Büyük Sıfırlama'ya karşı Proudhon'u yeniden keşfetmek

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Caricature hostile, Paris, 1848

Yeni bir dünya savaşının arifesinde olduğumuza dair çok berrak göstergeler var.

Öte yandan modern tarihin de mühürlediği bir gerçek var: "Dünya savaşı" vb. geniş ölçekli savaşlar genellikle peşinden "yeni" bir "dünya düzeni"nin inşâsı ve bunun "yan ürünü" olarak da "yeni insan" tasavvurunun ete kemiğe büründürülmesi için yapılageldi.

Başka bir deyişle her büyük, kitlesel ve ölümcül savaş bir tür "yeni insan" formatı doğurmuştur. Düşüncesi, alışkanlıkları, refleksleri ve davranış kalıplarıyla "kendi zamanının zoraki tanığı" olan bu "yeni insan" tipolojisi daima açıktan yahut örtülü bir "totaliter" tevessülün yansımalarını benliğinde cisimleştirdi.

Hâl böyleyken, bugün en üst perdelerden dillendirilen -ve benim de katıldığım- "yaklaşan savaş" tespitinin gölgede kalan (yahut kasten bırakılan) bu boyutunu irdelemek faydalı olabilir.

Gerçekten de bir müddettir dünya sathında küresel seçkinler sınıfının himâyesinde devam eden bir "Büyük Sıfırlama" (Great Reset) inadı göze çarpıyor.

Pandemi-sonrası süreçte iyice ivmelenen bu inat gerek propaganda gerekse uygulamaya aktarılma noktalarında fevkalâde mahirce işleniyor.

Sözüm ona ekolojik hassasiyetlerle süslü "gezegeni kurtarmak" söylemiyle hareket eden bu ahtapot-şablonun her kolunda ayrı bir musibet beliriyor: Nüfusun azaltılması, mülksüzleştirilmesi, topraktan koparılması ve yukarıdan aşağıya doğru denetlenmesi/fişlenmesi, gıdanın yapaylaştırılması, topyekûn varlığın dijitalleşmesi, doğal düzenin bozulması ve ilâhî aşkınlık fikrinin çürütülmesi.

    Bu anlamda dört başı mamur, esaslı bir "paradigma"dan bahsedilebilir. Üstelik söz konusu "paradigmatik örgü" artık kalabalıklar tarafından da – yarı-bilinçli, yarı-bilinçsizce – kabullenilmeye, kanıksanmaya başladı. 

"Gelen"e, "yaklaşan"a biraz da böyle bakmak lâzım.

Peki, ama "alternatif" nâmına hiç mi umut yok?

Şüphesiz ki bu soruya ikna edici bir cevap getirmek için didinen farklı ufuklardan entelektüel şahıs ve muhitler eksik değil -iyi ki değil. Ben de kendi zâviyemdem mevzubahis arayışlara mütevazı bir katkı sunmak niyetindeyim.


Marksistlerin kuru gürültüsünde boğulan bir ses: Pierre-Joseph Proudhon.

Anarşizmin kurucu babalarından Fransız yazar-düşünür Pierre-Joseph Proudhon'un (1809-1865) sesi, vaktiyle (ve sonrasında) Marksistlerin çıkardıkları kulak tırmalayıcı patırtılarda boğuldu.

Ben -bilhassa günümüzde- Proudhon'u hatırlanmaya ve hatırlatmaya değer buluyorum. Bunun birçok sebebi var.

Proudhon, işçi sınıfının bağrından kopan ve her daim onun yanında konumlanmış bir kalem erbâbı.

İdealizmden uzak, hatta son derece gerçekçi ve pragmatist bir profili hâsıl. 

Kendisini meşhur eden -ve yanlış/eksik anlaşılan- "mülkiyet, hırsızlıktır!" ihtarıyla tanınsa da Proudhon bunun çok ötesinde bir kaynak.

Dünyanın da insanın da birer "çelişkiler yumağı" olduğunu düşünüyor.

Fakat ilginçtir, derdi çelişkileri "çözümlemek" değil. Onları birbiriyle yaşayabilir kılmanın, uzlaştırmanın ve dengelemenin peşinde.

Proudhon'da "nihaî kurtuluş" için "hazır bir reçete" bulunmaz. Zaten tam da bu yüzden Marksistlerin hedefi oluyor, reformizmle suçlanıyor.

Karl Marx'ın gerçekliği "fikrin hizmetine" verdiği yerde, Proudhon, gerçekliği fikre üstün tutuyor.

Keza, "şiddet" meselesi Marx'da Tarih'i "doğuma zorlayan" yegâne araçken, Proudhon'da bu yok.

Proudhon'da "devrim"i ekonomiyle yapma görüşü hâkim. Devrimin "kansız" da yapılabileceğine inanıyor.

Üretim ve üretim ilişkilerinin mahiyeti değiştiği (yahut "değiştirildiği") anda sorunların barışçıl yolla hallolabileceğini savunuyor (bunun "saflık" olup olmadığını ileride tartışacağız).


Proudhon'a göre mülkiyet, devlet ve demokrasi 

Proudhon'un vizyonunda bir şeyleri değiştirmek için evvelâ bireylerin kendilerinin değişimi "içten" tecrübe etmeleri gerekiyor.

Bireyler kendi davranışlarında "tekâmül" etmedikçe, toplumun değişime uğraması mümkün görünmüyor.

Bu doğrultuda Proudhon'un "sermaye", "devlet" ve "demokrasi" başlıklarına dair takındığı tutumlar demetini anlamak da kolaylaşıyor aslında.

Proudhon'un en büyük derdi insanın "özgürlük" ile "eşitlik" ihtiyaçlarını muvâzene etmek. Ve bunu, geliştirdiği siyasal anlayışa da muazzam bir biçimde yansıtıyor.

İnsanın bencil ihtiraslarıyla diğerkâm yatkınlıklarını "federe" edecek bir formül arıyor.

Bu, ekonomide "piyasa" ile "dayanışma", siyasal düzlemde ise "serbestîye" ile "düzen" unsurlarının tutarlı bir usulle bütünleştirilmesinde yankılanıyor.

Kapitalizmden çıkmak şart ancak kolektivizme düşmemek kaydıyla! 

Proudhon için "büyük" olan her şeyden uzak durmak evlâdır ki, listenin birinci sırasında "büyük sermaye(dar)" mevzilenir.

Tekellere (kamu veya özel) karşı küçük esnafın, zanaatkârın, serbest tüccarın ve küçük çiftçinin ekonomik işleyişte "omurga" işlevi görmesine taraftardır.

Herkes kendi için, kendi özgürlüğü ve bağımsızlığı için çalışmalıdır. Maaşlı çalışmak ise bir kölelik tezahürüdür.

Bu mantıklı çünkü Proudhon için mülkiyet, hususen de küçük mülkiyet, özgürlüğün temel dayanağıdır.

Mülkiyetin "hırsızlık" olduğu durum, etraflı bir emek sömürüsünden kaynaklanır ve panzehri mülkiyetin "büyümesinin" önüne set çekmektir.

Proudhon nezdinde mülkiyet "doğal bir hak" değildir ve toplumsal faydalarıyla ölçülür. Küçük mülkiyet iyidir zira insanı "kendisinin efendisi" kılar. Büyük mülkiyet kötüdür zira tekeldir ve "küçük" nitelikli mülkiyeti salt varlığıyla öldürmekle tehdit eder.

Marx'taki "proletarya" vurgusuna karşın Proudhon'da bir "sınıf bilinci" yoktur. Onun yerine kendi bireysellikleriyle çalışanlar, işçiler vardır.

Çalışanların, işçilerin, velhâsıl üreticilerin kendi bağımsızlıklarından ödün vermeksizin büyük tekellerle (dolayısıyla da büyük mülkiyete) karşı – konsorsiyumlar vb. aracılığıyla rekabet etmeleri de kaçınılmazdır. 

Proudhon, yaygın kanının aksine bir "devlet" karşıtı değil, "devletçilik" karşıtıydı. Ona göre devlet, üstlendiği toplumsal role göre "iyi" yahut "kötü" olabilirdi. Dolayısıyla bir "sömürü aracı" olabileceği gibi, sömürüye karşı bir "garantör"e de evrilebilirdi.

Gerçekten de Proudhon'cu anarşizm, yerleşik "anarşizm" algılarıyla hiç uyuşmaz. Anarşizm, -kendi deyimiyle- "düzene duyulan aşk" ve "iktidarsız bir düzen"dir. Kaosun esâmisi okunmaz.

Proudhon, bireyleri ve toplulukları -kendi kaderlerine hükmetmek suretiyle- kendi "düzen" gereksinimlerine göre aksiyon almaya çağırır. "Düzensizliğin örgütleyicisi" olarak gördüğü devletin yasalarının bireysel ahlâkı sönümlendirdiğini, insanların yasalar lehine ahlâkı terk ettiklerini saptar.

Proudhon için bu bir sorundur zira hayatın akışının devlet kontrolüne geçme ihtimalinden çekinir. Bu anlamda kendisinde "aşkın" bir "düzen gerekliliği" rahatlıkla sezilebilir. Öyle ki, bu yönleriyle hakiki bir "muhafazakâr" idi bile denilebilir.

Proudhon'un devlet aygıtına nispetle içselleştirdiği "mesafe"nin izlerine klâsik demokrasi pratiğine dair koyduğu rezervlerde de rastlanıyor. Gerçekten de Proudhon, seçkinlere ve parlamentarizme oldukça soğuktur – düşmandır.

1849'da yayımlanan "Bir Devrimcinin İtirafları"nda, kendisi de bir dönem vekillik yapan düşünür şöyle yazıyor:

Ülkenin durumundan bütünüyle bihaber olanlar neredeyse her zaman onu temsil edenlerdir.


Yine, 1848 tarihli "Toplumsal Sorunun Çözümü" adlı eserinde şu dramatik satırları okumak mümkün:

Demokrasi -diktaların en iğrenci olarak- çoğunluğun diktasından başka bir şey değildir. Ne bir dinin otoritesine ne bir ırkın soyluluğuna ne de yetenek yahut servetin ayrıcalıklarına dayanır. Temeli sayı ve maskesi ‘halkın yönetimi'dir.


Proudhon'u 21'inci yüzyıla taşımak: Neden ve nasıl?

Proudhon-Marx mukayesesi dönemin konjonktüründe bir vakıaydı. Ancak bugüne ve yarına dair yapabileceğimiz tahlillere tutulabilecek bir ışıktır da aynı zamanda.

Marksistlerin "totaliter" iştâhı, bugün adeta bir "kopyala-yapıştır" minvalinde Great-Reset'çilerce sergileniyor. "Masumiyet kelebekleri" misâli insanlığa "gezegensel cenneti" vaat edenlerle, Proudhon'un 1846 yılında yayımladığı "Ekonomik Çelişkiler Sistemi ya da Sefâletin Felsefesi"nde kıyasıya hücum ettiği Marksistler arasındaki benzerliği serdetmek açısından aşağıdaki kesit çok manidardır:

Tüm anlaşılmaz ve gerici ön yargılarıyla diktatörlük fikrini en çok okşayanlar komünistlerdir. Sanayi diktatörlüğü, ticaret diktatörlüğü, düşünce diktatörlüğü, sosyal ve özel hayat diktatörlüğü – her yerde diktatörlük: İşte onların dogması budur. (…) Onların bir "İnsan"a ihtiyaçları var. Bütün bireysel irâdeleri ortadan kaldırdıktan sonra, bunları kolektif düşünceyi ifade eden yüce bir İnsan'da yoğunlaştırırlar.


Ne kadar da tanıdık geliyor, öyle değil mi?

Tek-tipleştirilme, uysallaştırılma, denetleme… Big-Tech, Big-Pharma, Big-Media… Ve "çocukluk"tan bir türlü sıyrılamayan çalışanlar/işçiler, devletler ve milletler…

Savaşların ve akabinde peydahlanan dünya düzenlerinin antropolojik seferleri bitmez. Ne var ki, biraz da baharatlı bir Evola esintiyle, "Modern Zaman"a başkaldırı da bitmiyor.

Öyle zannediyorum ki buradaki temel parametre, tıpkı Proudhon gibi, "tüketicilerin ideolojisi"ni "üreticilerin ideolojisi"yle ikâme etmek. Ekonomiyi ve ona bağlı siyâseti "kökleştirmek".


Peki, bu nasıl olabilir?

Evvelâ topraktan gelip toprağa giden "İnsan"ın toprakta diretmesiyle... Aşkınlık fikrine her şeye rağmen yapışmakla… Doğal düzenin savunulmasıyla… Mülkiyetin tabana yayılması ve mülkiyete erişimin demokratikleştirilmesiyle… Küçük mülkiyetle birlikte küçük üreticinin korunmasıyla… Bireysel özgürlükte, bireysel bağımsızlıkta direnmekle…

Ancak bu sâyede "devlet" aygıtı da organik yaşam yasalarına göre aşağıdan yukarıya doğru şekillenebilecek ve dünyada şimdiden ilân edilmeye çalışılan kimi "mega" kurum-kuruluş-merci ve hatta devletlere söz geçirebilecektir.

Ve belki bu sâyede "demokrasi" sözcüğü de buharlaşan mânâsını aslına rücu ettirebilecektir.

Ekonomizmin egemenliğindeki dünyamızda, Proudhon'un da öngördüğü gibi, ekonomik ilişkiler üzerinden bir cevap nakşetme fikri yabana atılamaz.

Bugün büyük mülkiyet ve büyük sermaye şu sol bu sağ partiye kaygı ile bakmıyor. Ancak "tüketim alışkanlıklarının" değişmesi ihtimali dahi titremesine yetiyor. 

Gazze levhasıyla ilintili son barışçıl boykotların da ispatladığı gibi, doğrudan "büyük" sermayenin cebine yönelen hareketlerin bir şeyleri başarma şansı var ki, bu da "yarın"ın tekellerine yahut tekel girişimlerine ciddi bir uyarıdır.

"İktidara gelmek" saplantısı belirli gerilemelerin kökenindeyken, "siyasal alan" fetişini aşan tarzda ekonomiye, üretimin kendisine, üretim ilişkilerine odaklanmak kuşkusuz daha makul bir seçeneğe benziyor.

 Bu süzgeçten bireyler, topluluklar ve elbette milletler için hakiki bir "istikâmet ortaklığı" çıkması da diğer opsiyonlara göre daha olası.

Proudhon figürü bana kalırsa hiç olmadığı kadar aktüel. 

Dahası, 21'inci yüzyıl da bir çeşit Proudhon'culuğa uygun gibi.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU