Geçtiğimiz hafta içinde, ekmek üreticileri sendikası başkanı Cihan Kolivar'ın bir TV programında sarf ettiği sözler tartışma yarattı. Kolivar'ın sözleri maalesef gözaltına alınmasına ve ardından tutuklanmasına yol açtı.
Konuşmasına bakıldığında, söz konusu ifadelerin herkesin onaylayacağı bir içeriğe sahip olmadığı açık. Dahası bazı kesimler için esef verici ve hatta yaralayıcı sözler.
Peki, herkesçe olumlu karşılanmayan, memnuniyet yaratmayan veya bazılarımızın hoşuna gitmeyen sözler ve düşünceler bir suç unsuru olarak sayılabilir mi?
İfade özgürlüğünün temeli aslında tam olarak burada yatmaktadır. Kimsenin hoşuna gitmese de, şiddet çağrısı ve hakaret içermeyen düşüncelerin ifade edilebilmesi, özgürlüğün temelini oluşturmaktadır.
Bir arada yaşayabilmenin ön koşulu sizin gibi düşünmeyene hoşgörü göstermekten veya tahammül etmekten geçmektedir.
Bu da, hoşunuza gitmese de, bireylerin özgürlük alanına müdahale etmeme anlamına gelmektedir.
Çalıyı dolanmadan açık söyleyeyim. İfade özgürlüğü konusu sıradan bir tartışmayı içermiyor; bizatihi ve doğrudan medeniyet çıtasını işaret ediyor.
İfade özgürlüğü diğer tüm hürriyet alanlarının çerçevesini çizebilecek nitelikte bir temeli teşkil ettiği için medeniyet çıtasının başlıca göstergesi olarak addedilebilir.
Bunlardan farklı olarak, konunun farklı bir veçhesini işaret etmek isterim.
Eğer mezkûr kişi, ekmek tüketmek ile zeka seviyesi arasında kurduğu korelasyon sonunda bugünkü iktidara yönelik değil de, örneğin tek parti dönemine ilişkin olumsuz bir çıkarımda bulunsaydı, aynı gadre uğrar mıydı?
Konu özelinde yapılan tartışmalara bakınca, öyle görünüyor ki, özgürlük odaklı düşünmek ve bu bağlamda demokratik değerlerin içselleştirilmesi neredeyse hiçbir kesim için öncelik olabilmiş değil.
İlkesel bir özgürlük savunusu yerine, "kimin işine geldiğine" göre pozisyon alınan, kaba bir pragmatizm olağan bir hal almış durumda maalesef.
Bu durum, hemen her konuda kolayca çifte standart yaklaşımına evirilebiliyor. Bunun en yakın örneği olarak, MHP lideri Bahçeli'nin geçen hafta AKP-HDP görüşmesi üzerine söyledikleri gösterilebilir.
Henüz sekiz ay önce yalnızca HDP ile görüşmesi nedeniyle CHP'yi terör ile ilişkili bir parti olarak tasvir eden sözler ifade edilirken, geçen hafta AKP ile görüşmesinin ardından HDP, Meclis'te grubu olan "meşru" bir parti olarak değerlendirilebiliyor.
Görüşülenin kimliğinde bir değişiklik olmadığına göre, görüşenin kimliği belirleyici hale geliyor.
İşte buna tam olarak çifte standart diyoruz. Tanımların, kavramların, olguların kişiye göre ve işine geldiği gibi değiştirilebilmesi, eğip bükülebilmesi…
Esasen ülkenin demokrasi ve özgürlükler konusunda içinde bulunduğu ahvali göstermesi ve durumun vahametini açıkça ortaya koyması bakımından bu iki örnek oldukça değerli.
Ancak daha da vahim bir mesele var. Yapılan yorumlara bakılınca görülüyor ki, bu iki olay "vaka-i adiye"den kabul ediliyor.
"Siyasetin doğası gereği" normal karşılanabilir ve hayatın doğal akışına uygun olarak görülüyor.
Maalesef bu kanı kamuoyunda oldukça yaygın. Siyasetçinin günün değişen koşullarına göre kısa süre içinde tam tersi yönde söylem değiştirmesi, birçok örnekte görüldüğü üzere -büyük ölçüde- anormal karşılanmıyor.
Yahut iktidarı eleştiren görüşler ifade edildiğinde, kovuşturmaya tabi tutulmak veya hapsedilmek olağan bir gelişme olarak değerlendiriliyor.
İşte esas üzerinde derince düşünülmesi gereken bu alışmışlıktır.
Siyaset yalnızca iktidarı ele geçirme/iktidarını koruyabilme gibi iptidai bir anlayışa indirgendiğinde, günlük hayatta normatif açıdan olağandışı ve anormal karşılanabilecek her şey, "siyasetin doğası gereği" normal hale gelebiliyor.
Halbuki bugünün dünyasında siyasetin doğası demokratik değerlerle mündemiç olduğu ölçüde muteber kabul edilmektedir.
Bu itibarla, siyasetin doğasına ilişkin ön kabullerin faydacı bir bakışla kolaycılığa düşülmeksizin sorgulanması gerekliliği ortadadır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish