandırmacı dinamik momentumu devralıyor. Her ne kadar sağ-hızlandırmacılık ile "organik" bir irtibattan elbette bahis açılamazsa da sağ-hızlandırmacılık galaksisinin bünyesine doğrudan yahut dolaylı dâhil olan bireyler tarafından yükselen bir tarzda araştırılıyor.
Bilindiği üzere, çoğunlukla nasyonal-sosyalist yeraltında mevzilenen sağ-hızlandırmacılara göre bugünkü düzen sürdürülebilir değil ve kendiliğinden çökme yolunda.
Esas düğüm ise "nasıl?" ve "ne zaman?" soruları etrafında. Burada bir çeşit "ana idrâk şablonu"nun varlığından bahsedilebilir.
Buna göre, er ya da geç şiddet şiddeti doğuracak ve bu "döngü"yle birlikte kaos toplum sathına yayılarak kitleselleşecek.
Kontrolün herkesçe ve her yerde yitirilmesi hâdisesi ise bir "ırk savaşı"nı tetikleyerek sağ-hızlandırmacıların diledikleri "etno-devlet"in kuruluşuna vesile olacak.
Gerçekten de söz konusu perspektifte "Sistem" hakikatinin torpillenerek farklı grupların birbiriyle çatışmasının zeminini kolaylaştırmak, bu vesileyle toplumun "bağışıklığını" düşürmek ve onu kaçınılmaz "iç savaş" için "kıvama" getirmek, sağ-hızlandırmacı teleolojinin aslıdır.
"Eylem şematiği" planında bireyin "oto-radikalleşmesi" ve inisiyatif alması üzerine kurulu bir "kendi kendini etkinleştiren" şiddet mantığı hâsıl.
Sağ-hızlandırmacılığın uçurumlarının, dipsiz kuyularının bir sonu yok. Bütün külliyatı ve pratiği bunun üzerine. Ve bugün bunlara "geçmişten gelen" kesişmelerin güncellenmiş/güncellenen formatları eklemleniyor.
Ezoterizmin, büyünün ve siyasal saikli şiddetin yine bir potada harmanlandığı bir çağın eşiğindeyiz. Semavî dinlere aidiyetin zayıflaması, bireyselliğin pekişmesi, demokrasi kavramının oyukluğu ve etnik bilincin sıçramasıyla tutunulacak bir "kulp" aranıyor ve tozlu alanlar yeniden keşfediliyor.
Bugün mesele "sayı" değil. Sayıları çok az olsa da burada nicelik etkin bir faktör değil. Birey planına dayandığı için temel alınır ünite de bu.
Sağ-hızlandırmacılık şemsiyesi altında -bilhassa Anglosakson âleminde- podcastlerde, bloglarda, forumlarda ve dahi popüler yayınlarda ilgili bireylerin en tuhaf, en çılgın sentezleri, eklektizmi ve birleşimleri sınır tanımıyor.
Gözden kaçırılan ise, henüz başlarında olduğumuz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish