Dünyamızın ve hayatlarımızın ekonomizm kılıcıyla idare edildiği bir çağdayız.
Hepimiz "yarın daha müreffeh, daha zengin", dolayısıyla da "daha güzel ve daha iyi olacak" inancına teslim olmuş bir vaziyette, mevcut işleyiş düzenini kati suretle sorgulamaksızın yaşıyoruz.
Agresif kalkınmayı nas belleyen bütün -izm'lerin ortak antropolojik kurguları bu yöndedir: Zenginlik üretilecek, refah gelecek, her şey ve herkes iyileşecek, güzelleşecek.
Bilhassa liberal-kapitalizmin katıksız egemenliğindeki Batı âleminde söz konusu yaygın inanış fevkalade kemikleşmiştir.
İnsanlığın son 1,5-2 asrına doğrudan tesir etmiş olan bu ideoloji bir bütün olarak yaşama, telafisi zor zararlar vermekle kalmamış, söz konusu zararları bugünlerde yine kendi uhdesinde yeşile boyadığı sözde "alternatif" çözümler aracılığıyla gidermeyi vaat etmektedir.
Şekillendirilen homo economicus yani "ekonomik insan" tipolojisi bu felaketin bir ürünüdür.
Dahası, bu kalıp günümüzde neredeyse "evrensel insan" şekline bürünmüştür.
Batı'nın ortaya koyduğu "mutlu yaşam" formülüne ulaşmak için didinen, hesaplayan, planlayan ve sözüm ona "yaşayan" (gerçekte çürüyen ve çürüten) insandan başkası değildir bu aslında.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
"Ekonomik insan" - tanımı itibarıyla - ihtiyaçları sınırsızlaştırılmış ve bencilleştirilmiş, davranışı tüketicileştirilmiş ve emeği sadece tükettirmek adına üreticileştirilmiş insandır.
Çürümektedir zira kadim manevî, tinsel, düşünsel ve ulusal mirasından koparılmıştır.
Keza çürütmektedir zira kendisi bilfiil metalaşmış insan tipinin çevresindeki diğer her şeye ve herkese meta-dışı bir kategoride yaklaşım göstermesi imkânsızlaşmıştır.
"Ekonomik insan"ın ruhî gıdası "ne pahasına olursa olsun" kalkınmadır.
Bu minvaldeki bir kalkınma uğrunda gönüllü kölelik pratiği dahi sorunsuz bir şekilde kurumsallaştırılmış, oturtulmuştur.
Söz konusu fetiş, ezici çoğunluğu yoksullardan müteşekkil "ekonomik insan"ı tüketim toplumu cehenneminden aşağıya yuvarlarken, onun ufuktan doğan "bolluk düzeni" güneşine bir gün dokunabilme amacını ise kutsallaştırmıştır.
Oysa dünyada bolluk düzenine erişim sağlayabilenlerin sayısı zamanla erirken, aynı düzenin sponsorluğunu üstlenenlerin gaddarlığı ise katlanıyor.
"Verili koşullarda sorgulamadan çalışırsan 'daha çok'a ulaşabilirsin!": Günümüz "Evrensel İnsan"ı kamçılayıcı şiar işte budur.
Peki, bu "daha çok"un bedeli nedir? Dahası gelişimi, ilerlemeyi "daha çok"la eşitlemek mümkün müdür?
Mesele sınırlı bir dünyada pompalanan sınırsız ihtiyaçları tatmin etmek olunca bedeli ağır oluyor hiç şüphesiz.
Vahşi kentleşme ve sanayileşme, iklim değişikliği, verimli toprakların aşındırılması, suların ve havanın kirletilmesi, doğal gıdanın kimyasala boğulması vb. göstergeler ödemek zorunda olunan bedelin önemli (ve bence varoluşsal) bir bölümünü teşkil ediyor.
Bu esnada "bolluk düzeninin" aslî kurucuları, tedarikçileri ve işletmecileri ise dünyadaki ekolojik çözülmenin baş rolünü paylaşırlarken, faturayı en gariban devlet ve uluslara kesmenin peşindeler.
Yolculuğu bir Amerikalının midesine sonlanacak olan üç-dört armut parçasının Arjantin'de üretildikten sonra paketlenmek üzere Tayland'a sevk edilmesi örneği manidardır mesela.
Avrupalı ahali giyimde en güncel moda eğilimlerinden mahrum kalmasın diye ucuz emek gücü ve hiçbir çevre-koruma standardı bulunmayan ülkelere tevdi edilen üretim vazifesi de yabana atılmamalıdır.
Yine uluslar arasında yürüyen "GSYİH, büyüme ve kalkınma yarışları" dâhilinde kendi ulusal emek gücünün ayan beyan sömürülmesine ve kendi doğal yaşamının talan edilmesine göz yuman, hatta bunları bilfiil organize eden ve sistemleştiren ulusların "ekonomik insan" mitolojisinin pekişmesindeki sorumluluğu da unutulmamalıdır.
Öte yandan görece daha yoksul devletlerin üzerine bir karabasan gibi çöküp, kendi GSYİH ve GSMH'ları hacminden yitirmesin ve şişmeye devam etsin diye ulusal şirketlerinin ekolojik tahribatına karşı üç maymunu oynayan küresel Kapital'in muhafız-esirlerini de anmadan geçmemeliyiz.
Öyle ki, bugün dünyada kirliliğe en çok iştirâk eden şirketlerin hukuken ve/veya fiilen bağlı olduğu ülkeler siyasî arenada en tavizsiz uluslararası "ekolojik" standardizasyonun hamisi görünümünde olanlardır.
Tam bu safhada tespiti doğru ve eksiksiz koymak icap ediyor: Liberal-kapitalist düzlemde ulusların ezilmesi (ulus-kırım) süreci ile doğanın baltalanması (gezegen-kırım) süreci kol kola girmiştir.
Her iki süreç de eşzamanlı ve eşgüdümlü olarak akmaktadır.
"Daha çok" hedefine kenetlenmiş hâldeki uluslar hem kendilerini hem de gezegeni kırıyorlar.
Nitekim liberal-kapitalizmin parlattığı ben-merkezci ölçülerin eninde sonunda bir "oto-kırım" döngüsünü tetikleyeceği pekâlâ öngörülebilirdi.
Alternatif, birilerinin iddiasının aksine, aynı düzlemin yeşili değildir. Alternatif, bu iki yönlü "yok ediş" paradigmasını peydahlayan "değerlerle" mücadele etmekle mümkün olabilir.
Çoğunluğun erişmek için canını dişine takıp debelendiği ancak gerçekten erişip erişemeyeceği ve hasbelkader erişebilirse ne kadarına erişebileceği meçhul "daha çok" eksenli bir "bolluk düzeni" yerine çoğunluğun gerçekten erişebileceği "daha iyi" eksenli bir "yeterlilik düzeni"ni düşünebilmeliyiz.
Böylesi bir düşünceyi ete kemiğe büründürebilecek yegâne tarihî-siyasî birimin ise ulusal yapılar olduğu su götürmez bir gerçektir.
Ulussuz çözüm yoktur. Başka bir deyişle, uluslara savaş açan cereyanların peşinden koşup doğayı ve doğal yaşamı ipten alabileceğine kani olanlar varsa (ki var ve maalesef sayıları hiç de az değil), "beynelmilel ekotopya" yalanının önce kendilerini öğüteceğini bilmeliler.
21'inci yüzyılda "ulus" fikriyatını (ve uygulamasını) zamanın ve koşulların gereksinimlerine uygun olarak ihya etmeyi becerebilen ulusal yapılar hem kendi ekosistemlerini korumak hem de "yeşil" karakterli paylaşım siyasetinden en az hasarla çıkmak adına hazırlıklı olacaktır.
Bunun için evvelâ yaşadığı yere bir türlü yerleşemeyen hâkim "göçebe" anlayışından sıyrılmalı ve ulusun, kendi içinden ve kendiliğinden fışkıran müşterek paydalara dayalı kimliğiyle, toprağa yeniden kök salması lazımdır.
Ancak toprağına layıkıyla yerleşebilmiş bir ulus onu üstündekiler ve altındakilerle layıkıyla koruyabilir: Doğanın korunması, kimliğini kendi toprağında bulabilen bir toplulukça gerçekleştirilebilir.
Ve ancak böylesi bir ulusal yapı "ne pahasına olursa olsun" zincirlerine dolanmış kalkınmadan, materyalizmden, maksimum kâr yasasından, ranttan, tüketim çılgınlığından, ihtiyaç yanılsamasından, neofili hastalığından ve saf bencillik putundan yüz çevirebilir.
Türkiye'de kentlerden kırsala doğru ekolojik bilinçle taçlandırılmış bir "tersine göçün" teşkilatlandırılması gereği, ulusal ruhun yeni bahçıvanlarına yer açılması gereği işte bunun için.
Gerçek şu ki, ölçüsüz tüketim (dolayısıyla da ölçüsüz üretim) sarmalına teslim olmak ile mağara çağına dönmek arasında duran bir dengeyi benimsemeye mecburuz.
Bazıları buna klasikleşmiş reflekslerle "kısıtlanmak" penceresinden bakacak olsa da doğrusu yaşam kalitesinin - yaşamı oluşturucu bütün ögelerle (bitki, hayvan, insan vb.) - istisnasız herkes için eşit derecede yükseltilmesi ve yaşam için direniş hamlesidir.
Sebepleri perdeleyip sonuçlar üzerine yoğunlaşarak bir arpa boy alamayız. Yol alamadığımız takdirde ise çok da uzak olmayan bir gelecekte ulusumuzu (kapsadığı bütün fizik, madde ve mana boyutlarıyla) kaybetmenin eşiğine gelmemiz hiç de zor olmayacaktır.
Evrensel "ekonomik insan"dan ulusal "ekolojik insan"a geçiş tahayyül sınırlarını aşan bir hadise değildir; mümkün ve zarurî bir gerçekliktir.
Söz konusu gerçekliğin literatürdeki yeri ile ulusal değerlerimizdeki somut karşılığını yazı dizisinin bir sonraki makalesinde irdelemeyi umuyorum.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish