Siyasal olmanın ötesinde, özsel bir bilinci ortaya çıkaran, kritik anlarda gelişen o kendiliğinden tavırdır. Çeşitli ideolojik araçlarla desteklenmiş ve beslenmiş siyasallığın ötesinde böylesi bir dünya var ise şayet, bu, insanlığın en asli değerlerinin hiçe sayıldığı bir durumda, siyasal tepkilerin ötesindeki bir hassasiyeti, insanlık onuruna dair bir duyarlılığın kendiliğinden ayaklanışını gerektirmez mi?
Nitekim 10 Ağustos günü İsrail’in sabah namazı esnasında Et-Tabiin Okuluna sığınanlara yönelik saldırısında yüzün üzerinde kişiyi vahşice katletmesi de bu tür bir duyarsızlığı test etmiş olan bir pervasızlığın sonucu. Ne yazık ki yine haklı çıkan İsrail oldu ve İslam dünyası yine sessiz kaldı. Bu sessizlik karşısındaki en manidar tepki ise İsrail’e karşı düzenlenen en etkili sivil eylemlerden biri olan Mavi Marmara girişiminin destekçisi, İngiliz siyasetçi George Galloway’den geldi. “Eğer Müslüman dünyası diye bir şey gerçekten olsaydı, bu sabah Gazze'de insanların namaz kılarken katledilmesi bardağı taşıran son damla olurdu. Dünya şimdi intikamla sarsılırdı. Ama sarsılmayacak…”
Bu duyarsızlığın ve tepkisizliğin çeşitli açıklama biçimleri olsa da bunların kıylükalden öteye gitmediğini hepimiz bilmekteyiz. Şii-Sünni ihtilafı, küresel ilişkiler, İsrail’in Batı dünyası tarafından desteklenmesi, silah teknolojilerindeki üstünlüğü… gibi içi boş gerekçeler. Bu gerekçelerden hiçbiri, bu katliamın yapıldığı gün Müslüman ülkelerdeki şehirlerde milyonlarca insanın meydanlara çıkmasını önleyecek gerekçeler değil. Zira Müslüman ülkelerin temel sorunu daha derinde: Edilgin ve etkisiz bir madunluk psikolojisini alt edemedikleri özgüven yokluğunda. Kendilerini meydanlara dökecek tepkiden yoksun oldukları bir duyarsızlık halinde. Siyasilerin zebunu haline gelindiği bir şahsiyetsizlikte. Ki kendilerine her Allah’ın günü yalan söyleyen o siyasileri ardı ardına seçerek veya göstermelik de olsa bu seçimlere rıza göstererek başlarında tutan da bu halklardan başkası değil.
Yine de mevzu bunun da ötesindeki bir çözümlemeyi gerektirmekte. Ötekinin acısını ve mağduriyetini sahiplenme, üstlenme, izan, empati, kaygılarını yüreğinde hissetme, zulme karşı duyarlılık, haksızlığa karşı koyma iştiyakı gibi değerler ve duyarlılıklardan yoksunluğun anlaşılması ve çözümlenmesi, tüm siyasal mülahazaların ötesindeki bir yaklaşımı ve çabayı gerektirmekte.
Zorbalara boyun eğerek kültürel ve siyasal bir toplum olma bilincinden yoksunlaş(tırıl)dığı yüzyılların akabinde, uzun yıllar da sömürgeciliğin baskısı altında kalan ve haysiyetini büyük ölçüde kaybeden bu dünya, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki o post-kolonyal süreçte biçimsel olarak bağımsızlaşsa da, henüz kelimenin tam anlamıyla özgürleşebilmiş, onuruna ve haysiyetine kavuşabilmiş değil. Dolayısıyla başkasının haysiyetine yapılan saldırıları da bu tür bir duyarsızlıkla karşılamakta. Bununla ilgili kayda değer bir hissiyatı olmadığı gibi karşı koymaya dair bir mecali de yok.
Aslına bakılırsa Filistin topraklarının Siyonistlerce işgal sürecinin bizzat kendisi de bir tür yalnız bırakılışın ibretlik hikâyesidir. Oldukça eşitsiz güçler arasındaki bu savaşımdan bir türlü boyun eğdirilemeyen bir halkın mücadelesinin çıkması da aynı derecede ibretlik olan bir haysiyet mücadelesinin, bir halkın insanlığını ve onurunu savunma arzusu ve direncini ortaya koymasının hikâyesidir.
Bu canhıraş savaşımın dışında duran (kendilerini dışında tutan) Arap-İslam ülkelerinin her birisi ise ellerine tutuşturulmuş bayraklarıyla, her yıl milyarlarca dolar yatırım yaptıkları kartondan ordularıyla, küresel güçlerin farklı cenahlarına yaslanıp bir kenara çekildikleri bir asudelikle, Filistin halkının uğradığı saldırılardan çok, bu meselenin öyle veya böyle sonuçlanmamasından rahatsızlar. Çünkü bu yaranın kaşınması onların konforlarını bozmakta, küresel işbirliklerini sorunsallaştırmaktadır.
Yitirilmiş o özgürlük ve bağımsızlık ruhunu sağaltamayanlar, bu temel açmazın farkında olmadıkları ya da bir türlü sağaltamadıkları bu yaranın üstünü örtmek istedikleri için çeşitli biçimsel gerekçelere başvurmakta ve hatta belki artık buna da bir ihtiyaç duymamaktalar. Oysa İsrail’in cirmi ortada ve onu bu denli pervasızlaştıran da dayandığı çeşitli güçlerden öte, karşısındaki halkların sessizliği. Hani vakti zamanında Cemaleddin Efgani de Hint halkına karşı feryat etmişti ya: “Ey Müslümanlar! Siz insan değil de sinek olsaydınız vızıltınız İngilizlerin kulaklarını sağır ederdi! Ey Hintliler! Sizler su kaplumbağası olsaydınız İngiltere adasını yerinden söker denize batırırdınız!..”[1]
Mevzu oldukça açık aslında. Sorun, bu her kime karşı yapılırsa yapılsın insanlık onurunun ayaklar altına alınmasına göz yumulmasında; böylesi bir haysiyetin farkında olunmamasında veya buna dair bir üstlenme cesareti gösterilmemesinde. Bu, ister içimizdeki bir Kürde, ister Gazze veya Batı Şeria’daki Filistinliye, ister Afrika’daki bir siyahiye, isterse Avrupa’daki bir mülteciye yapılsın, “ben buradayım ve bu zalimliğin karşısındayım” diyememekte. Kelimenin tam anlamıyla bir insani ve İslami duyarlılığın öfkesi, bu gibi durumlar karşısında yeri göğü inletebilmeli değil miydi? Oysa bırakın karşı koymayı, İsrail’e doğrudan ya da dolaylı ticari, askeri ve siyasi destekler hâlâ sürmekte.
Vicdanlarının sesini bastırmak isteyen kimileri mezhepçiliklerini (“işin içinde bir Şiilik oyunu var”) öne çıkarırken, kimi de sorunu tüm Yahudilere genişleterek anlamını ve amacını saptırmakta. Oysa İsrail’e karşı tutumumuz bizim Sünniliğimizle veya onun Yahudilerin devleti olması nedeniyle değil, Filistin halkına karşı uyguladığı insanlığa mugayir zalimliği nedeniyledir. Öyle ki birçok Müslüman’ın bu vahşet karşısında sessiz kalmasına rağmen, birçok Yahudi ise bu zalimliğe ısrarla karşı koyabilmekte.
Müslümanca bir duyarlılık ise özellikle sivil halka yönelik bu pervasız saldırılar karşısında, hiçbir çağrıya veya siyasal stratejiye dayanmaksızın ve elindeki teçhizatın, imkânların ve gücün mülahazasını yapmaksızın meydanlara çıkıp tepkisini göstermeli, duyarsız kitlelerin vicdanlarını sarsmalı değil miydi?
Bunun da ötesinde, şayet içimizdeki bir adaletsizliğe, zulme, soykırıma, ötekileştirmeye karşı koyamıyorsak, bırakın karşı koymayı bu durumun farkında, bilincinde ve umurunda bile değilsek, Gazze meselesi ve İsrail’in zulmü de doğal olarak bir önem ifade etmeyecektir.
Bu cesaretsizliğin ve duyarsızlığın bahaneleri ise oldukça çocukça: atom bombasının (nükleer teknolojinin) olmaması (ki, var), nüfusumuzun ve silahlarımızın eksikliği ise hiç değil. Sorunun özü insani duyarsızlığımıza, şahsiyetsizliğimize, cesaretsizliğimize ve inandığımız değerler hakkında hiçbir bilince ve umura sahip olmamamıza dayanmakta. Öyle ki cemaatler ve sivil toplum kuruluşları bile sadece mış gibi yapmaktan öte bir bilinç ve tutum ortaya koyamamakta. Çoğu, iktidarlara ve onların güdük çıkarlarına ayarlı bir performansın üstüne çıkabilme niyeti ve gayreti içinde değil. Kur’an’ı veya herhangi bir metni düşünerek okumak, oradan hayatına ışık tutacak sonuçlar çıkarmak gibi bir dertleri ve bilinçleri yok. Biçimsel, göstermelik ve günübirlik tutumlardan ise doğal olarak aklı başında stratejiler (hikmet) sadır olmuyor.
O nedenle, kazmayı daha derine vurmaktan, çığlığımızı ve çabamızı daha da çoğaltmaktan, bu uyurgezerleri hayata, hayatın sahiciliğine, sorumluluğa ve insan hasiyetini savunmaya davet etmekten, vicdanlarını ve konforlarını sarsmaktan asla vaz geçmemeliyiz.
Yenilginin cephede değil, bilincimizdeki bu aksamalardan itibaren başladığını, savaşın nükleer silahlarla değil bilinçli ve dirençli insanlarla sürdürüldüğünü öğrenemediğimiz sürece mücadelenin daha ilk adımını bile atmış olamayacağız. Ki aslında bizzat Filistin coğrafyası, İsrail’in her türlü gücü karşısında onlarca yıldır boyun eğmeyen direnci ve cesareti ile, biraz olsun düşünebilen insanlar için bunun en açık mektebidir, öğreticiliğidir.
[1] TDV İslam Ansiklopedisi, Efgânî maddesinden.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish