Bir mahlukatın insanın eşref saatine denk gelmesi: Modern bir şehrin gecesinde bir dostu uyutmak

Ahmet Mansur Tural, Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Yedikıta Dergisi

Şüphesiz her birimiz John Berger’e göre şehirlerin cinsiyeti ve yaşları olduğunu duymuşuzdur. “Roma kadındır. Odessa da öyle. Londra bir ergen, bir afacandır Dickens’ın zamanından beri değişmeksizin. Paris’se yirmili yaşlarında kendinden yaşça büyük bir kadına aşık bir delikanlıdır.” Peki ya İstanbul? Çocukları evini müteahhide verip yıktırmaya çalışan, cumbalı evinin penceresinden her gün sokak hayvanlarını besleyen iğne oyalı beyaz tülbentli bir hanımdan başka nedir ki!

Yüzyıllardan beridir İstanbul üzerine çeşitli laflar ediledurmuştur. Bu ister yerli yazarlarımızdan, isterse yabancı yazarlarımızdan olsun çoğunun ortak yargısı İstanbul’un salt insanların cirit attığı bir batakhane değil de insanlar, kediler ve köpeklerin hep beraber yaşadığı ortak bir şehir olduğudur. Kimse İstanbul halkının kedilerine ve köpeklerine ihtimamını, şefkatini inkâr edemezdi. Ta ki çağdaşlaşma serüvenimiz başlayıncaya kadar.

Çağdaşlaşma sürecimizde sokak hayvanları, hele ki köpekler için pek sancılı bir süreç başlamıştı. Hemen hemen her alanda yaşadığımız eski-yeniye dayalı ikircikli tartışmalar sokak köpeklerini de es geçecek değildi, onları da hedef almıştı. Zira İstanbul’un çağdaş bir şehir olmasının önündeki en büyük olmasa da ciddi bir engel sokak köpekleriydi. Hatta öyle bir engel ki İngiltere’yle aramızda II. Mahmut devrinde büyük bir diplomatik kriz bile doğuruyordu. Bir İngiliz’in sokak köpekleri tarafından parçalanarak öldürülmesine İngiliz Elçiliği sert tepki göstermiş, II. Mahmut da köpekleri toplatarak sürgüne yollamaya karar vermişti. Ancak sert rüzgâr köpekleri taşıyan gemileri gerisin geri kıyıya vurdurunca işler tersine dönmüş, İstanbul halkı köpeklerine tekrardan sahip çıkmıştı. Benzer bir çaba, ancak bu defa başarılı bir biçimde Abdülaziz tarafından gerçekleştirilmiş, köpekler Marmara Denizi’ndeki ıssız bir adaya götürülüp bırakılmıştı. Ancak kısa bir süre sonra gerçekleşen dönemin Kumkapı, Unkapanı, Çemberlitaş ve daha birçok yeri etkisi altına alan koca bir yangının ulvi sebebi olarak bu zulüm görülmüş ve böylece köpekler tekrar İstanbul’larına kavuşmuştu. Hele ki İstanbul halkının hadislerden öğrendiği bir fahişenin susuz bir köpeğe ayakkabısından su içirdiği için günahlarının affedildiği rivayeti, sokak canlılarına karşı merhametin mistik-metafizik bağlarını daha da perçinliyordu.

Ancak ne yazık ki bunlar İstanbul köpeklerinin yaşadığı ne ilk ne de son sorundu hükümetleriyle. Çağdaşlaşma adımlarıyla beraber sokaklar artık kamusal bir alana daha da fazla dönüşüyor, gece geç saatlerde insan aktivitesi artıyordu. Bu da sokakların biricik sahipleri olan köpeklerin ve ardından kedilerin göze batması anlamına geliyordu. Midgley’in 1983’te üstünkörü bahsettiği, Callicot’un da 2015’te bütünüyle kavramlaştırdığı üzere, insanlar ve evcil hayvanlar arasında vahşi yaşamın bir sosyal kontratı vardı. İstanbulluların da sokak hayvanlarıyla sosyal kontratı asırlardan beri devam ediyor(du). Onlar köpekleri besliyor, onlara şefkat ve ihtimamla davranıyor, karşılığında da sokak köpekleri onları gece gündüz demeden koruyor, mahallelerine yabancı ve tehlikeli kişileri sokmuyordu. Ancak çağdaşlaşmayla beraber Şinasi, Abdullah Cevdet ve benzeri birçok aydın bu kontratı yırtıp atmaya, İstanbul’u hayvanlardan temizlemeye, hatta onu hijyenik bir kent kılmaya can atacaktı.

Burada hijyenik kelimesine özellikle dikkatinizi çekmek isterim. İrvin Cemil Schick’in İstanbul’da sokak köpekleri üzerine ufuk açıcı konuşması Bir Mekân Üzerine Çekişme Vakası’nda hatırlattığı kir kavramıyla bir zıtlık oluşturuyor olarak görülür hijyen ilk bakışta. Oysaki bu, hijyenin temizlikle bir tutulmasından doğan hatalı bir çıkarımdır. Hijyen temizlik demek değildir, temizlik gibi organik bir şekilde kiri vücutta uzaklaştırmaya yeltenmez. Mary Douglas kir, yanlış yerde konumlanmış maddedir derken aslında bize ipucunu verir. Temizlik kiri doğru yerde konumlandırma sürecidir. Muz kabuğu evde kirken bahçede kir değil, bir gübredir. Bu açıdan temizlik sokak köpeklerini şehrin keşmekeş sokaklarından alıp onları onların tabiatına uygun bir yaşam alanına bırakmaktır (bu yaşam alanı sokak köpekleri için elbette ki ormanlar değil, onlara sevgi ve ihtimamla bakılacak sahiplendirmelerdir). Oysaki hijyen temizlik gibi mekânsal bir sorun değildir. Hijyen ontolojik bir sorundur. Hijyen kirin “yok edilmesidir”. Temizlik maddeleri kiri uzaklaştırmak için var değillerdir, her biri kiri, mikroorganizmaları yok etmek için buradadır. İşte, çağdaşlaşmacı şehir kültürünün bize getirdiği temizlik değil hijyendir. Ve hijyen karnavalesktir. İçerisinde hem Eros içgüdüsünü hem Thanatos içgüdüsünü barındırır. Hem aşkı hem ölümü. Kendimize duyduğumuz aşk bizi korumaya iter. Ve bu koruma için kirleri yok ederiz, öldürürüz. Hijyen son derece erotik ve tanotiktir temizliğin aksine. Bir başka deyişle, temizlik gibi bir angarya iş değildir o, onda en temel içgüdülerimizi keşfeder, zevkten dört köşe oluruz. Karnavalesk tabiatı işte burada yatar. Bakhtin’in roman teorisinde bahsettiği gibi karnavallar bir maskenin ardına saklanıp istediğin her şeyi yapabildiğin, hatta istediğin kişiyi eğer gücün yeterse zevkten öldürebileceğin bir ortamdır. Taşıdığın karnaval maskesinden dolayı kimse ötekini tanımaz. Sorumluluk hissetmezsin, çünkü öldüren sen değil, maskendir. Kusursuz cinayetler bu sebeple karnavallara aittir, orada işlenir. Hijyen de bu sebeple burada yatar, çünkü arkada tek bir iz bile bırakmaz. Asitte her şey erir ve gider…

Robert Darnton’un 1984 tarihli “İşçiler İsyan Ediyor: Saint-Séverin Sokağı’nda Büyük Kedi İtlâfı” bu çağdaşlaşmanın getirdiği hayvan katletmenin karnavalesk havasını net bir şekilde gözler. 1730’larda Paris’te matbaa işçilerinin matbaadaki kedilerin kendilerinden daha ayrıcalıklı olduklarını hissetmeleri üzerine sırf patronlarını rahatsız etmek için onların kedilerini katletmelerini ve bundan aldıkları zevki gözler önüne serer. Çağdaşlaşmayla doğmuş işçi sınıfının bu akıllara durgunluk veren zalimane katliamını Paris sokaklarında devletin yapacağı sistematik katliam takip ederek hijyenik anlamına kavuşturur. Sokaktaki köpekleri toplayan Fransızlar, onları kozmetik sektöründe kullanmak için bütünüyle yok ediverirler. Böylece artık köpekler eritilip hijyenik adı altında kozmetik ürünler olarak hayatımıza girer. Hatta iş o kadar ileri gider ki 1910 Hayırsız Ada İtlâfı’na da sebebiyet verir. Çünkü Fransa kozmetikte kullanılacak köpek bulamayınca İstanbul’un sokak köpeklerini satın almaya kalkışır. Dönem hükümeti İttihat ve Terakki köpekleri toplar toplamasına ama Fransız kanadı bir türlü almayınca köpekleri Hayırsız Ada’da kendi hâllerinde bırakırlar. Her ne kadar Hayırsız Ada’ya köpekler gönderilmesin diye dönemin İstanbul halkı ciddi mânâda direnmiş, hatta köpeklere ellerinden geldiğince yemek dahi taşımaya çalışmışlarsa da, zorluklardan ötürü köpekler orada kaderlerine terk edilmiştir. Yaşanacak 1912 İstanbul Depremi de halkın gözünde Allah’ın gazabından başka bir şey olamaz böylelikle. 
 

Fotoğraf: HAYTAP


Yine de 1910 Köpek İtlâfı’na hijyenik demek tümüyle doğru olmayacaktır. Zira her ne kadar kozmetik amaçlı dönem hükümeti kanadında karnavalesk bir coşkuyla belirmiş olsa da halkın nezdinde her daim acı bir trajedi olarak yer etmiş ve köpeklerin tümüyle yok olarak ölmesine de onların gönülleri hiçbir zaman razı gelmemiştir. Bu açıdan İttihat ve Terakki’nin burada izlediği tutum başarılı olamamış bir çağdaşlaşma projesidir. Zira hijyenik bir biçimde köpekleri İstanbul’un mekânsal hafızasından söküp atamamışlar, yalnızca kısa süreli bir temizlik gerçekleştirebilmişlerdir. Bu açıdan yaptıkları İbrahim Şinasi’nin 1864 tarihli “İstanbul Sokaklarının Tenviri ve Tathiri Hakkındadır” makalesinde öngördüğü temizliğe daha yakındır. İstanbul sokaklarının ışıklandırılmasını takdir etmek için Şinasi’nin yazdığı bu makale, İstanbul’un çağdaş bir şehir olabilmesi için köpeklerden de temizlenmesi gerektiğini dile getirir. Ancak Şinasi köpeklerin toplu ölümünü kutlayacak biri de değildir. O, dişi ve erkek köpeklerin farklı kıtalara yerleştirilerek doğal biçimde üremelerinin engellenmesini ve böylelikle köpek sorununun kendiliğinden çözüleceğini ileri sürer. Aslında bu açıdan sokak hayvanları sorununa günümüzde verilen kısırlaştırılmalı cevabının ilkel bir versiyonunu da kamuoyunda paylaşan ilk düşünürümüzdür de kendisi.

Ama herkes Şinasi gibi düşünmez. Hele ki ismi Abdullah Cevdet’se pek de öyle düşünecek bir kimse de değildir hani kendileri. İnsanların tepkisinden çekindiğinden midir nedir 1909’da Kahire’de bir risale yayınlar Abdullah Cevdet: İstanbul’da Köpekler Risalesi. Ona göre çağdaşlaşmak istiyorsak, İstanbul’u çağdaş bir şehir kılmak istiyorsak tıpkı batı şehirlerinde olduğu gibi tüm hayvanları söküp atmalıyızdır şehirden.

“Sokakları uyuz köpeklerle, fare, kedi, tavuk laşeleri ile mâli bir memlekette telefonsuz, elektriksiz, şimendifersiz, fabrikasız, ticaretsiz, sanayisiz bir cemiyette şairlerin, muharrirlerin, münekkidlerin işleri Fransa ve İngiltere’deki hem-mesleklerinin işlerinden ayrı olmak lâzım gelmez mi?” (Abdullah Cevdet, İstanbul’da Köpekler. İctihad Mecmuası, Mısır Kahire: Matbaa-ı İctihad, 1909 s. 1-3) diye sorar Cevdet. Ona göre sokak köpekleri gericiliğin, gelenekçiliğin, şarkçılığın ve ilkelliğin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Ve nasıl ki çağdaşlaşmak için tüm bu tavırlar hiç var olmamışçasına yok edilip atılmalıysa, sokak köpekleri de İstanbul’un mekânsal hafızasından hiç var olmamışçasına yok edilip unutulmalı, İstanbul hijyene kavuşmalıdır (hijyen yakıştırmasını Cevdet kullanmaz, ama tezini buraya kadar taşır).

Bu tezini daha da ileri götürmekten çekinmez. Cevdet’e göre köpekler pislik yuvasından farksızdır. Onları çağdaş şehirlerin bir sakini olarak değil, koca bir kir yığını olarak gördüğünü saklamaz. Hastalıkları, pisliği, her türlü kiri şehre onlar taşırlar. Köpekler artık Abdullah Cevdet’in şehrinde birer istilacıya dönüşmüşlerdir, hem de ne pis bir istilacıya! Onları sürmek kâfi falan değildir. Çağdaş şehirlerin yaptığı gibi hiç var olmamışçasına yok edilmelidirler.

Her ne kadar Müslümanları “temizlik imandandır” hadisiyle vurmaya çalışsa da Abdullah Cevdet’in burada göz ardı ettiği husus temizliğin doğasıdır. Zira, Cevdet temizlik değil, hijyen istemektedir. O, köpek itlâfından, katliamından öte sokak köpekleri başta olmak üzere tüm sokak hayvanlarının soykırımını düşlemektedir… öyle bir soykırım ki kable’t-tarihe yollamaktır hayali. Bunu düşlerken aşk ve ölüm içgüdüleri onu karnavalın göbeğine çekmektedir. Zira, o Şinasi gibi bundan acı duymaz, aksine köpeksiz bir sokağı gördükçe karşısındaki hijyen karşısında temaşaya tutuşur. Onu düşler, onu arzular. Kısacası İstanbul sokakları için İstanbul sokaklarını yok etmek için yanıp tutuşur. Abdullah Cevdet bizim ilk hijyen itlafçımızdır. Ancak pek de ciddiye alınmamıştır.

Ta ki günümüze kadar. Abdullah Cevdet’in bu çağdaşlaşma tınısı uzun bir zaman sonra tekrardan çalmaya başladı. Hijyen adıyla seslendirilen bu çağdaşlaşma şarkısının ironik tarafıysa Abdullah Cevdet’in döneminin aksine bilim ve felsefenin artık bizlere aydınlanmanın bozuk tınısı olan canlılar arası farkın gerçekte var olmadığını gösterdiği bir dönemde tekrardan hız kazanıyor olması. Hayvanla insan arasında Abdullah Cevdet’in bilimsel varsaydığı uçurumun artık hayali bir illüzyon olduğunu anlamış bulunmaktayız. Abdullah Cevdet’i etkisi altına alan Gobineau’cu ırkların eşitsizliğinin, dolayısıyla canlılar arası eşitsizliğin bir safsata olduğunu da git gide görmemiz lazım(dı). Fakat ironik bir biçimde Abdullah Cevdet susmaktansa hijyen marşlarını bu sefer kısık sesle değil, gür bir biçimde seslendiriyor. Sözde çağdaşlaştık, çağdaşlaşıyoruz. Peki bu çağdaşlığımız Cevdetvari Batı’nın taklidine dayalı olmak mı zorunda her an? Kendimizi ötekinden git gide kopartarak, ötekini hijyen namına kıstırarak mı gerçekleştirmeliyiz çağdaşlığımızı? İşte bunu tekrardan düşünmek gerekir belki de. İstanbul insanlarıyla sokak hayvanlarının öyle ya da böyle barışçıl yaşadığı bir şehirdi. İrvin Cemil Schick’in yukarıda da bahsettiğim yazısına katılarak şunu sormak istiyorum: Mademki İstanbul cumbalı evinin penceresinden kedilerini ve köpeklerini besleyen bir kadınsa, bu soruna İstanbul’u da mutlu edecek, insanla diğer canlıların farkının yakınlığına dayalı olduğu bir cevap sunamaz mıyız?

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU