Biliyorsunuz, 15-16 Haziran tarihlerinde İsviçre'de Ukrayna konulu bir barış konferansı düzenlendi.
Buraya Türkiye adına Dışişleri Bakanı Sayın Hakan Fidan ve beraberindeki bir heyet katılırken aynı zamanda Bartholomeos'un da "ekümenik" sıfatıyla katıldığı ortaya çıktı. Başka bir ifadeyle Bartholomeos "Konstantinopolis Ekümenik Patrikliği" veya "Konstantinopolis Ekümenik Patriği".
Patriğin buraya sanki Türkiye'den bir başka heyet olarak katılması ve üstelik oradaki sonuç bildirgesini imzalayanlar arasında yer alması sanki Türkiye adına veya Türkiye'den iki ayrı heyet varmışçasına böyle bir şeyin yapılması gerçekten Türkiye'de ciddi eleştirilere yol açtı. Hatta bir infiale de neden oldu denilebilir.
Bunun sonucunda da ciddi soru işaretleri ortaya çıktı. Sosyal medyada yayılan görüntüler ve ifadeler dışişleri bakanlığının bir açıklamasıyla kapatılmaya çalışılsa da aslında bakanlığının çıklaması beraberinde pek çok soruyu da beraberinde getirdi denilebilir.
Çünkü bakanlık yaptığı açıklamada, sorulan sorulara ve ortaya çıkan bu politik sorunun ne olduğuna dair, niye buna izin verildiğine dair ifade edilenlere tam olarak cevap veremedi.
Dışişleri bakanlığı, Fidan'ın orada Patrik ile bir ikili görüşme yapmadığını, Bartholomeos'un nihai metni imza ettiği iddiasının gerçek olmadığını -oysa gerçek- söyledikten sonra Bakanlığın Patrikhane ile ilgili politikasında herhangi bir değişiklik olmadığının izahtan vareste olduğunu dile getirdi. Zaten kimse böyle bir iddiada bulunmamıştı.
Ayrıca, "Bakanlığımızın Patrikhane konusundaki politikasının değişmediğine dair husus izahtan varestedir" deniliyor.
Yani, Dışişleri Bakanlığı "bunu izah etmemize bile gerek yok. Bizim Dışişleri Bakanlığı olarak Patrikhane hakkındaki görüşümüz değişmemiştir" diyor.
.Peki nedir bu mesele?
Burada yaşanan sorunun bir protokol tarafı var, bir de yapısal tarafı var.
Protokol tarafında, normalde Türkiye'nin bir tür kuruluş anlaşması da olan Lozan Anlaşması tutanaklarına girmemiş, daha doğrusu Lozan'ın anlaşmasına girmemiş ama müzakerelerde yer almış bir konudan bahsediyoruz patrikhane olarak.
Konu müzakerelerde ele alınmış, Türkiye tarafı bunun Türkiye'den çıkarılmasını istemiş.
Karşı taraflar buna bir süre itiraz etmişler ama daha sonra Yunanistan'la yapılan mübadele anlaşması da sonuçlanırken şöyle bir şey ortaya çıkmış.
İstanbul Rumları ve adalarda yaşayan Rum toplumu burada kalacağı için, ki bu biliyorsunuz Batı Trakya'daki Türk toplumunun yerinde kalmasına karşılık yapılan bir düzenleme, o toplumun kilisesi şeklinde, Türkiye bunu düşünerek İstanbul'da kalmasına izin vermiş. Ama o toplumun kilisesi şeklinde.
Meselenin protokol tarafı
Şimdi bütün mesele buradan başlıyor.Ve ısrarla bunun bir uluslararası anlaşma olan Lozan Antlaşması'nın metninde yer almasına Türkiye izin vermemiş.
Daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti şöyle bir düzenleme yaptı.Kendi içinde bu kiliseyi İstanbul Fener Rum Patrikhanesi şeklinde düşünerek Fatih Kaymakamlığı'na bağlı bir Türk dini kurumu adetmiş.
Ve Patrikhane'nin ve dolayısıyla patrikin bütün çalışmalarından, hareketlerinden Fatih Kaymakamlığı'nı haberdar etmesi ve iznin alması şartı getirilmiş.
Yani bırakın yurt dışına bir seyahat yapmasını, diyelim ki İstanbul'dan Bursa'ya gitmek istese veya İstanbul'un içinde belki de bir bölgeden başka bir yerlere bir seyahati söz konusu olsa, patikaneyi ilgilendiren konularla ilgili olarak, onlar için de Fatih Kaymakamlığı'ndan izin alması söz konusu. Bu uygulanmış da.
1950'li yıllarda Menderes döneminde Amerika'nın ricasıyla bu uygulamada birtakım yumuşamalar var. Ama esas itibarıyla politikanın değişmediğini görüyoruz.
Yumuşamaların sebebi de şu, Amerikalılar bu patrikhaneyi Soğuk Savaş yıllarında Sovyetler Birliği'ne karşı istihbarat amaçlı da kullandılar.
Özellikle eski komünist ülkelerde -ki onların Ortodoks olanlarında- bu patrikhane acaba istihbarat amaçlı işe yarar mıydı, buralardan neler yapıldı, ne tür bilgiler toplandı; bunları bilmiyoruz. Ama bu da söz konusuydu.
Şimdi Amerika ile yakın ilişkilerin söz konusu olduğu o dönemlerde, yani uygulamada sanki bir yumuşama varmış gibi görünse de aslında politikadan herhangi bir geri adım söz konusu değil.
Bu politikanın bozulmaya başlama zamanı Avrupa Birliği ile ilgili müzakereler söz konusu olduktan itibaren başlıyor.
Çünkü bu konuya Avrupa Birliği el atıyor ve Türkiye'ye ısrarla baskı yaparak patrikhanenin işte taleplerinin tamamının Türkiye tarafından yerine getirilmesini şart koşuyor. İlerleme raporlarında bunları gündeme getiriyor.
İlerleme raporlarını okuduğumuz zaman patrikhanenin isteklerinin tamamının Türkiye'nin önüne siyasi şartlar ya da siyasi şartların içinde yer alacak şekilde getirildiğini görüyoruz.
Bu şaşırtıcı da değil. O yıllarda işte PKK'nın talepleri, Kıbrıs Rumlarının talepleri, Yunanistan'ın talepleri, Ermenilerin talepleri, hepsi Türkiye'nin önüne kriterler olarak getirilmişti. Bu da yer alıyor.
AK Parti hükümetin ilk yıllarında bu konu zıvanadan çıktı
Aslında başlangıç yıllarında Türkiye bunlara da dikkatli davranmayı başarmıştı. Ancak bu hükümetin ilk yıllarında bu konu tamamen tabir caizse zıvanadan çıktı.
Özellikle AK Parti'nin önde gelenleri, "Osmanlı zamanında patrikhanenin gayet güzel bir statüde, başarılı işler yaptığı", "ecdadımızın rahatsız olmadığı bir kurumdan bizim niye rahatsız olabileceğimiz" gibi bir sürü konuşma yapıldı.
O yıllar hatırlayalım Yunanistan'ın Ege'de Türk adalarına el koydu. Kıbrıs'ta "Yes be annem" teranelerinin kol gezdiği bir dönemdi.
O yıllarda öyle anlaşılıyor ki patrikhanede kendine otonom, fiili bir alan oluştu.
Ne Türkiye'ye soruyor ne kaymakamlıktan izin alıyor, ne başka bir şey yapıyor.
Ve adeta bir tür Vatikanlaşma süreci yaşandı işte o sürede.
Ve bir otonom alan yarattı kendisine ve bu fiili durum uzadı geldi.
Şimdi yaşadığımız sorunların büyük bir kısmında bu fiili durum var.
Şimdi birisi şu:
Patrik böyle bir uluslararası konferansa davet aldığında Türkiye Devleti'nin kurumlarının haberi yok muydu?
Eğer yoksa burada çok ciddi bir zaaf var demektir.
Patrik eğer böyle bir davet aldığı sırada Türk Devleti'nin haberi vardı ama gitmesine karşı çıkmadıysa yine bir sorun var.
Bir başka sorun ise; "Gitsin, katılsın falan zaten fiili bir durum oluşmuş. Şimdi başımıza yeni bir sorunu açmayalım. Sonra bakarız" mı denildi?
Ve eğer sosyal medyada falan böyle bir infial oluşmasaydı, tepki olmasaydı, görmezden gelinerek öyle mi gidilecekti, devam ettirilecekti?
Belki.
Peki ne yapılması lazım?
Çünkü garip bir durum var.
Orada katılan devletlerin listesi var, bir sorun yok; bir de doğrusu örgütler diye bir başlık altında 8-9 örgüt var.
Onlar diyelim ki işte Avrupa Konseyi genel sekreteri var, Avrupa Komisyonu'nun temsiliyeti var, Avrupa Birliği'nin başkanı düzeyinde orada temsiliyeti söz konusu, Amerika Devletleri Organizasyonunun Genel Sekreteri var, bunun gibi…
Onların arasında bir de İstanbul Ekumenik Patrikhanesi var.
Aslında incelediğinizde oraya davet edilen örgütlerin, diğerleriyle patriğin yer alması uyumlu da değil, ruhani bir otorite olarak.
Eğer böyle ruhani otoriteler orada yer alacaksa, mesela Türkiye'den Diyanet İşleri Başkanlığı veya İslam dünyasından İslam İşbirliği Teşkilatı'nın falan davet edilmesi lazım, Vatikan'ın orada olması lazım.
Bunlara davetiye de gönderilmiş ve bunlar gitmemiş de olabilir.
Türkiye'ye şu sorunun sorulması lazım:
Onlar davet edilmediyse veya onlar davet edildiğinde gitmemeye karar aldıysa ve Fatih kaymakamlığı'na bağlı olması gereken bir Türk Din Kurumu buna ekümenik sıfatıyla gitmeye kalkışmışsa, neden izin verdiniz?
Meselenin esasa ilişkin tarafı
Bu meselenin protokol tarafını bir kenara koyacak olursak, bir de esasa ilişkin tarafı var.
Ekümenik, cihan patriği demek.
Yani dünyadaki bütün Ortodoksların ruhani, hatta idari otoritesi.
Bizans zamanında başlayan bu ekumeniklik bugün devam ettirilmesi mümkün olmayan bir statü.
Bizans zamanında var, Bizans zamanında patriğin otoritesine Balkan Hristiyanlarından, Ortodokslarından itirazlar var.
Örneğin 10'uncu yüzyılda Bulgar kralı Simeon, patrikhaneye karşı bir patrikhane oluşturarak patriğin otoritesine ve patrikhanenin otoritesine bir manada karşı çıkıyor.
Sırpların 1300'lerde yaptıkları direniş var, 1400'lere kadar.
Osmanlı'nın bu Ortodoks Balkanları fethetmesinden sonra İstanbul'un da fethedilmesiyle yaptığı bir düzenleme var.
Tek elden yönetim getirmiş bunlara ve Patrik ilk defa yeniden bir manada ekumenik iddiasıyla görevine devam etmiş ama Osmanlı bile işte birçok siyasal İslamcı ve küreselcilerin, "Patrik 300 küsur milyonluk bir Ortodoks dünyasının en üst otoritesidir, bırakalım bunu işte bu otoriteyi kullansın, bizim de işimize gelir" diye söylemelerinin gerekçesi bu, Osmanlı'daki bu durum.
Kaldı ki Osmanlı döneminde, mesela Kuzey Ortodoksları ki büyük bir nüfus, Ruslar, Ukraynalılar vs. Onların hiçbirisi bu patrikhanenin otoritesi altında olmadığı gibi, Osmanlı'da da İstanbul'un fethinden sonraki yıllarda, örneğin 1500'lerde Sokullu Mehmet Paşa'nın Sırp Patrikhanesi'ni bugünkü Kosova'nın Arnavutların Pea, Türklerin İpek, Sırpların Peç dediği yerde yeniden açtırdığını, hatta kendi kuzenini de oraya patrik yaptığını biliyoruz.
O patrikhane daha sonra Osmanlı'nın duraklama döneminin başlangıcında Avusturya'nın savaşta ilerlediği sırada yani 1683-1699 savaş sırasında Avusturya ile iş birliği yaptığı ortaya çıkınca Osmanlı bu patrikhaneyi tekrardan kapatıyor (rivayete göre rakamlarda çelişkiler olabilir).
Bu patrik ve patrikhaneyle birlikte ciddi sayıda Sırp nüfusta kuzeye göç etmek zorunda kalıyor.
Dolayısıyla hangi Osmanlı'dan bahsediyoruz?
Daha sonra Sırplar bağımsız olduktan sonra da yaptıkları ilk iş kendi patrikhanelerini kurma çabaları.
Hatta bu konuda ilk adımı Yunanlar atıyorlar.
1829'da bağımsız olduktan sonra hemen kendi otosefal dediğimiz kendi başına buyruk Ortodoks kiliselerini kuruyorlar ve bu patrikhanenin idari ve ruhani liderliğinin dışına çıkıyorlar.
Ve dolayısıyla Osmanlı geriledikçe patrikhanenin de idari ve ruhani alanı geriliyor.
Osmanlı toprak kaybettikçe Patrikhane de güç kaybediyor.
Son yüzyılda ise Patrikhane'nin merkez teşkilatı Osmanlı'ya belki sadık kalsa da genel hatlarıyla Balkanlardaki teşkilatı Patrikhane'nin büyük ölçüde Elenleştirme politikalarının bir aracı haline geliyor.
Yani Yunanistan devletinin işine yaramaya başlıyor.
Bunun üzerine 1871 yılında Osmanlı bizzat kendisi Bulgar Patrikhanesi'ni yani Bulgar egzatlığını kuruyor.
Çünkü eğer kurmazsa Slav, Ortodoks bütün herkes yani Ortodoks olan herkes Yunan olacak endişesi var.
Onları bölmek, parçalamak için ve doğrusunu yapmak için yani Slav insanlar niye Yunan olsunlar diye böyle bir girişimde bulunuyor.
Dolayısıyla şimdi bu efendim ecdadın bunlardan rahatsız olmamış diyen insanlara sormak lazım:
Hangi ecdadın?
Hangi dönemdeki ecdadından bahsediyorsun?
Çünkü 19'uncu yüzyılda, 20'nci yüzyılda Ortodoksluk tamamıyla milli devlet kuruluşunun ve politik, milli devletlerin politik kültürlerinin oluşumunun önemli bir merkezi haline geliyor.
Zaten Ortodoksluğun en önemli özelliklerinden biri de bu.
Katoliklik gibi devletle mücadele eden, otoriteyi devletten alıp egemenliği kendisi kullanmak isteyen bir kilise değil.
Devlet otoritesiyle birlikte çalışan bir kiliseden bahsediyoruz.
Bizans'ta da öyle, Osmanlı'da da öyle.
Zaten Osmanlı Müslüman bir devlet olduğu için arkasına bir şey düşünülemez.
Bu yönüyle aslında her devletin kendi patrikhanesi olması esası geliyor.
Ve 19'uncu ve 20'nci yüzyıllarda milli devletler kuruldukça her milli devletin kendi patrikhanesi ortaya çıkıyor.
Bütün bunlardan şunu anlatmaya çalışıyorum.
Bugün ya da 19'uncu ve 20'nci yüzyılda bir ekümenik patrik yoktur.
Yani Ortodoks patriği yoktur.
Ortodoksluk, Katoliklik gibi tek elden yönetilen bir din değildir.
Bugün mesela Rus Patrikhanesi bu patrikhaneyi hem siyasal olarak hem ruhani olarak hem de idari olarak hiçbir şekilde ciddiye almamaktadır.
Ama şimdilerde bu patrikhane uluslararası jeopolitiğin bir parçası olarak kullanılmak isteniyor.
Mesela Ukrayna Kilisesi, Rus Kilisesi'nden koparak İstanbul Patrikhanesi ile iş birliğine başladı.
Şimdi bunu alkışlayanlar olabilir ama aynı zamanda şöyle bir durum var.
Şimdi siz bunu bu patrikhaneyi bu şekilde uluslararası jeopolitiğin bir parçası şeklinde kullanmak isterseniz veya kullanılmasına izin verirseniz bunun sonucunda günün birinde bedeller de ödersiniz.
Dolayısıyla bu doğru mudur?
Hükümetin ilk yıllarında patrikhanenin oluşturduğu fiili durum artık sonlandırılmalı
Burada vaktiyle şöyle bir şey vardı.
Efendim işte bu patrik en azından işte Amerika'daki Rum toplumunun, Güney Amerika'daki dağınık birkaç yüz bin kişilik Rum toplumunun, Avustralya'daki Rum toplumunun ve Yunanistan'daki de çok küçük belli yerlerin, mesela Aynaroz'un, Osmanlı'dan son anda kopan bazı Ege adalarının bir de ruhani otoritesi, hani bunu acaba bu şekilde kullanmak mümkün mü?
Bence mümkün değil artık.
Neden değil?
Bu belki bir tez olarak tartışılabilirdi.
Çünkü artık bu alanı tamamıyla Amerika ve Avrupa Birliği doldurmuş durumda ve Patrik ve Patrikhanede onlarla işbirliği yapmaktan yana.
Yani Türkiye'nin bir kurumu olmaktan ziyade, kendisini otonom, Vatikan gibi bir kuruma dönüştürmek ve onlarla işbirliği yapmaktan yana.
Şimdi burada şöyle bir sorun çıkıyor demek ki hükümetin yapması gereken şey şu: Patrikhane konusunda yapısal bir düzenlemeye gitmesi lazım.
Öncelikle bu hükümetin ilk yıllarında meydana gelen ve patrikhanenin oluşturduğu fiili durum artık sonlandırılmalıdır.
Türkiye'nin Avrupa Birliği falan diye bir gündemi de kalmadığına göre bunun mutlaka yapılması lazım.
Bu hükümet ilk yıllarında ne kadar hata yapıp sonradan toparladıysa, hatta bu hataların bir kısmı ta 2020 yılına kadar devam edip geldiyse, özellikle Ortadoğu'da bölgede izlediği hatalı politikalar… ama oralardan dönüp yeri adım atıp doğru politikalara yöneldiyse ki bunları da takdir etmek lazım; burada da bir düzenleme yapması lazım.
Şimdi Kıbrıs'a nasıl ki "Yes be annem" teranelerinden iki devletliliğe döndüysek, Ege'de nasıl ki Türkiye'nin ulusal çıkarlarına dayalı ve mavi vatan esaslı yeni bir politikaya döndüysek; patrikhanede de cumhuriyetin ilk yıllarında oluşturduğu politika esas alınarak yeni bir düzenleme yapılmalıdır.
Aslında 2022 yılının Ağustos ayında Fatih Kaymakamlığı bir açıklama yaparak Patrikhane'nin kendisine tabi bir din kurumu olduğunu da söylüyor.
Bir hatırlatma var.
Ama Patrik'in buna uymadığı, bunu dikkate almadığı da açık.
Şimdi bir devletin eğer otoritesine bir insan, bir grup, bir kurum böylesine karşı çıkarsa devlet olmanın nitelikleri ortadan kalkmaya başlar, çürüme başlar.
Dolayısıyla buna son vermek gerekir.
Bunu şunun için söylüyorum;
Diyelim ki devlet, yani dışişleri bakanlığı bu krizi atlattı; yarın başka bir kriz çıkacak.
O yüzden bu konuda mutlaka devletin konuları bilenlerle birlikte ele alacağı yeni bir düzenlemeye ihtiyaç var.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish