Srebrenitsa’dan artakalanlar ve Gazze’den artakalacaklar: Şiddete karşı semptomatik duyarlılık

Ahmet Mansur Tural, Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Adorno, Auschwitz sonrası şiir yazmanın barbarca olduğunu söylemişti. Haklı olduğunu da yaşayarak öğreniyoruz aslında. İkinci Dünya Savaşı’nın sayılara kolayca indirgediği sivil ölümler, göbeğinde taşıdığı soykırımlar hâlen buradalar. Ve biz masumane şiirlerle, hikâyelerle, beyanlarla devam ettiriyoruz bu kültürü yaşatmaya.

Şiir mi barbarlık diyebilirsiniz? Adorno’ya ciddi itirazlar yükseltebilir yahut şiir yazmanın, anmanın yahut kınamanın ne zararı olabilir ki diye de sorabilirsiniz ister istemez. Aslına bakarsanız pek de bir zararı yok ya. Yalnızca o meşhur ölüm kamplarında insanlarımızın ellerinden alınan bireysel özgürlüğü, bireysel bilinci biz yaşamaya devam edelim, ne olacak ki? Boşnakların bireysel özgürlüklerini gasp eden, onları kendileri için bireyin yitip gittiği bir topluma, bizler ve onlar içinse bir yığına dönüşmesine ön ayak olan bu kontrollü, negatif özgürlüğün tesis edilmesini perçinlemekten başka bir şey yapmıyoruz oysaki. Adorno, artık şiir için barbarlık vakti geldi demişti. Zira, şiir, genel anlamıyla sanat, o dönem Nazilerin elinde günlük hayatın devam edegeldiğini, hiçbir şeyin değişmediğini, gündemin sıradanlığını vurgulamak için dehşetli bir biçimde üretime devam ediyordu. Böylece şiir ve sanat barbarlık içerisinde kökleşiyor ve grameri artık majör hakimiyetin toprağından yükseliyordu. Buna karşı çıkan sanatsa ahlaki bir mesaj kaygısı içerisinde eriyor, tabiri caizse kendi ırzına ta kendi geçiyordu. Zira, sanat en temel yapı taşı olan kelimeleri artık ahlaki fonksiyonlarda kayırmaya başlıyorlardı. Kültürün artık nasıl kötüye kullanıldığına şahit olmuş, kültürde bir deprem daha olmasın diye sanat doğrucu politik söylemlere bürünüyordu. Ortada kalansa aforizmatik bir boşluktan ibaretti, o kadar. İşte barbarlığın âlâsı!

Gelip sorabilirsiniz tabi ki, ne alaka şiirin barbarlığı ve Srebrenitsa diye? İlk bakışta gayet de yerinde görülebilir sorunuz. Oysaki Srebrenitsa’nın yıldönümü yaklaştığı sıralar bir bakmanızı öneririm edebiyat ve sanat dergilerimize. Acının pornografikleşmesiyle karşı karşıya kalacaksınız. Hatta daha da enteresan bir örnek sunayım isterseniz, ama bu sefer günümüzden: Gazze’den. Yaşanan tüm bu barbarlığın ortasında birçok kültür dünyamıza ait şahsiyet Gazze konulu sanat eserleri üretmeye başladılar bile. Kendilerince Gazze’de çekilen acıyı haykırıyorlar, acıyı duyurmaya çalışıyorlar. Düşünüyorlar ki böyle yaparlarsa daha fazla insan haberdar olup tepki gösterebilir Gazze’de yaşananlara. Elbette kendilerince haklı olabilirler. Ama dönüp bir bakalım, gerçekten dişe dokunur bir değişikliğe yol açtılar mı? Yahut açabilecekler mi? Karşımıza hiçten başka bir şey geçiyor mu gerçekten? Ya da daha da fenası eleştiri getirdikleri kültürün içerisinde eriyip giden, onu eleştirse de eylem bakımından yaşananları olumlayan bir tablodan başka ne var ki elimizde!
 


Gerçekten acının kendisini tatmin etmesinden başka bir şey yok elimizde. Sebebi açık. Çünkü Adorno’nun da bahsettiğimiz ifadesinin temelini kurduğu üzere artık ideolojilerimiz yok. Reklamlardan ibaret sloganlara inanıyoruz. Kelimeler hiç bu kadar büyülü olmamıştı hiçbir toplum için! Kendimizi ilahların yerine koyuyoruz. Sanki “Soykırıma hayır!” demek soykırımı durduracak. Sanki bizim sözümüz eylemle, hatta varlıkla bir! Gerçekten ideolojilerimiz kalmadı artık. Ve ideolojilerin yokluğunda çok çiğ çağ bir şirkten başka bir şey de yok artık suretlerimizde. Bayağı simulacrelarla doldurulmuşuz. Bize şunu söyleyin deniyor söylüyor, başka da bir şey yapmıyoruz. Söyleyince olacak sanıyoruz. Ve bu söylemler arasında, bu baştan çıkarıcı acının pornografisinde kısa bir vicdan tatmini bulup yatışıyor, daha sonrasında bir sonraki acı şehvetine kadar haberlere bile neler olup bittiğini anlamak için bakmıyoruz.

Elbette diyebilirsiniz ki pek hürmetli eleştirmenlerimiz eleştirilerini yapıyorlar. Bizlere şunu kullanmayın, şuraya gitmeyin diye ahkâm kesiyorlar. Ancak hiçbiri çıbanın başına bizimle beraber yürümüyor. Kısacası eleştirilerini yansıtmıyorlar artık. Bu totaliter dünyayı eleştirileri yoluyla düzene sokabileceklerine inanıyor naif olanları! Ne büyük bir ahmaklık! Bazılarıysa yazmak için yazıp geçiştiriyor. Oysaki kendileri bu acıyı ne kadar pornografikleştirirlerse konuları o kadar sıradanlaşıyor. Artık toplumun nezdinde Gazze’nin gerçekliği yok. Baudrillard’ın Irak Savaşı’nı gördüğü biçimde bir sanal savaş aleminde yaşıyoruz. Tüm sosyal mecralarda savaş haberlerini, savaş üzerine yazılıp çizilen onca şeyi görüyor, fakat tek birine bile bakmıyor, tıklamıyoruz. Umurumuzda olsa dahi umurumuzda değil. Bıkkınlık var hepimizde. Oysaki bıkılır mı hiç ölümden?

Filistinli bir çocuk artık hepimiz için imajlardan ibaret … gerçekliği olmayan ve umursuyor görünsek de hayatımızın tek bir saniyesinde dahi yer etmeyen bir yığın imajdan biri sadece. Hele ki çocuk yahut kadın değilse hiç umurumuzda dahi değiller. Acı olan, tavrımız onlara hayvansı yaratıklar diyen İsrailli bakanla aynı artık! Ne biz onları bireysel bilinçleri olan, bireysel duyguları olan insanlar olarak görüyoruz, ne onlar!

Uzun lafın kısası bizi bu hâle getiren elbette ki biz kendimiziz. Ancak bu günahın mimarları yüce sanatçılarımız, büyük kültür eleştirmenlerimiz, yüce kültür mühendislerimiz. İdeolojilerimizi ideolojik sloganlarla alaşağı eden, her şeyi bir görüntüye, polemiğe ve saçmalığa indirgeyen tartışmacı münevverlerimiz ta kendileri. Eleştirilerini bir oyun platosundaymışçasına, oyundan çıkmaktan korkan çocuklar gibi totaliter dünyanın kendilerine sundukları alanda oynayıp duran, oynarken de oyunun kurallarından mızmızlanan gözü yaşlı mıymıntı sanatkarane eleştirmenlerimiz.

Çıkıp da Mahmud Derviş de şiir yazdı, Paul Celan da. Onlar da barbarlığın daniskası o zaman demeye kalkmayın hiç. Derviş birincil olarak bir şair değildi. Eylembilimciydi kendisi. Barbarlıkla asla birleşmedi bizim birleştiğimiz gibi! Şiiri kelimelerden ve hecelerden değil eylemlerden örülüydü Derviş’in. Celan’sa dayanamadı zaten bu barbarlığa, ansızın son verdi yaşamına.

İşte dönüp bir bakın eserinize… eserimize! Ne artakaldı Srebrenitsa’dan? Yıldönümlerinde sosyal mecralardan anı paylaşımlarımız, timsah göz yaşlarımız ve her yıl tekrara düşen sözde sanat eserlerimiz… Kısacası hiç… Peki ne arda kalacak sizce Gazze’den geriye?

Soruyorum b/sizlere… ölümün pornografisinden başka ne kalabilir ki?

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU