İran ve Mavi Turan'a çıkış

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Pinterest

İnsanlar cinsiyet değiştirirken ülkeler de bazen milliyet değiştirir. Hâkim yönetim değişir, resmi dil veya saray dili değişir, zihniyet ve eğitim şekli değişir ve başa geçen kimselerin milli anlayışları ile ülkeler de milli cinsiyetlerini değiştirirler.

Transseksüellik gibi değildir bu. Transnasyonal bir değişimdir. Kimi zaman küçük ölçekte şehirlerde bile bu değişim görülür.

Belçika'nın başkenti olan Brüksel daha 60 sene önce bariz bir Flaman şehri iken AB kurumlarının burada yerleşmesi ve Avrupa'nın gayrı resmi başkenti haline gelmesiyle en yakınındaki gücün dil etkisine göre şekillenip günümüzde bir Fransız şehri halini almıştır.

Şehirlerdeki dönüşüm ve ülkelerin dönüşümü yönetici sınıfın ya da halkın kontrolü kaybetmesi ile coğrafyaların kültürel görünümünü de değiştirir.

Filistin'in İsrail'e dönüşmesi, çoğu yeri İslami Krallıklarla yönetilen Hindistan'ın günümüzde putperest bir ülkeye dönüşmesi de benzer bir hadisedir.

Delhi'nin camilerinin yıkımı günümüzde bile devam etmektedir. Filipinler'in bir İslam beldesi iken Hristiyan ülkelerin işgalleri ile son derece yobaz bir Katolik ülkeye dönüşmesi de benzer bir hadisedir. 

Transnasyonalizm hız kesmeden birçok yerde devam etmekte olan bir hadisedir ve İran, bu noktada Türklüğün Farslığa dönüştürülmeye çalışıldığı ve bunda belli ölçüde başarılı olunmuş bir ülkedir.

Türk Dünyasının bir parçası olan İran, şu anda kesin bir şekilde Şii İslam ve Farslığın kalesi durumundadır.

İşte belki de bu sebepten İran, Türk dünyasının tek trans ülkesidir

Bir zamanlar Türk ülkesiyken zamanla milli cinsiyetini değiştirip Fars ülkesi haline dönüşmüş onda da ileri gidip Fars-Şii diktatörlüğü halini almış garip bir din devleti. Aslında ülkenin dönüşüm süreci uzun. 

Sasani devleti ilk olarak Araplara yeniliyor ve ülke İslamlaşıyor. Sonrasında birkaç yüz yıl doğrudan İslam Devletine bağlandıktan sonra Fars ruhunu taşıyan ilk ülke nüveleri olan Samaniler kuruluyor.

Sasanilerin ardından kurulan bu devlet bir dizi idarenin ardından Türklerin yönetimine giriyor.

Türklerin yönetimi derken bu yönetimde sınıfsal ve ırksal ayrımlar yok ancak yönetici tabaka ağırlıklı olarak Türk Devlerleri olan Gazneliler, Harezmşahlar ve Selçuklular gibi devletler kuruluyor.

Ancak İran Türkleşirken Türkler de İranlılaşıyor. Bu aslında garip bir meseledir ve tarihte örnekleri vardır. Hâkim olduğun topluluğu kasıtlı ya da kasıtsız kendine benzetirken onlara da benzersin.

Bu süre içerisinde Türk Devletleri, diplomasi dili olarak Farsçayı benimsiyorlar. Şehirlerdeki Fars kültürüne öykünme o kadar bariz bir şekilde açığa çıkıyor ki Farsça divanlar, şiirler ve eserler yazmak birer kültür göstergesi oluyor.

Bu aslında bir realitedir. Zira her fatih, fethettiği yerin yerleşik olan toplumlarına öykünür, onların kültürünü yabancılamaz, yadırgamaz ve benimser, kendileştirir.

Bu esnada o kültürü de değiştirir. Zira Türklerin bölgeye yerleşmesiyle birlikte Pehlevicenin gerilemesi ve Modern Farsçanın çok yoğun Türkçe kelimeler alarak Orta Farsçanın yerine geçmesi bu dönemlerde gerçekleşir.

Türklerle birlikte yaşamak aslında Farslar için bir problem değildir zira önce Arap istilası ile tanışmış ardından kısa dönem süren kendi egemenlikleri ardından Türk egemenliğine girmişlerdir.

Kendi dönemlerinde de Buhara gibi önemli Türk yoğunluklu şehirlere egemen olduklarından dolayı Türklerle bir yaşam tecrübeleri söz konusudur.

Bu da onların Türkleri yadırgamamalarına sebeptir. Türklerle Farslar arasındaki bölgesel bazlı beraber yaşam, birçok yerde iki dillilik kavramının oturmasına sebep olmuştur.

Bilingualizm yani iki dillilik, beraber yaşayan uluslarda sıklıkla görülür. Belçika'daki Flaman ve Valonlar, Kanada'daki İngiliz ve Fransızlar ve Ukrayna'daki Ukraynalıların durumu gibi.

Aslında buna en çok benzeyen kavram da sonuncusudur. Zira Ukrayna'nın uzunca bir dönem Rus hâkimiyetinde yaşaması ve sonrasında sular seller gibi Rusça konuşur olması hatta kimi Ukraynalıların kendi dilleri yerine Rusçayı konuşması İran'daki Azerbaycan Türklerinin durumuna benzemektedir.

Tıpkı Azerbaycan Türklerinin bir zamanlar İran'ın efendileri olduğu gibi, Ukraynalılar da bir zamanlar Slav dünyasının, Rusların başat ülkesiydi.

Ancak o ülke Rus egemenliğine girdiği andan itibaren Ukrayna dili geriledi, geriledi ve geriledi. Rusya, Ortodoksluk da dâhil Ukraynalıları eritmek için ne gerekiyorsa yaptı. Ancak tarihin cilvesi olan coğrafya faktörünün etkisini unuttu.

Ukrayna Batı'da idi, Rusya ise göreceli olarak daha doğuda. Batıda yer alan Ukrayna, batı ile bütünleşmek, Batılılar gibi olmak istedikçe Rusya'nın kardeşlik söylemi tedrici olarak değişti ve düşmanlık söylemi yer buldu.

Ancak yönetime dair düşmanlık. Ukrayna halkına dair dostça mesajlar vermeye inandırıcı olmasa da devam ediyor Rusya. 

Şüpheniz olmasın, İran'daki Fars yönetim de benzer bir yolu takip edebilir.

Güney Azerbaycan olarak da bilinen İran'ın Azerbaycan bölgesindeki rahatsızlık her ne kadar "ayaklanma" olarak servis edilse de aslında hala ortada bir ayaklanma yok.

İnsanlar işinde, gücünde. Kürtlerin İran'da ayaklanmaları için 3 sebepleri varken Azerbaycan Türklerinin bir sebebi vardır.

Kürtlerin birinci sebebi Fars olmamalarıdır. İkinci sebepleri, Şii olmamaları ki bu onları sıradan bir İranlı Şii ile kardeşlik paydasında farklı yere koyuyor. Üçüncü sebepleri ise yönetimden duydukları rahatsızlık ve dışlanma.

Türklerin ise İran'da tek sebebi var: Fars olmamaları. Ama diğer sebepleri pek belirgin değil.

Şii inançları onları camide, Kerbela gününde veya herhangi bir Şii gününde Farslarla yan yana getiriyor.

Yönetimden duydukları rahatsızlık var ama dışlanma yok çünkü İran meclisinin belki yarısı Türk kökenli.

İran'da yapılan bir ankete göre anadan ve babadan Türk kökenliler nüfusun yüzde 25'i.

Anne veya babasından sadece biri Türk olanlar, nüfusun yüzde 30'u.

Anne veya babasından birinin ebeveyni Türk olanlar yani herhangi bir Türk nine ya da dedeye sahip olanlarsa nüfusun yüzde 40'ı.

İran'ın yaşanabilir Batı bölgelerinde dünyaya gelip de soyunda Türklük olmayan az insan bulunuyor.

Pek tabii ki Farslar da güçlü bir kültür. Bu gücü küçümseseniz de ortada Persepolis gerçeği var. Ortada binlerce yıllık metinleri var. Bu yerleşik kültür bir şekilde gelenleri mutlaka etkilemiştir ama gelenler de onları.

Yozgat ve Kırşehir'den giderek Gence'ye oradan da İran'ın farklı yerlerine yerleşen ve zamanla yönetici bir sınıf haline gelen Kaçar hanedanı yönetimindeydi İran.

Aslında Türklüğe katkısı yoktu çünkü Kaçar Hanedanı yönetimindeki İran, diğer birçok milliyetsiz imparatorluk gibi bir İmparatorluktu. Adı İran değildi diyenler ne derse desin paralarında İran yazısı vardı.
 

 

"İran adı uydurmadır ve Pehleviler bunu Nazi ezberi Aryan kelimesinden hareketle İran olarak duyurmuştur" diyenlere bakmayın. 1900 yıllarındaki Türk idaresindeki banknotlarda İran kelimesi yazılıdır.

Devletin, coğrafyanın adı zaten İran. Anadolu ne kadar Anadolu ise İran da o kadar İran'dır ve bir bölge adıdır. İşte o bölge Türk ülkesiydi.

Kuzeyde Geylan bölgesindeki ormanlık sahada başlayan ve adı da Orman Hareketi olan bir isyana "Kordistan" bölgesindeki Kürtler de eklemlenerek Şahın neredeyse başkent dışında hiçbir yerde kontrol sağlayamaması durumu ortaya çıkar.

Tanıdık geldi mi? Gelsin.

Sonuçta 1921'te İran'ın Kaçar Hanedanı'nın son Türk Hükümdarı olan ve çok genç yaşta tecrübesiz şekilde tahta çıkan Kaçar Ahmet Şah, gerçekten kaçar.

Rus-İngiliz destekli bir darbe ile görevden alınıp yerine Rıza Şah Pehlevi geçince işler değişir. Artık Türklüğün okyanusa çıkan doğu kanadı kırılmıştır.

Okyanus'ta bir tehdit istemeyen İngiltere, Hindistan yoluna ne Almanların ne de gelecekte bir Türk federasyonu kurması olası görünen Türklerin çıkamayacağı bir hanedanı tesis eder. İşte bu hanedan, Pehlevi Hanedanı'dır.

İşte tam burada güç elinde iken yetki verdiklerinizin, gücün elinizden çıktığı anda neler yapabileceğini düşünmek gerekiyor.

Bunu güçlüyken bilmelisiniz. Çünkü güçsüzken bilmek değil, hayatta kalmak dürtüsü ağır basar rejimlerin.

Bu hatayı şimdilerde de yapanlar vardır. Hatalar da dersler de bizler için.

1921'de Ruslar ve İngilizlerin desteği ile devrilen Türk hanedanının yerine geçirilen Rıza Şah, aslında Türk şahların yönetimi esnasında bir komutandı. 
 

şah.jpg
Fotoğraf: Wikipedia

 

Hatta gariptir ki İran'da Rusların eğittiği ve yönettiği ve subayları Rus olan bir İran Kosak ordusundaydı.

Bu ordu, Rus Kosak birlikleri model alınarak oluşturulmuştu ve Rıza Şah da onun komutanı yapılır.

Birçok fotoğrafta Rıza Şah, İran'ın son Türk Şahı olan Ahmed Şah'ın arkasında adeta bir koruma olarak görünmektedir. 
 

2.JPG
Fotoğraf: Wikipedia

 

Tıpkı Sisi'nin Mursi'nin en güvendiği adamı olmasına benzer bir durumdur bu. İkinci adamlara gücü verip birincilik şansı vermek, Batının alışıldık bir politikası.

İkincinin ihtirası, ikincinin yükselme tutkusu, yükselmek için her şeyi yapıp herkesle masaya oturabilir olma durumu kullanmaya en müsait şeydir. Bir partinin ikinci adamı, bir ideolojinin ikinci adamı, bir dini tarikatın ikinci adamı eğer kurucu ölmeden bir başka fraksiyon kuruyorsa biliniz ki masaya oturmuştur.

Şükür ki böyle kavramlar, bizden çok uzaktadır. Biz olguları yazıyoruz. Kişileri değil. İşte bu sebepten diktatörler çoğu kez ikinci adamlar olduklarından diğer ikincilere düşmandırlar.

Birinin adı, yetkisi, konumu, saygınlığı biraz yükseldiğinde kendi otoritesine tehdit addeder ve başını yerler. Diktatör ülkelerde ikinci isim yoktur, üçüncü isim vardır. Çünkü ikinci kişi çoğunlukla diktatörlerin eşidir.

Üçüncü kişi ise duruma göre aileden veya aile ile organik bağı sağlanmış birisidir. Arnavutluk'ta Enver Hoca'nın kendisinden sonra gelen Mehmet Şeyhu'nun başını yemesi ve ölümüne dek ülkeyi kendisi ve eşi Necmiye'nin yönetmesi de benzer bir durumdur.

İkinci adamlar genelde kinci adamlardır ve onları dikkate almazsanız ikincinin kini sizi sürgüne gönderir. 

Türkler, kendi yönetimi altında farklı milletlerin kumandan, iş adamı, zengin, bürokrat ve kendisi için savaşan askerler olmasını sever ve bundan gurur duyarlar.

Çoğu kez de bu durumun kendilerinin başına açacağı belayı önemsemezler. Bu durum onlar güçlüyken bir problem değilse de güçten düştüklerinde ve devletleri istikrarsızlaştığında belirginleşir.

Osmanlı'da belli bir kurumsal kültür varsa da bizi kurtaran bu olmamıştır. Osmanlı'daki birinci, ikinci, üçüncü ve beşincileri çöpe süpüren büyük bir halk hareketi ve onu organize eden Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın inisiyatifi olmasaydı bu noktaya gelemezdik.

İran'da ise bu asla olmadı, olamadı. Ülkedeki Türk hissiyatı hiçbir zaman ön planda değildi ve Türklük diye bir şey adlandırılmadan, Türklük yüceltilmeden devam eden bir hanedanın halkı da Türklük bilinci ile Türk Şahı sahiplenip onun için savaşmadı.

Şah, Ekmediği şeyi doğal olarak biçemedi deyimi yerinde ise.

Gariptir ki Şah Ahmet devrildiğinde ki aslında gücü kaybedip Avrupa'ya kaçıyor ve yokluğundaki İran Meclisi yerine yeni Şah Rıza'yı geçiriyordu.

Sözde sağlık sebepleriyle gitmişti ama o gidiş birkaç sene sonra sürgüne döndü. İşte tam o dönemlerde de Türkiye Cumhuriyetinin başına Şeyh Sait ve Seyit Rıza ayaklanmaları bela edilmiştir.

Bu dönemdeki kargaşa ve karmaşalar esnasında Türkiye Cumhuriyeti'nin de İran'a müdahil olması hem söz konusu değildi hem de imkanlar dahilinde değildi.

Sonuçta İran sessiz sakin bir şekilde yeni Şah'ın kontrolüne girer. Bu şah, Fars olduğunun altını çizercesine yeni hanedanı İslam öncesi İran'ın dili olan Pehlevi diline atıfla Pehlevi hanedanı olarak adlandırmıştı.

Fars milliyetçiliği o dönemde başladı ve yayıldı. 54 senelik iktidarı esnasında yetiştirdiği kişiler İran İslam Devrimini tesis etseler de milliyetçilik hep küllenmiş bir şekilde altta işledi.

Şiilik, Fars milliyetçiliğinin yerini alarak daha meşru bir sığınağı oldu. Türkçe ve Türklükle alakalı yükselecek her ses, Farslık ile değil, Şiilik ile terbiye edildi.

Sonuçta tıpkı Ukrayna'nın Ortası ve Doğusundaki Ukraynaca konuşmayan ama Rusça konuşan Ukraynalılar gibi Tahran'da da Farsça konuşan bir Türk sınıf ortaya çıktı.

Bu Türkler için ayaklanmak söz konusu değildir. Çünkü İran'daki Türklük, son birkaç on senede o da Farslık ve İslami yönetime duyulan öfkeyle zemin bulmuş olan bir güçlü alt kimliktir. Alt kimlik diyorum zira İran'da üst kimlik İranlılıktır.

Güney Azerbaycan Türklerinin mücadelesi ile alakalı bir sesli sohbet odasına katılmıştım. Bir süre sonra o onu, beriki diğerini eleştirdi, eleştirmek ne kelime suçladı.

Ben onun olduğu yerde olmam, şu şahıs şunu demiştir, bunu demiştir gibi birbirlerine saldırmaya başladılar.

O an orada bir Fars milliyetçisi ya da Şii İran devletinin ajanı izlerken eminim çekirdek çitleyerek zevkle izlemiştir tabloyu. Esaret altındaki kölelerin birbirleriyle kavgasından en çok efendiler sevinir. Daha yükseltilmiş bir bayrak yok neyin kavgası? Mantıksız…

İran'daki durum da o kadar parlak bir Türk ayaklanması vadetmiyor ayrıca. İran'a gidenler görecektir. Tebriz'de Türkçe hayatın her aşamasında varken, Tahran'da belirli mahallelerde vardır ve gençler Türkçeyi pek konuşmazlar.

"Menim özüm Türk lakin men İran ehliyem!" diyen kimseler Türk kökene ama İran kimliğine vurgu yapar. İran'da Tebriz'deki 20-40 yaş arası Türklerin Türklüğü kucaklamalarında çok sayıda sebep sıralayabiliriz ki bunda en önemlilerinden biri, Müstakil Azerbaycan Devleti'nin varlığıdır.

Azerbaycan'daki göreceli olarak modern hayat, dünya ile bütünleşmiş bir toplum, Türklüğün bilincindeki devlet kurumları, Türkçe yayınlar, gazeteler ve İran'da 1921'de duran nabzın devamı niteliğindeki Doğu Türklüğünün son bağımsız kalesi Azerbaycan, İran Türklerine ilham olmaktadır.

Türkiye'nin varlığı ve gücü de tabi önemlidir ancak Şii ve Türk olması sebebiyle Azerbaycan'a biraz daha yakın hissediyorlar.

Yine de mezhep 20-40 yaş arası Tebrizliler için önemli değildir. 40 yaşın üzerindekiler ve özellikle 50 yaş üstü olanlar için ise aynı şeyi düşünmüyorum.

Büyük çoğunluğu devlette ve kurumlarda çalışan ve konumlarını İran devrimine ve tabii ki Şii kardeşliğine borçlu olan bir nesil kolay kolay fikriyat değişimine açık değildir.

İran Türklüğü sadece Batı illerindeki Azerbaycanlılardan ibaret değil elbette. Yezd-Kirman ve Şiraz üçgeninde özellikle Şiraz civarında yaşayan bir milyondan fazla Kaşkay Türkü de ayrı bir dosya olarak incelenmelidir.

Türkmenistan sınırında yaşayan Horasan Türkmenleri ise İran'ın önemli bir diğer Türk grubudur ve unutulmaması gerekir ki İran'da Türklerin ayaklanması, İran'ın Türklerin egemenliğine gireceğinin garantisi değildir.

1921'de İran'ın Türk Şahı iktidardan devrilirken de ayaklananlar Geylan bölgesinden Türklerdi. Ama sonuç kötü oldu.

Tohumu sizden olmayan her yeşil filizi nane sanmayın. Baldıran da topraktan filiz diye çıkıyor.

Olayları daha filiz safhasında iken anlamak zordur ama en kolayı bir ayaklanmanın filizinin çıktığı kök bölgeye bakmaktır.

İran'daki ayaklanma Kürtlerin yoğun olduğu bölgede çıktı ve açıkça görmekteyiz ki İran'ı parçalamak istiyorlar. 

Hindistan parçalanacağı zaman Hindistan'daki Müslümanlar çok sevinmişlerdi. Artık bir ülkeleri olacak ve müstakil devlet olacaklardı.

Rahatça kurbanlarını kesecek, PAK ülkelerinde tertemiz sokaklarda yaşayacaklardı. Bu ülkenin de adı PAKİSTAN olacaktı.

Oysa geçmişte de müstakildiler ama araya İngiliz idaresi girmiş ve Müslümanları Hindularla eşitlemiş hepsini koloniye çevirmişti.

Gandi'nin çabaları ile kurulan yeni devletin kurumlarında olmak ve gelecekteki büyük Hindistan'ın yekpare ve güçlü bir parçası olmak yerine Hint Müslümanları bence ve zannımca çok büyük bir kazık olan Pakistan fikrine yöneltilmiştir.

Bu heyecan onların günümüze dek devam eden ve hep Hindistan karşısında zayıf kalmalarına sebep olacak bir coğrafi hatanın da başlangıcıdır.

Bağımsızlık esnasında ülkenin doğu kanadını oluşturan kısım Hint destekli bir oldubitti ile bir süre sonra ayrılıp Bangladeş ülkesi meydana getirilir ve bu ülke günümüzde de Hindistan'ın uydusu durumundadır.

Keşmir'deki durum ayrı bir sorundur. Pakistan'ın eline ise sadece verimsiz kuzey dağlık bölgeleri, koskoca bir çöl ve verimli tek bölgeleri olan Batı Pencab ve Lahor kalmıştır.

Koskoca Hint alt kıyasındaki tarihi ne kadar varlıkları, sarayları, nüfusu varsa nüfus mübadelesi ile bir kısmı Pakistan'a göç etmiş, büyük kısmı Hindistan içerisinde kalmıştır.

Şimdi onca kadim Müslüman şehrinden, Pakistan'ın eline doğru dürüst kıyıdaki Karaçi ile Hindistan sınırındaki Lahor gibi metropoller kalmıştır.

Delhi, Haydarabad, Allahabad ve onca şehir artık Hindistan'ın malı, mülküdür. Bu kazık, Pakistan'a atılmış en büyük kazıktır.

Sudan başka doğal kaynağı neredeyse olmayan, o suyun da önemli kısmını Keşmir'de Hindistan'a kaptırmış olan Pakistan gibi şimdi bir batı destekli parçalanma ile kurulacak İran Azerbaycanı mı istiyoruz? Kendimize bunu sormalıyız. 

Hint Okyanusuna kıyısı olan İran'da Türklerin idaresi için her şey kaybedilmiş değildir.

Kaçar Hanedanı'nın son fertleri ile temas sağlanıp bir şekilde sürgündeki Kaçar Hanedanı Türkiye Cumhuriyeti'nin koruması altına alınmalıdır. 

Bu hanedanın şu anda son temsilcisi Babek Mirza Kaçar Han'dır.
 

3.JPG
Fotoğraf: AA

 

Gerçeklerle yaşamamız ve herkes için geçerli olacak gerçek çözümler sunmamız gerekiyor.

İran'ın toprak bütünlüğü, Türkiye'nin doğu sınırının garantisidir ve İran'dan bir başka ülke çıkması yerine bu ülkedeki en kalabalık toplum olan Türkler, bir şekilde Farsları da kucaklayacak (Fars karşıtı söylem pekiyi değil) bir şekilde ama İslami Devlet dışında bir formülle iktidara gelmelidir.

Eğer İran'a gideniniz varsa görmüşsünüzdür. Herkes işinde gücünde. Evet, yönetimden memnun değiller.

Evet, ekonomiden, siyasetten de memnun değiller ancak memnuniyetsizliğin en uç noktasında Kürtler ve Beluciler gibi toplumlar var.

Türkler sisteme fazlasıyla entegre durumdalar. Bu toplumdan bir Bağımsız Güney Azerbaycan çıkması yerine İran'ın 1921 darbesine dek başında bulunan Kaçar Hanedanı'nın son ferdi Babek Mirza Han'ın desteklenmesi gerekmektedir.

Bu şekilde gayrı yasal bir şekilde İran tahtına oturtturulan ve ABD tarafından da desteklenen Pehlevilere karşı bir Türkiye projesi belirir ve okyanus ötesinden Ortadoğu dizaynı ile meşgul olanlara karşı bu toprakların insanlarının projesi İran zemininde yer bulmalıdır.

Türklerin Okyanusa ulaşacağı tek Türk ülkesi İran'dır. Ama İran tekrardan Türklerin ve Farsların ülkesi yapılır ve Türk karşıtlığı bariz politikaları ebediyen tarihin sayfalarına hapsedilirse.

Nispeten kolay seçenek Azerbaycan'ın Güney kısmının özgürleştirilmesidir. Kolay olan emsal bir seçenekle Pakistan kuruldu ve ölü doğdu. İlerleme imkânı yoktur, gelişme imkanı yoktur o devletin.

Cehaletini yetiştirecek kurumları ülke çapına yayacak kaynakları, gücü de yoktur. Hindistan'a karşı güçlü kalmak için beslemesi gereken ordusu ve nükleer gücü heba etmektedir ülkenin tüm kısıtlı kaynaklarını.

Bu sebepten büyük düşmanına karşı düşmanının düşmanını seçip şimdiden Çin'in uydusu olmaya aday oldu.

Zor olan seçilseydi durum farklı olabilirdi. Evet iyi kötü bir nükleer gücü vardır İslam dünyasının. Ve iyi kötü bir nükleer dostumuz vardır.

Ancak o dost, Hint Alt kıtasının tamamını da kontrol edebiliyor olabilirdi. Bunu hiç bilemeyeceğiz çünkü denenmedi.

Azerbaycan kurulursa, İran'da müstakil bir Kürt devleti de kurulur.

Ama tüm İran, Azerbaycan olursa bu, Türklerin sınırını 3 bin kilometre doğuya taşır.

Yapabilir miyiz?

Belki yapamayabiliriz ama denemeden bilemeyiz zira yapmalıyız.

  • Dünya savaşının bitimine yakın Bakü'ye girerek Azerbaycan'ı özgürleştiren Türk ordusu, Rusların İran projesinin kara bağlantısını kesmişti ancak proje Hindistan yönünden İngilizlerce desteklendi.

Biz hep sahnede olacağız. Kendisine ait olanı geri almasının meşru olduğuna inanan insanlar oldukça sahne kapanmayacak. Türk, coğrafyasının batısından doğusuna at sürdükçe ümit var.

Türkün okunun düştüğü yerde sözü geçmeye devam edecek. Allah'ın arzı ve haklıların hakkı adına bir milliyetçilik için bunu düşünmek zorundayız. 

Türk dünyasını Türk ülkesine bağlamak için Sokullu'nun projesinden itibaren bir rüyamız hep vardı. Bu uğurda en son canını veren ise Cennet mekân Şehit Enver Paşa oldu.

Düşen her kahraman düşmüş bir bayrak olarak bize vazife verir kutlu hayale bizi daha da bir bağlarken hataları ve coğrafi tuzakları da öğretir. Öğretmelidir zira bu kadar şeyi bu yüzden yazdım.


Sevgili dostlar,

Toplu bir ayaklanma ile Azerbaycan'ın Güneyini kurtarmak zor değil. İran'daki 30 milyona yakın Türk bunu yapmaya muktedirdir ancak onlardan daha kolay ama daha idealist bir hareket beklemeliyiz.

Bu da tüm İran'ı yeniden geri almalarıdır. Böylelikle bizler Türk Dünyasını Pakistan sınırına uzatmış, birkaç gemi dolusu kadersiz askerle Yemen'den kovulduğumuz Okyanuslara yeniden kavuşup Türkistan'ı Mavi Turan'a (Hint Okyanusuna) bağlamış oluruz.

Mavi Turan'a ulaşınca Mavi Vatan sadece bir detay olacaktır.

Okyanuslara ulaşmadığımız sürece, dünyada yerimiz karaların ortasına sıkışmış Anadolu yarımadasından öteye gitmeyecektir.

Bu yarımada öldürmez, yüceltmez sadece ekmek yedirir. Türklerin yükselmesi adına Okyanuslara ulaşmak bir zorunluluktur.

Yaşam alanı teorisine göre bu ülkü Türk milletinin önünde bir zorunluluktur.
Zor olanı istemekten başka çaremiz yoktur.

İran'ın toprak bütünlüğü desteklenmeli ama havadan, karadan, kültürel, siyasi, medya kanallı her şekilde İran Türklüğünü beslemeliyiz.

İran'dan getirilen öğrencilerin sayısı binse elli bin yapılmalı ve onlar Husileri Yemen'de, Hizbullah'ı Lübnan'da palazlandırdığı gibi bizler de İran içerisindeki unsurlarımızın durumunu olumlu yönde değiştirmeliyiz. 

Bir garip Namık Kemal, Midilli Adası'ndaki Türklerin hamal, ırgat, çoban olduğunu görünce onlara yönelik programları ve projeleri ile kısacık idaresi esnasında ada Türklerinin kendi işyerlerine sahip müreffeh bir toplum olmalarını sağlamıştı. 

Tek kişinin gayretini milyonlarca insanın refahı ve geleceği için kurulmuş ve başında liyakatli kimselerin olduğu kurumlarla yaparsanız, çok daha iyi sonuç alırsınız.

Liyakat kısmında nasipsiz ve soysuz kimselerin hırsları ve yalakalığı sebebiyle feci derecede sınıfta kalıyoruz ama onu da başarmak üzerimize bir vazifedir.

Vazifeleri ile yaşayan insanlar idealist insanlardır. 

İdealist olmanın bedeli ise linç, düşman kazanmak ve mücadele dolu bir hayattır.

Bu sebepten çok az kişi bu yola girer. Ekmeğinin peşinde olup küpünü doldurmaksa en kolayıdır.

Ama bizler ideallerimizi ekmeğimizden daha çok severiz. Onun uğrunda ekmeksiz kalma riski olsa bile bu ülkü uğrunda her şeye değer.

Heyecanınızı daim, kininizi sadece düşmanınıza karşı kaim ama zekânızı da keskin tutun.

Saygılarımla.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU