Temmuz ayının son demlerinden itibaren Keşmir’de yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu açıktı. Siyonist karakteri haiz Hint milliyetçisi Narendra Modi’nin başında bulunduğu Bharatiya Janata Party (“Hindistan Halk Partisi” - BJP) iktidarının bir kışkırtma peşinde koştuğu ve ordu güçlerinin de bu bağlamda bölgeye yoğun bir askerî sevkiyat yaptığı biliniyordu. Nihayet ağustos ayının ilk günlerinde Hindistan Başbakanı Modi yavaşlama evresine giren ve buhranın eşiğine gelen ülke ekonomisini bir tartışma konusu olmaktan çıkarıp milliyetçi duyguları sömürmek suretiyle Keşmir’i yeniden güncel bir gündem maddesi hâline getirdi.
İlk aşamada 1949 yılından bu yana Hindistan Anayasası’nda özel bir statüye sahip olan “Cammu Keşmir” bölgesinde (eyaletinde) yerel liderlerin tutuklandığı, sokağa çıkma yasağı ilân edildiği, telekomünikasyon hatlarının kesildiği ve yolların kapatıldığı haberleri özellikle sosyal medya mecralarında hızla yayıldı. Hemen akabinde ise BJP iktidarı Keşmir’e özel statü tanıyan Anayasa’nın 370. maddesini kaldırarak zaten gerilimin yaşandığı bölgedeki yangına benzin dökmüş oldu.
Keşmir meselesi yeni bir mesele değil. Sorunun kaynağı 1947 yılına değin uzanıyor. Öyle ki, Pakistan ile Hindistan söz konusu bölge uğruna geçmişte iki yıl savaştı ve pek çok defa karşılıklı kısa süreli çatışmalar yaşadı. Son olarak geçtiğimiz Şubat ayında Pakistan Hava Kuvvetleri Keşmir bölgesinde sınır ihlâli yapan bir Hint savaş uçağını düşürmüş, iki ülke yine ve yeniden savaş riskiyle karşı karşıya kalmıştı. Gerçekten de Keşmir özelindeki tartışmalı bölgeler ve söz konusu bölgelerde dönem dönem tecrübe edilen fiili mücadeleler nükleer silâha sahip bu iki devletin birbirine karşı daima teyakkuzda olmasını icap etmiştir.
Ne var ki Modi iktidarıyla devlet idaresini ele geçiren “Hindutva” (Hintlilik) akımı Keşmir özelinde son yıllarda iki ülke arasında hem tırmanma hem de çoğalma eğilimi gösteren krizleri tetiklemek noktasında belirleyici olmuştur. Başka bir ifadeyle 1940’lı yılların sonlarından beri varlığını sürdüren ve bu anlamda belli bir rutine oturan Keşmir sorununu günümüzde bilerek ve isteyerek yine, yeniden kızıştıran failler bellidir.
Hint Siyonizmi olarak “Hindutva” ve tarihsel İslâm düşmanlığı
Hindutva’nın ideolojik omurgası Vinayak Dimodar Savarkar’ın 1923 yılında yayımlandığı “Essentials of Hindutva” (Hindutva’nın Esasları) başlıklı eserinde şekillenmiştir. Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin esin perisi olan Savarkar, bahsi geçen eserde Hindutva’nın açılımını yapmış, Hindistan’ın hinterlandını günümüzde Hindistan’ı, güney Himalayaları, Pakistan’ı, Bangladeş’i, Sri Lanka’yı ve Afganistan’ı kapsayan topyekûn bir coğrafya şeklinde tayin etmiştir. Hint Müslümanlarının damarlarında “Hint kanı” dolaştığını fakat bunun yeterli olmadığını ifade eden Savarkar, mevzubahis eserde Hint “ırk” bilincini ancak Yahudilerin kavrayabileceklerini ilave ediyor. Müslümanların kutsal topraklarının Hindistan’da bulunmadığını belirten Savarkar, bu durumun Hindistan’ın geri kalanıyla “uyumsuzluk” arz ettiğini, bu uyumsuzluğun da ülke için bir tehdit olduğu görüşünü savunmuştur.
Savarkar’ın Hindutva’yı 1920’li yıllardan itibaren Siyonizm’le dost kıldığı, ırkçılık ortak paydasında kaynaştırdığı bugün bilinen ve kabul edilen bir gerçektir. Öyle ki, Hindistan’da bugün devlet erkini elinde bulunduran Hindutva’nın kurucusu Savarkar 1956 yılında Nehru hükûmetine İsrail’i tanıması için baskı yapmış, gelecekte Hindistan ile Pakistan arasında vuku bulması muhtemel bir savaş esnasında bütün Müslümanların Pakistan’ın yanında saf tutacaklarını, İsrail’in ise Hindistan tarafında konumlanacağını paylaşmıştır. Öte yandan Savarkar’ın hayattayken kullandığı sayısız İslâm düşmanı ifade bugün BJP yöneticilerince sloganlaştırılmakta, siyasî amaçlar uğruna sonuna kadar istismar edilmektedir. Bu ifadelerden bazılarını 13 Mayıs 2019 tarihinde Independent Türkçe’de yayımladığım “Modi’nin Hindistan’ı: ‘Hindutva’ kıskacında bir demokrasi” başlıklı makalemde aktarmıştım.
Narendra Modi bugün Savarkar’ın ırkçı ütopyasını gerçekleştirmek için çabalıyor. Modi, Savarkar’ın ortodoks ve radikal bir mirasçısı pozisyonundadır. BJP kadrolarının ezici çoğunluğunun gerek yerel gerekse de ulusal düzlemde benimsediği İslâm-Müslüman karşıtı düşmanlık dili günümüzde Hindistan siyasetinde artık olağan sayılmaktadır. Hindistan’ın muhtelif bölgelerindeki İslâm-Müslüman imgelerine yönelik örgütlenen nefret öylesine kitleselleşmiş vaziyettedir ki, Müslümanlar aleyhine girişilen toplu linç ve tecavüz vakaları ile açık pogrom çağrıları BJP iktidarıyla birlikte boyut atlamış, endişe verici mertebelere ulaşmıştır.
Bugün itibariyle Hindistan’da 200 milyonu aşkın Müslüman yaşamaktadır. İslâm dini Hindistan’da nüfusun en az yüzde 15’i tarafından içselleştirilmiştir. Dahası, Hint Müslümanlarının hem İslâm dini için hem de Türkiye için arz ettiği değer paha biçilemezdir. Medreseleri, mütefekkirleri ve cemaatleriyle birlikte İslâm dinine sayısız hizmette bulunmuş olan Hint Müslümanlarının önce Osmanlı İmparatorluğu’yla, sonraları ise Gazi Mustafa Kemal’le ayrıcalıklı bir diyalog geliştirdikleri nesnel tarihî verilerle sabittir. Her şeyin ötesinde Hint Müslümanları bir bütün olarak Hindistan tarihinin daima ayrılmaz bir parçası ve vatansever bir bileşeni olmuşlardır.
Peki, Modi-BJP ikilisi genelde İslâm’a ve özelde Hint Müslümanlarına karşı provokasyonları yoğunlaştırırken, Keşmir sorunuyla billurlaşan örgütlü düşmanlık karşısında Hindistan’daki başlıca Müslüman kurum ve cemaatleri gelecekte ne gibi imtihanlar beklemektedir? Hint Müslümanları Savarkar’ın iddia, Modi’nin de ikrar ettiği gibi gerçekten Hindistan’ın “aykırı” muhiti mi yoksa asıl sahiplerinden midir? Türkiye’nin Hint Müslümanlarına bir “vefa” borcu var mıdır? Hint Müslümanlarının Pakistan Müslümanlarından farkı nedir? Keşmir Hindistan için büyümek anlamını mı taşıyacak, yoksa küçülmek mi? Gelin, yukarıda serdedilen sorulara cevapları hep birlikte arayalım.
1857-1947 sürecinde Hint Müslümanlarının teşkilatlanması: Diyobendiye, Dâru’l-Ulûm ve Hint Ulema Cemiyeti
1857 yılındaki Hint Ayaklanması’na Hint Müslümanları hem kalemleri hem de kılıçlarıyla katıldılar. Ayaklanma esnasında Hindular ile Müslümanlar pek çok cephede omuz omuza mücadele ettiler ve birlikte bedel ödediler. Ne var ki İngilizler ayaklanmayı çok sert bir biçimde bastırdılar ve esas suçlu olarak Müslümanları belirlediler. 1857 yılını müteakip Hindistan çapında Müslümanlar fevkalade keskin sindirme politikalarına muhatap kaldılar. Özellikle Kuzey Hindistan’da yaşayan Müslüman halklar korkunç bir zulüm çarkından geçirildiler. Sömürge şartlarına karşı başkaldıran Hint Müslümanları böylelikle açıkça hedef tahtasına oturtuldular ve zalimane yöntemlerle susturulmaya çalışıldılar. Ayaklanmaya bilfiil katıldığı ileri sürülen şahsiyetlerin birçoğu ise ya sürgüne gönderildiler yahut da idam edildiler.
Böylesi bir baskı döneminin akabinde Hint Müslümanlarının âlimleri mücadelenin silâh yoluyla kazanılmasının zor olacağını düşünerek direnişi kültürel bir zemine taşımayı yeğlediler. Medreseleri ülkede “kültürel işgal” hareketine karşı bir direniş mevziisi telakki eden âlimler inisiyatif kullanarak 21 Mayıs 1866 tarihinde Yeni Delhi’nin 160 km kuzeyindeki Diyobend kasabasında Dâru’l-Ulûm okulunu tesis ettiler. Hint ulemasının İslâmî yaşayış tarzının İngiliz sömürgeciliği altında yozlaşabileceği ihtimaline binaen İslâmî ilimleri öğretmek ve yaymak amacıyla kurduğu Dâru’l-Ulûm, bugün hâlâ Hint Müslümanlarına hem fıkhî meselelerde yol göstermek hem de din adamı yetiştirmek noktasında faaliyetlerini sürdürmektedir.
Diyobendiye politik planda ve çıkışı itibariyle evvelâ sömürgeye itiraz etmenin, yabancı işgaline bütün Hindistan adına başkaldırmanın ve İslâm dinini düşmanın menfi etkilerine karşı muhafaza etme iradesinin adı olmuştur. Muhammed Kasım Nanutevi ile Reşid Ahmed el-Gangohi gibi mühim âlimlerin öncülüğünde kurulan Dâru’l-Ulûm, hiçbir dış finansal destek olmaksızın tümüyle özel bağışlarla ayağa kaldırılmıştır ki – söz konusu gelenek bugün de devam etmekte, müessese özel bağışlarla finanse edilmektedir.
Bugünlerde düşülen yaygın yanlışın aksine, Diyobendiye’yi Vehhabî düşüncesiyle özdeşleştirmek ve bir tutmak mantık dâhilinde değildir. Diyobendiye Hanefî-Mâturîdî çizgidedir. Dahası, Diyobendîlerin kayda değer bir kısmı oldukça koyu denebilecek bir Hanefî mezhebî bağlılığına sahiptir. Diyobendiye’nin türbe inşası/ziyaretleri, bidatler ve şirk vb. konularda sergilediği tutucu tavır, bazı araştırmacıları ve analistleri yanlış değerlendirmeler yapmaya ve dolayısıyla da haksız çıkarımlarda bulunmaya sevk etmektedir. Yine Pakistan özelinde gelişen Diyobendî medreselerin politik yöneliminin daha belirgin oluşu ve Afgan Taliban’ının ana kadrolarının yanı sıra bazı El Kaide militanlarının da Diyobendî medreselerinden çıkması bahsi geçen yanlışların gelişim alanı bulmasına yardımcı olmaktadır. Vehhabîlik ile Diyobendîlik arasında gözletilmesi gereken bir başka hususî farklılık ise şüphesiz emperyalizme ve istilacı güçlere karşı geliştirilen berrak tutumla ilintilidir. Diyobendiye tarihsel-bağlamsal menşei itibariyle istilacılığa tepkiyle ortaya çıkmışken, Vehhabîlik bütün mevcudiyeti içinde Batı’nın emperyal tasavvurlarında maşa işlevi görmüştür.
İfade edilmelidir ki Diyobendiye ve Dâru’l-Ulûm esasen dinin yabancı etkilerden arındırılması, saflaştırılması, doğru öğrenilip doğru öğretilmesi noktalarında yerleşik Müslüman ahaliye fayda sağlamak için zuhur etmiştir. Dahası, işgal altında bulunan topraklarda Müslümanların Kur’an, hadis, tefsir, ahlâk ve fıkıh konularında yetiştirilmeleri gereğine dayanılmış ve söz konusu eğitimin devletlerden-siyasî erklerden bağımsız olarak verilmesine ihtimam gösterilmiştir. Bu önemli bir ayrıntıdır zira günümüzde dinî toplulukların ve cemaatlerin ne denli şirketleştikleri ve dahi holdingleştikleri aşikârdır. Bazı toplulukların kimi devletlerin yörüngesine nasıl girdiği ve “kullanışlı aptal” vazifesini nasıl ifa ettiği bugün itibariyle artık herkesin malûmudur. Oysa Diyobendiye geleneğinde ve özellikle de Dâru’l-Ulûm nezdinde âlimler son derece mütevazı koşullarda hayatlarını sürdürmekte, çoğunlukla yoksul insanlar olarak yaşayıp ölmektedirler. Başka bir deyişle günlük siyasete yahut devletlere eklemlenmeyi, angaje olmayı reddeden Dâru’l-Ulûm böylelikle hem bağımsızlığını hem de haysiyetini korumayı bilmiştir.
Dâru’l-Ulûm’la herhangi bir resmî/organik bağı olmasa da tam bu noktada Hint Ulema Cemiyeti’ne dair bir parantez açmakta fayda vardır. Her ne kadar Cemiyet’in çoğu yöneticileri (hatta bunların kahir ekseriyeti) Dâru’l-Ulûm veya muhtelif Diyobendî medreselerinden geçmişse de, Cemiyet’in işlevi eğitim faaliyetleriyle sınırlı değildir ve kalmamıştır. Saf bir siyasî oluşum olmamasına rağmen Hint Ulema Cemiyeti Hint Müslümanlarını ilgilendiren toplumsal, kültürel ve günlük konu başlıklarına dair bildirileriyle öne çıkıyor. Dâru’l-Ulûm’un görev dairesi dinî eğitim ile dinî konulara ilişkin fetva vermek iken, Cemiyet daha ziyade Hint Müslümanlarının yaşadığı somut sosyal sorunları devlet/siyaset çevresiyle paylaşan, söz konusu sorunları bu çevreyle müzakere eden bir fonksiyon icra etmektedir.
Hint Ulema Cemiyeti aynı zamanda Diyobendiye’nin kuruluş ruhuna riayet etmektedir. Gerçekten de Cemiyet tarihin önemli kavşaklarında her zaman ait olduğu Hindistan’ın bütünlüğünü ve birliğini gözetmiş, bu minvalde hareket etmiştir. Nitekim Cemiyet’in vaktiyle Mahatma Gandhi ve onun liderliğindeki Kongre Partisi’yle sıkı ilişkiler geliştirdiği, 1947 yılındaki “ayrılık” tartışmalarında ise Hindistan’ın bütünlüğünü savunduğu ve Pakistan’ın kuruluşuna itiraz ettiği bilinmektedir. Cemiyet içinde 1940’lı yıllarda tecrübe edilen tartışmaların sonunda hizipleşme meydana gelmiş ve Hint Ulema Cemiyeti içinden bağımsızlık yanlısı bir grup (Ulema-i-İslâm Cemiyeti) muhalefet bayrağını açmak suretiyle kendi yolunu çizmiş ve bağımsız Pakistan devletinin inşasında aktif rol üstlenmiştir.
Peki, Hint Diyobendiye’si niçin Pakistan’ın kuruluşuna karşı çıkmıştır? Tatmin edici bir cevap sunabilmek için 1919 yılına, daha doğrusu Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru kısa bir yolculuğa çıkmak elzemdir.
Diyobendî Medreseleri, Hilâfet Hareketi ve Türkiye
Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıç safhasında başta Enver Paşa olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu’nun ileri gelen devlet adamları müttefiklere karşı bir “İttihad-ı İslâm” vücuda getirebilmek ümidiyle Teşkilat-ı Mahsusa adına bir grup casusu Hindistan’a göndermişti. Gerilla, sabotaj ve propaganda faaliyetlerinde bulunan söz konusu casuslar, Hint Müslümanlarını topyekûn Hindistan’ın İngiliz sömürüsünden kurtarılması için örgütlüyorlardı. Gerçekten de hem II. Abdülhamid Han döneminde hem de 1914-1918 yılları arasında Osmanlı Hint Müslümanlarına maddî-manevî yardımını esirgememiş, özellikle medrese kütüphanelerine (Dâru’l-Ulûm’a) önemli sayıda ilmî el yazması kitaplar göndermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda mağlup edilmesinin akabinde Hint Müslümanları dünyada belki de Anadolu Müslümanlarının yanında en çok müteessir olan grubu teşkil ediyorlardı. Bazı Arap kabileler Osmanlı’nın – en azından Hicaz’da – mağlubiyetini hızlandırmak için bizzat çabalarken, 1918 yılına gelindiğinde Hint Müslümanları adeta yas tutuyorlardı.
Osmanlı’nın bakiyesine sahip çıkılması gerektiğini hisseden Hint Müslümanları, 20 Mart 1919 tarihinde aksiyon aldılar ve “Hilâfet Komitesi”ni kurdular. İlginçtir, Hilâfet Hareketi bünyesinde Müslümanların yanı sıra Hindular da bulunuyordu. Öyle ki, Mahatma Gandhi Hilâfet Hareketi içindeki Müslüman-Hindu birliğinin belki yüz yılda bir rastlanacak bir hadise olduğunu vurguluyordu.
22 Kasım 1919 tarihinde Yeni Delhi’de düzenlenen Hilâfet Hareketi’nin birinci konferansı düzenlenmiş, konferansa Müslüman ve Hindu pek çok düşünür ve âlim katılım göstermişti. Konferansın sonunda ise 20’yi aşkın Hint Müslüman âlimi aralarında toplanarak “Hint Ulema Cemiyeti”ni kurmaya karar verdiler. Cemiyet’in amacı araştırmacılar ile uzmanları bir araya getirerek dünyadaki siyasî gelişmeleri İslâmî ilkeler ışığında yorumlamak ve bu eksende Güney Asya Müslümanlarına yol göstermek şeklinde ifade edilmişti.
Hilâfet Hareketi içeride Müslüman-Hindu bütünleşmesine katkı sunarken, dışarıda da Türkiye’ye ve Anadolu’ya yardım ediyordu. Gerçekten de Hint Müslümanlarının aralarında bu denli birlik oldukları bir döneme tarihin başka bir evresinde rastlamak fevkalade güçtür. 1919-1920 aralığı bu anlamda Hint Müslümanlarının birliğinin en kuvvetli ve en sağlam olduğu döneme tekabül eder. Yine o yıllarda Gandhi de Müslümanlarla beraber hareket ediyor, Müslümanların mücadelesini İngiliz emperyalizmine karşı çok somut bir biçimde destekliyordu. Gandhi’nin bu desteği 1920’li yıllarda Hindistan’da irili-ufaklı Hindu-Müslüman çatışmalarına da bir set çekmiş, iki topluluğun kaynaşmasını sağlamıştı.
Hilâfet Hareketi kapsamında hem Dâru’l-Ulûm hem de diğer bilumum Diyobendiye medreseleri ve hareketleri Türkiye’nin kendi varlığı için kavga verdiği 1919-1922 yılları arasında Kurtuluş Savaşı’nı yürüten kadrolara maddî planda önemli meblağlar bağışlamış, yardım eli uzatmıştır. Dahası, gazeteci-yazar Turan Kışlakçı “Pakistan, Medreseler ve Terörizm” başlıklı bir makalesinde söz konusu yardımların Halide Edip Adıvar aracılığıyla gönderildiğini, bugün dahi Diyobendiye ulemasının Adıvar’ı hayırla yâd ettiğini ve andığını yazmıştır.
Hilâfet Hareketi Türkiye’de hilâfetin 3 Mart 1924 tarihinde ilga edilmesiyle birlikte kademeli olarak sönümlendi ve tarihin tozlu sayfalarına karıştı. Ne var ki söz konusu hareketin muhteviyatı günümüze değin etki etmiş ve günümüz Hint Müslümanlarının zihin dünyasını ciddi anlamda şekillendirmiş, yoğurmuştur. Öyle ki, bugün hâlâ faal olan Hint Ulema Cemiyeti’nin kökleri 1920’lerin Hilâfet Hareketi’ne dayanmaktadır. Tam da bu sebepten dolayıdır ki aslında Hint Ulema Cemiyeti 1940’lı yıllarda bağımsızlığı reddetmiş, Pakistan’ın kurulmasına itiraz sesleri yükseltmiştir.
Hindistan Diyobendîleri ile Pakistan Diyobendîleri arasındaki farklar neler?
Hint Müslümanları ve özellikle de Hint Ulema Cemiyeti (Dâru’l-Ulûm’la birlikte) Hindistan tarihindeki önemli anti-emperyalist mücadelelerini çoğunlukla Hindularla beraber vermiştir. Bu anlamda Hint Müslümanları Hindistan’ı “vatan” bellemişlerdir. Hint Müslümanlarının “ümmet” şuuru ve idraki çok güçlüydü – hâlâ da öyledir. Hilâfet kurumu vaktiyle onlar için bir “üst-kimlik” niteliğindeydi. Hilâfet kurumuyla “evrensel bir vatan” gerçekliğine erişirken Hint Müslümanları Hindistan’ı da bir “kök-toprak” şeklinde benimsediler. Başka bir ifadeyle Hint Müslümanları “bağımsız bir Müslüman devlet” projesinin ancak Hilâfet sancağı altında mümkün olduğunu, bu sebepten dolayı Pakistan veya başka benzer bir devlet niyetinin beyhude olacağı görüşündeydiler. Hindistan’a, Hindistan’ın birliğine ve bütünlüğüne tutunmaları işte bu sebepten dolayıdır.
Hint Müslümanlarının bu ruh hâli bugün hâlâ ve her şeye rağmen diridir. Dahası, söz konusu hassasiyetler manzumesi Hint Diyobendiyesiyle Pakistan Diyobendiyesi arasındaki yaklaşım farklarına da temel oluşturmuştur. Pakistan Diyobendîleri ve Diyobendî medreseleri Hindistan’daki muadillerine nispetle çok daha politik vasıflarla donanmıştır. Bunda şüphesiz ki Ziyâ’ul Hak döneminde Pakistan’da dengesiz bir tarzda çoğalan medreselerin ve söz konusu medreselerin finansmanının CIA tarafından sağlanmasının da doğrudan bir izi olmuştur. Afgan mücahitlerin ve Taliban’ın da Pakistan medreselerinde eğitim görmüş olmaları da yadsınamayacak bir gerçektir. Bu anlamda özetlemek gerekirse Hint Diyobendîleri çeşitlilik ve çoğulculuk ilkeleriyle yönetilen bağımsız bir Hindistan’da dinî vecibelerini arzu ettikleri gibi öğrenmeyi/yaşamayı istemekle yetinirken (burada özellikle Hint Ulema Cemiyeti’nin laik-seküler Kongre Partisi’yle hâlâ samimî ilişkilere sahip olduğunun altı çizilmelidir), Pakistan Diyobendîlerinin zihin haritası bir nevî siyasî/politik tutuculukla bezenmişlerdir.
Hint Diyobendîleri asla çatışmadan, çarpışmadan yana taraf olmamışlardır. Ancak 11 Eylül 2001 saldırıları akabinde küresel ölçekte artan İslâm düşmanlığı, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Afganistan işgaliyle Hindistan sınırlarını da aşarak içerilere doğru nüfuz edebilmiştir. Hindistan’da cereyan eden terör eylemleriyle paralel olarak pekişen İslâm düşmanlığına karşı Dâru’l-Ulûm idaresi Şubat 2008 tarihinde kendi uhdesinde düzenlediği “Hindistan Anti-Terörizm Konferansı” kapsamında yayınlanan sonuç bildirgesinde terörizmi ve her türlü şiddeti “en güçlü ifadelerle” kınadığını, dışladığını paylaşmıştır. Öte yandan aynı yılın Mayıs ayında ise aynı Dâru’l-Ulûm bir fetva yayınlayarak terörizmin “İslâm-dışı” bir yöntem ve pratik olduğunu ilân etmiştir.
BJP Dâru’l-Ulûm’a saldırıyor
Fetvalarında Hint Müslümanlarının aynı ülkede birlikte yaşadıkları Hindulara ve diğer gruplara karşı ılımlı davranması gerektiğini belirten Dâru’l-Ulûm, topluluklar arası hoşgörü gereksinimi öylesine önemsemiştir ki, 2004 yılında Müslümanların Hinduların “inek” hassasiyetlerini dikkate almalarını, ineğin kurban veya adak olarak kullanılmamasını tavsiye etmiştir. Bu ve buna benzer pek çok müspet karakteristiğine ve Hint Diyobendîlerinin alenî-derin vatanseverliğine rağmen ırkçılık yarışındaki Modi-BJP ikilisi Dâru’l-Ulûm’un kapısına kilit vurulmasını, ülke genelindeki medreselerin faaliyetlerinin yasaklanmasını ve Müslümanların kitlesel olarak zorla Hindulaştırılmasını yahut öldürülmesini istiyor. Modi’nin başında bulunduğu BJP içindeki tarihsel İslâm düşmanlığı öylesine hiddetli bir şekilde açığa çıkmaktadır ki, birileri Hindistan’da iç barışı kasten dinamitlemek isteyecek olsa, ancak bu kadarını yapabilecektir. Örneğin geçtiğimiz Şubat ayında BJP’nin Vikram Saini adındaki bir yerel lideri Dâru’l-Ulûm’un bir “terör fabrikası” hüviyetinde olduğunu, Hindistan’da terörü desteklediğini ve okulun yöneticilerinin “vatana ihanet” suçu kapsamında hapsedilmeleri yahut idam edilmeleri gerektiğini söyleyecek kadar ileri gitmiş – çıldırmıştır.
Hindistan seçmeninden yeni bir iktidar vizesini geçtiğimiz aylarda elde eden BJP, nihayetinde sandıktan güçlenerek çıktı. Güçlenen her iktidar gibi BJP’nin de yozlaşma potansiyeli gücü nispetinde artmaya meyillidir. İkinci kez tek başına iktidara gelen BJP’nin zaferinden sarhoş olan radikal Hindular seçim gününden bu yana ülke çapında Hint Müslümanlarına karşı olağanüstü bir baskı ve şiddet politikası izliyorlar. Hindu ilahisi söylemeyi reddeden küçük çocukların öldürülmesinden tutun da toplu linç vakalarına ve çeşitli işkencelere değin Hint Müslümanları BJP destekli radikal Hindu çetelerinin radarına girmiştir. BJP, son olarak Keşmir’de Hint Müslümanları üzerinden büyük bir kışkırtma hamlesine başvurmuş durumdadır ve ülkedeki gerilimi zirvelere taşımaya ant içmiş gibidir.
Keşmir Hindistan için Pandora’nın Kutusu mu olacak?
Hindistan 1947 yılından bu yana hâlâ tek parçaysa ve bölünmemişse bunda Hint Müslümanlarının ve dolayısıyla Dâru’l-Ulûm ve Hint Ulema Cemiyeti gibi kurumların büyük rolü vardır. Müslüman kurumların Hindistan’a dair tarihin seyri içinde geliştirdiği gönüllü bağlılık faktörü neticesinde bugün Hindistan hâlâ büyük bir devlet olup, en azından kuzey bölgesindeki topraklarını muhafaza etmektedir. Keşmir’in yanı sıra Uttar Pradeş, Bengal, Assam gibi eyaletlerde Müslüman nüfus kalabalıktır. Keza güneyde bulunan Kerala eyaletinde de benzer bir durum söz konusudur. Bugüne kadar demografik dengelerle oynamak suretiyle nüfus değişimi ve asimilasyon politikalarıyla ilerleyen Hindistan’ın bundan böyle Modi eliyle açıktan-doğrudan şiddet araçlarıyla davranmayı değerlendirmektedir.
Hindistan Başbakanı Narendra Modi fikir hocası Savarkar’ın izinden gidiyor. Hindistan’ın etnik açıdan “saf” olmasını arzulayan Modi, tıpkı İsrail’in Filistin’de uyguladığı tecrit ve zulüm politikasının tıpatıp aynısını Keşmir’de ve bilumum Müslüman nüfuslu bölgelerde tatbik etmeyi istiyor. Savarkar’ın hayâlini kurduğu “Büyük Hindistan”ı (tarihsel Hindistan hinterlandı dikkate alındığında) ete kemiğe büründürmek için yola çıktığı anlaşılan Modi’nin Keşmir’de Pandora’nın Kutusu’nu açmak üzere olduğunu görüyoruz. BJP iktidarının Keşmir’le eşzamanlı ve eşgüdümlü olarak Dâru’l-Ulûm’a ve Hint Ulema Cemiyeti’ne karşı savaş açması da ihtimal dâhilindedir.
Her şeye rağmen Modi’nin Hint Müslümanlarının yumuşak başlı olsalar da uysal koyun olmadıklarını, dahası artık yalnızlığa mahkûm edilmediklerini anlaması gerekmektedir. Bir imtihan olarak sabır sürecinden geçen Hint Müslümanlarının dünya ve bölge barışı açısından kırılmaya zorlanmamasının öneminin doğru kavranması Hindistan’ın varoluşsal menfaatleriyle uyumlu olacaktır. Başka bir deyişle Modi’nin İsrail desteğiyle başlattığı İslâm düşmanlığında olası bir Keşmir savaşı Hindistan açısından yıkıcı sonuçları da beraberinde getirebilecek niteliktedir. Şayet Modi yanlış ve ırkçı politikalarında ısrar eder ve dolayısıyla bunca yıldır Hindistan’a bağlı kalan Hint Müslümanlarını tümden kaybetme noktasına gelirse, o hâlde Hint Müslümanları kendi öz kurumlarını dahi dinlememe noktasına evirilebilir ki bu geniş ölçekli felâketlere davetiye çıkarabilecektir. Bu senaryonun büyük bir yıkım doğuracağı ve masum binlerce insanın hayatına mal olabileceği ortadadır. Ne var ki böylesi bir hatanın akabinde Hindistan büyümek şöyle dursun, mevcut siyasî haritasını dahi kurtaramayabilir – bu da not edilmesi gereken bir başka husustur.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) “İpek Yolu” projesini yeniden canlandırmaya çalıştığı bugünlerde Keşmir bölgesi bir düğümü yansıtmaktadır. Pakistan’ın güç geçtikçe ÇHC ile Rusya gibi küresel güçlerle yakınlaştığı bir bağlamda Hindistan’ın ABD-İsrail ikilisinin tele-kumandasına alınmaya çalışıldığı su götürmez bir hakikat olarak önümüzdedir. ABD İpek Yolu’nu tıkamak, işlevsiz hâle getirmek için elinde ne kadar imkân varsa seferber etmekte, Keşmir meselesini de bu anlamda araçsallaştırmaktan geri durmamaktadır. Geçtiğimiz günlerde resmî bir ziyaret için ABD’ye giden Pakistan Başbakanı İmran Han’ın havaalanında hiçbir ABD’li yetkili tarafından karşılanmamış oluşu ve böylesi bir diplomatik ayıpla Trump yönetiminin Pakistan’a ne mesaj vermek istediği ABD’nin Keşmir’e dair yaklaşımını bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.
Şüphesiz ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türkiye kamuoyu bu zorlu süreç boyunca dost ve kardeş Pakistan devletinin ama en önemlisi de Hint Müslümanlarının yanında bütün ferasetiyle duracaktır. Dahası, Türkiye açısından Keşmir meselesi devleti ve halkıyla Hint Müslümanlarına Kurtuluş Savaşı yıllarına ilişkin biriktirdiğimiz vefa borcunun ödenmesi anlamında talihsiz de olsa bir vesile yaratmıştır. Güçlü bir tarih bilinci ve yüksek bir dayanışma duygusuyla Türkiye’nin yaklaşan zamanda Hint Müslümanlarının maddî-manevî ihtiyaçlarına kulak kabartacağını ve onları yalnızlığa terk etmeyeceğini bütün kalbimde diliyor, umuyorum.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish