Avrupa Birliği (AB) üyeliği konusunda ümitlerini büyük ölçüde yitiren ve NATO üyesi olmasına karşın yapısal koşulların da zorlamasıyla ABD'nin yanında Rusya, Çin, komşu ülkeler ve uzak coğrafyalardaki devletler de dahil olmak üzere pek çok farklı aktörle yakın ilişkiler tesis eden Türkiye, yeni dönemde dış politikasında "bölgesel güç" kavramı üzerinde durmak zorunda kalacaktır.
Bölgesel güç, uluslararası ilişkiler literatüründe, "coğrafi olarak tanımlanmış olan bir bölgeye ait olan, bu bölgeyi ekonomik ve askeri açıdan etkileyen, bölgede hegemonya işlevi görebilecek güce ve güç kaynaklarının kullanımına istekli olacak şekilde dünya ölçeğinde belli bir etkiye sahip olan, komşuları tarafından bölgesel lider olarak tanınmış ve hatta kabullenilmiş bir ülke" olarak tanımlanmaktadır.
GİGA veya Alman Küresel ve Bölgesel Araştırmalar Enstitüsü'nden Martin Beck'e göre1, bir bölgesel güç mutlaka şu unsurlara sahip olmalıdır:
- Kendine ait kimliği ile tanımlanabilir bir bölgenin parçası olmalı,
- Bölgesel bir güç imajına sahip çıkmalı,
- Kendi ideolojik yapılanması kadar bölgenin coğrafi boyutunda kararlı etkisini göstermeli,
- Üst düzey askeri, ekonomi, demografi, politika ve ideoloji yetenekleri olmalı,
- Bölge ile bütünleşik olmalı,
- Bölgesel güvenliği yüksek önemde görmeli,
- Bölgedeki diğer kuvvetler tarafından ve özellikle diğer bölgelerdeki bölgesel güçlerce bir bölgesel güç olarak kabul edilmeli,
- Bölgesel ve küresel yapılarla bağlantılı olmalı.
Peki, bu kriterleri Türkiye'ye uyarladığımızda nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz?
Birinci kriterle başladığımızda, Türkiye, kuşkusuz yüzlerce yıllık köklü tarihi ve birikimi neticesinde Türk ve Müslüman kimliklerini özümsemiş ve bunları toplum geneline benimsetmiş olmakla birlikte, coğrafi konumu ve yakın ilişkileri itibariyle bu kimliklerin yanı sıra, Avrupalı, Amerikan müttefiki, NATO üyesi, mazlum milletlere model ülke, Osmanlı'nın ardılı vs. gibi pekçok farklı kimliğe de sahiptir.
Bu anlamda, Huntington'ın "bölünük" (torn) ülke adını verdiği Türkiye, çok kimlikli ve parçalı yapısı nedeniyle bunları tek potada eritmekte zorlanmaktadır.
Türkiye'nin doğrudan etki alanı olan Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Türk dünyası gibi coğrafyalara bakıldığında ise, tüm bu farklı bölgelerde etkili olabilecek politikaların daha çok Müslümanlık (Sünni İslam) temelinde kurgulanabileceği görülmektedir.
Zira gerek Kürtler ve Arapların da yoğun yaşadığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgeleri olsun, gerek etnik Türk unsurların yoğun bulunduğu Türk dünyası olsun, gerekse de birçok farklı milletin var olduğu Balkanlar olsun, bu farklı coğrafyalarda uygulanabilecek ortak politikaların kimlik boyutundaki tek ortak unsuru İslam (Müslüman) kimliğidir.
Ancak hem Türkiye içerisindeki laik hassasiyetler, hem de dünya genelinde İslam'a yönelik ön yargı ve korkular nedeniyle, bu temelde bir dış politika kurgulamak ciddi riskler de barındırmaktadır.
İkinci olarak, Kemalist gelenek üzerine kurulu olan Türkiye, bugüne kadar "bölgesel güç" konseptini askeri stratejileri, güvenlik mimarisi ve dış politika geleneğinde henüz yeterince geliştirmeyi ve yaymayı başaramamıştır.
Nitekim Türkiye'nin dış politikada atak, müdahaleci vs. gibi hareket etmesine yönelik hem ülke içerisinde, hem de dışarısında ciddi tepkiler olabilmekte ve bunun meşrulaştırılması konusunda çeşitli zorluklar yaşanmaktadır.
Bu bağlamda, Türkiye kamuoyu ve Türk Silahlı Kuvvetleri kadroları, bölgesel güç yaklaşımından ziyade, vatan toprağını korumak anlayışıyla yetişmiştir. Niteki askeri doktrinlerde de, bu yaklaşım çok daha ağır basmaktadır.
Üçüncü olarak, Türkiye, bölgesel politikalarında bugüne kadar kararlı ve tutarlı davranmayı başaramamış ve genelde bocalamıştır.
Nitekim Suriye'de izlenen rejim değişikliği politikasından radikal terör örgütlerinin ortaya çıkması ve Rusya müdahalesi nedeniyle cayan Türkiye, buna karşın eski paradigmaya dönüşe de yanaşmamaktadır.
Bu bağlamda, Ankara, bölgesel güç olmak istiyorsa kararlı davranmalı ve tutarlı politikalar geliştirerek bunlarda sebat etmelidir.
Dördüncü olarak, Ankara, bölgesel güç olmaya doğal yatkınlığına karşın, bu konuda maddi temeli henüz yeterince gelişmiş değildir.
Büyük bir ordusu olan ve yerli ve milli savunma sanayisine son yıllarda büyük önem veren Türkiye, buna karşın büyük güçlerle kapasite ve teknolojik gelişmişlik bağlamında rekabet edebilecek güçten çok uzaktadır.
Son yıllarda demokrasiden uzaklaşılması nedeniyle Batı desteği azalan Türkiye, bu anlamda tek motorlu bir uçak gibi düşünülürse, askeri açıdan bağımsız başarılar elde etmesi de o kadar kolay değildir.
Demografik olarak da, 85 milyonluk bir ülkenin bölgesel güç olması kolay değildir. Zira bölgede İran ve Mısır vs. gibi birçok başka büyük nüfuslu ülkeler bulunmaktadır.
Daha da önemlisi ise, bu nüfusa rahat yaşam koşulları sunabilecek ve bölgenin cazibe merkezi haline gelecek ekonomik gelişim konusunda henüz büyük bir aşama yapılamamasıdır.
Bu konuda Türkiye'nin potansiyeli cidden muazzam olsa da, reelde, dünya ekonomik büyüklük sıralamasında 17'likten son birkaç yılda 20'nci sıraya düşen bir ülkenin ekonomik cazibe merkezi olmasını beklemek zordur.
Ankara'nın siyasi ve ideolojik nitelikleri de, Arap Baharı sürecinde yakalanan kısa süreli ivme haricinde, genelde içe dönük kalmıştır.
Nitekim Ortadoğu halkları açısından, Türkiye, son yıllarda daha çok ucuz bir turizm ülkesi ve üretim merkezi olarak rağbet görmektedir.
Türkiye'nin karizmatik lideri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da, Arap sokağındaki ve saraylarındaki popülaritesini zaman içerisinde koruyamamış ve Arap Baharı sonrasında İslam dünyasındaki uluslararası lider imajı düşüşe geçmiştir.
Beşinci olarak, Türkiye'nin bölgesel güç olacağı havzalardaki etkisi henüz çok yüksek seviyede değildir.
Bu ülkelerle ekonomik, siyasi, askeri ve diplomatik ilişkilerde kurumsallaşma yolunda önemli adımlar atılsa da (örneğin İslam İşbirliği Teşkilatı'nda bir dönem Ekmeleddin İhsanoğlu sayesinde çok etkin olunması, Türk Devletleri Teşkilatı'nın kurulması, Şanghay İşbirliği Örgütü'ne diyalog ortağı olunması ve şimdilerde gündemde olan BRICS üyeliği), henüz ortak pazar, askeri iş birliği vs. gibi kapsamlı girişimler söz konusu olmamıştır.
Altıncı olarak, Türkiye'de çok yaygın ve güçlü bir militarist kültürün olması, bölgesel güvenliğe önem verme anlamında pozitif bir durum olsa ve yoğun fırsatlar sunsa da, bunun toplumca kabulü oldukça zor ve zahmetli bir iştir.
Nitekim demokratik Batı kültürü ve insan hakları bilinci ile yetişmiş milyonlarca insanın oluşturduğu toplumun güvenlikçi bir bölgesel güce dönüşmesi, ya ekonomik imkânların artması neticesinde profesyonel büyük bir ordu kurulması, ya da toplumun emperyal ideolojik dönüşüm sürecinden geçirilerek militarist ve yayılmacı bir toplumun yaratılmasıyla olabilir. Bu da, Türk entelektüellerince desteklenen bir görüş değildir.
Yedinci olarak, Türkiye'nin bölgesel güç statüsü konusunda Arap devletleri ve komşu devletler de çok istekli değildir.
Türkiye'nin bölgenin en ileri ve gelişmiş devleti olduğu konusunda herhangi bir tartışma yoktur.
Ancak bu durum hem diğer devletlerde kıskançlık ve hamasete yol açmakta, hem de Batılı büyük güçlerin endişesine ve engellemelerine neden olmaktadır.
Bu bağlamda, Türkiye'nin bölgesel güç kimliğinin kabullenilmesi için "Türk modeli" denilebilecek bir politik vizyon ve ekonomik model ortaya koyması gerekmektedir.
Sekizinci ve son olarak, Türkiye, bölgesel ve küresel yapılarla gayet bağlantılıdır. Ancak örneğin, son yıllarda oluşan Doğu Akdeniz Gaz Forumu'nun dışında tutulabilmiştir.
Keza Arap Ligi veya Arap Birliği'nin dışında olunması da önemli bir husus ve dezavantajdır.
Tüm bu nedenlerle, bence, Türkiye'nin gelişimi için faydalı olan bölgesel güç tartışmalarının daha uzun yıllar akademide ve stratejik çevrelerde devam etmesi ve ilerletilmesi gerekmektedir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish