Ukrayna Rusya'ya karşı savaşının 5'inci ayını doldurdu. Bu savaşta ben ve yurtdışında pek az insandan başka fazla kimsenin beklemediği bir başarıyla savaşı sürdürmeyi başardı.
Birçok kez söylediğim bir şey vardı. Savaş yaz sonuna dek devam ederse, yani Ukrayna 5 ay sürdürürse 5 sene de sürecek bir savaştır bu demiştim.
Gerçekten de böyle olmaya başladı. Bunun Ukrayna açısından kazanımları ve kayıpları olduğu gibi Rusya açısından da çeşitli getiri ve götürüleri var.
Birincisi Rusya, Ukrayna'nın doğusunda sahip olmak istediği tarihi topraklar olan "Novo Rossiya" bölgesini neredeyse tamamen aldı denebilir.
Buraların tekrardan Ukrayna'ya iadesi artık çok zor. Bu işgal hattında kalan birçok şehrin kaderi bundan böyle Rusya'nın gücünü tüketmesine bağlıdır.
Ayrıca her iki ülke de askerine bir savaş tecrübesi kazandırdı. Her iki ülke de Slavlığı bir kenara atıp birbirinden ayrı ve aralarına adeta kan davası girmiş iki ayrı ülkeye dönüştü.
Dil ve din önemini yitirdi ve var oluş mücadelesi ile etnik farklılıklar hatta kültür farklılığı ön plana çıktı. Birinin diğerini yok sayması, yok sayılanı daha da var etti ve belirginleştirdi.
Ayrıca Avrupa'ya ve ABD'ye ve tabii ki NATO'ya güveni de sarstı.
Gelelim meselenin bir diğer boyutuna. Yani savaşların öznesi olan nüfusun önemine.
Ukrayna'da hali hazırda 126 bin kilometrekarelik bir alan, Rus işgali altındadır.
Bu alan, tüm Ukrayna topraklarının tam olarak beşte biri kadar ve bu sahada da kayda değer bir nüfus yaşıyordu.
Ukrayna ayrıca Türkiye ile kıyaslandığında ülkemize göre nüfusun daha dengeli dağıldığı bir ülkedir. Yani kabaca bir hesapla Ukrayna nüfusunun yüzde 20'sinin yaşadığı toprakların artık Rusya'ya geçtiğinden bahsedebiliriz.
Savaşların az bilinen bir yönüne de bu yazıda eğilmek gerekiyor.
Savaşların bir kısmı aslında demografik cephede cereyan eder. Fransa mesela I. Cihan Harbi'nde uğradığı kayıpları "gelecekte bir diğer savaş olacağı" beklentisi ile yerine koymak maksadı ile birçok doğum teşvik politikası benimsemişti.
Balkan Yarımadasından Batı Avrupa ülkelerine doğru gerçekleşen göçler ve bu göçlerin ana aktörü olan genç nüfusun kaybı da Balkanlardaki bir savaş ihtimalini her geçen gün zorlaştıran etkenlerden biri.
Savaşı çıkartsanız da kim savaşacak? Bunu da sormaya başladı artık insanlar.
1980'lerin sonunda nüfusu 9 milyonu bulan Bulgaristan'da bugün 6 milyon küsur insan yaşamakta.
Yunanistan nüfusunu ise Arnavutluk'tan gelen göçmen ve işçiler ile Pakistanlı işçiler, Mısırlı Kıptiler, Gürcistan ve eski Sovyet ülkelerinden gelenler ayakta tutuyor.
Boyacı, pazarcı, garson, tezgahtar Arnavutlar hâkim Yunanistan'da birçok yerde sokaklara. Belli bir standardı yakalayan ülkelerde işgücü artık doğudaki gelişmekte olan ülkelerden sağlanıyor.
Bu, ülkelerin politikalarıyla olmuyor tabi. Politika bu konuda çaresizdir. Bu mesele bir vakum etkisi ile açıklanabilir.
Yani havası alınmış bir kavanozun kapağını açık havada açtığınızda saniye içerisinde oraya oksijen dolacaktır.
Atmosfer, kendi içerisindeki havasız bir yeri büyüklüğüyle orantılı olarak hızla kapatacak güce sahiptir. Çünkü oksijenin dünyayı çevreleyen hacmi ve yoğunluğu buna kâfidir.
Kuşatan güç ya da boştaki hareket halindeki kütle, ufak sahaları daima işgal edecek güce sahiptir. Bu, sokak köpekleri için de benzer bir şekilde cereyan eder.
Yani bir bölgede sokaklara çöp atıyorsunuz ve oralarda sokak köpekleri üremeye başlıyor. Siz orada sokak köpeklerini toplasanız bile sokağa atılan kemik ve etlerin kokusu, 10 kilometre ötedeki köpek kolonilerini çekiyor olacaktır.
Oradaki koloniyi temizleseniz o diğer bölgedekine 10 kilometre mesafede bir diğer koloni harekete geçecektir.
Vakum etkisi, birbiri ile komşu yörelerde yayılan tüm koku ile bir komşu koloniyi ve arkasındaki kolonileri harekete geçirebilir.
Vakum etkisi büyük insan topluluklarını da çekmeye yeterlidir. 5'nci yüzyıldaki kavimler göçü de bir vakum etkisi ile Avrupa haritasını değiştirmişti şimdi de bir benzerine doğru gidiyor dünyamız.
Kore'de yetkililer açık açık "çoğalmalı, üremeliyiz" demekte. Çünkü nüfusun artmıyor olması ulusal savunmayı tehlikeye atıyormuş.
Aslında Kore dediğiniz ülke Ege Bölgesi'nden biraz büyükçe olmasına rağmen, 52 milyon nüfuslu bir ülkedir.
Ama Kore'nin nüfus artışından kastı bu nüfusu 70 ila 100 milyona çıkarmak değil, genç nüfusu artırmak. Çünkü nüfus artışı, genç nüfusu artırmak içindir.
Yoksa tamamına yakını yaşlılardan oluşan 50 milyonluk bir ülke ile yarısından fazlası veya çoğu genç 50 milyonluk iki ülkenin savunma kapasiteleri aynı olsa bile insan kaynağı ve o kaynağı kullanma iktisadı farklı ayaklara oturur.
Birinde beş askerin ölmesi büyük bir halk hareketi sebebi olurken diğerinde 50 asker "tohumuna para mı saydım ki?" gibisinden bir rahatlıkla cepheye gönderilebilir.
Elbette insani değildir bu; ama savaşın nesi insanidir ki? Bu durumda cepheye "tohumuna para mı saydım ki?" mantığı ile asker gönderen taraf aslında "insan akını" ile saldıran taraftır ve karşı tarafı da benzer bir piyade savunmasına çeker.
Yani siz, sizdeki büyük potansiyeli harcarken, karşıdakini de kendini savunmak zorunda bırakıp kısıtlı kaynaklarını tüketiyor olursunuz.
Rusya'nın Ukrayna'ya karşı yaptığı da bir nevi budur. Bu da biraz şuna benzer. Anlatacağım örneği okuyun anlayacaksınız.
Vakti zamanında bir arkadaşımı Balkan ülkelerinden birine göndermiştim ve "Orada atılabilir kâğıt bardak, plastik çatal, kaşık, ambalaj satan kimse yok. Türkiye'den mal al götür, sat orada iyi bir kar edersin" demiştim.
Çocuk gitti. Başkentte bir dükkân açtı. Ağzına kadar da mal doldurdu ve satmaya başladı. İlk başlarda fena kazanmıyordu da. Rakamları uydurarak veriyorum söz konusu ülkede 100 kâğıt bardak 2 dolardan satılıyor ise bu 1 dolardan satıyordu ve iyi de kazanıyordu.
Sonra bu delikanlı aracını aldı, birkaç depo kiraladı ve işini genişletmek istedi. Ne olduysa o aralar oldu.
Bir yaz boyunca hiç mal satamamaya başladı. Kendisinden mal alan kim varsa sebepsiz sipariş iptalleri yaptılar. Bu da haliyle olayı merak etti ve bir baktı ki ne görsün?
O ülkedeki güçlü bir yerel mafya bunun piyasaya verdiği malların yarısı fiyatına mal satıyor. Bizimkisi fiyat da kırsa kâr edemeyeceği, kârı bırakın masrafını karşılayamayacağı bir tutar elde edecek.
Sinekten yağ çıkarıp nice hesaplar yapsa da, malın kalitesi düşük üreticilerle temasa geçse de bu fiyatları hiçbir yerde bulamadı.
Sonra bir inceleme yaptı ki ne görsün... Mafyanın el attığı sektör gıda ve meşrubat sektörü. Ayda 2 milyon dolar sırf bunlardan kazanıyorlar.
Bu arkadaşın ise kendi işinden kazandığı para 10 bin dolarlarda… Mafya, deyimi yerinde ise 2 milyon kazandığı yan sektörlerin kârı ile 10 bin veya 20 bin dolar da zarar edip adamı piyasanın dışına itiyor.
Çocuk, ikinci senesinde ülkeden ayrıldı ve mafya, daha önceden yapmaya başladığı gibi İtalya'dan getirdiği ürünleri bu Türk girişimcinin 3 katı fiyata yerel halka satmaya devam etti ve eski zararını da fazla fazla çıkardı.
İşte ticaretin en acımasız yönü. Parayı silah olarak kullanmak…
Ticarette para ne ise savaşlarda nüfus da odur. Çünkü parayı da nüfusla kazanırsınız savaşı da.
Bunu savaşta nüfusun nüfusa savaşı perspektifinden düşünürseniz karşınıza çıkan tablo şu olacaktır.
Yüzde 5'i askerlik yapabilecek nüfusa sahip yaşlanmış bir ülkeye yüzde 20'si askerlik çağında olan genç bir ülke adeta bir insan akını gönderir gibi ordularını gönderse ne olur?
Yüzde 5'i genç nüfustan oluşan ülke, demografik olarak çöker. Dahası, gelecekte onu ayakta tutacak olan nüfusu da gerek ekonomik açıdan (sanayi ve hizmet sektörleri ve sektörlerin devamı açısından gereken emekli başına çalışan aritmetiğinin çökmesi ile) çöker.
Geleceği doğuracak olan kadınları eşsiz kalacağı gibi ergen yaştan genç yaşa gelecek ve geleceğin babalarını oluşturacak nüfus da cephede toprağa düşecektir.
Düşen her asker, ondan doğmayan bir neslin de bitişi körelmesidir. Yüzyıllar boyu devam eden bir gen mirasının da sonu.
Her bir asker, gelecekte kendisinden sonra doğmayacak olan bir nesille birlikte ölür.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Rusya, kendisinden 4 kat kadar kalabalık olduğu Ukrayna'yı demografik olarak bitirirken kendi içerisindeki gayrı Rus unsurları da bitiriyor. Rus evlatlarının askeri tecrübesini artırırken esas savunma gücünü geride tutuyor.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra kendine gelmekte olan genç nüfusunu biraz daha geride tutarak az az cepheye gönderiyor ve gönderdiği bir avuç Rus kökenliyi de "top yemi" kadrosundakilerin bir gerisinde ilerletiyor.
Ruslar çoğunlukla kumanda kadrosuna hâkim. Elbette cephede de yok değiller ancak sınırlı sayıda. Rus askeri doktrininde insanlar, komünizm ve onun evveliyatındaki Çarlık ordusundaki gibi sadece birer rakamdır.
Tıpkı Türklerdeki gibi bir Rus da vatanı için ölür ve Rusya'nın varlığına kendisini armağan eder. Arkona'nın çok sevdiğim şarkısındaki gibi "Slavsia Rus" Yücelsin Rus! bilinciyle yaşar ve ölür.
İnsanların devletleri için kendi hayatlarını "çöp" olarak gördüğü Rusya'da, yönetimce "çöpten daha çöp" olarak görülen Buryat, Çeçen, Kalmuk, Dağıstanlı, Yakut askerler şu anda Ukrayna'da en düşük rakamlara göre 15 bin, en yüksek rakamlara göre ise 50 binden fazla sayıda kayıpla Doğu Ukrayna'nın Çernozyom topraklarına karışmış durumdadırlar.
Bundan kesin olarak daha fazla sayıdaki Ukrayna ordusu askerleri ise Ukrayna'nın kendi ölülerine dair rakamları vermemesi sebebiyle "bilinmiyor" olarak geçiyor; ancak Rusya'ya göre bu rakam daha nisan itibarı ile 35 binlerdeydi.
Ukrayna'ya göre de Rusya'nın kayıpları 50 binlerde. Her iki ülkenin de dışında bazı kaynaklar örneğin Estonya gizli servisinin başındaki Mikk Maran'a göre Rus kayıpları 15 binler civarında ki bu rakam da az değil.
Savunma savaşı veren güç, daima saldırandan az askerini yitirir kuralı savunanın hazırlıksızlığı veya saldıran tarafın satürasyon saldırısı yapması durumunda geçerli değildir.
Balkan savaşında Türkler, savunma savaşı yapmaları gerekirken Kumanovo'da gereksiz yere saldırıya geçmiş ve tüm savaşın kaybının çorap söküğüne gidecek olan en önemli ilmek şişten çıkmıştı. Ayrıca uğradığımız saldırı da bir satürasyon saldırısıydı.
Ukrayna ise Osmanlı'nın yaptığı bu tür bir gereksizliğe girmeden savunma savaşı yapmış, ama çoğu yerde kafalarını kaldıramayacakları derecede ağır Rus bombardımanında hem moral hem de altyapısı çökmüş şehirlerde direnmeye çalışmıştı.
Kışın tam da kışın bahsettiğim gibi çamur, piyadenin dostu olmuş ve Ukrayna askeri Rusları çamura çekip birçok yerde yıpratmıştı.
Ruslar yıpranırken ülkenin doğusunda daha da tutunmuş ve kuvvetlerini ağırdan ağırdan bölgeye yığmışlardı. Ukrayna'ya gayet sınırlı bir kuvvetle saldırmalarındaki ana nüans da budur.
Ukrayna'yı Ukrayna'nın başa çıkabileceği bir güçle oyalayıp ana kuvvetlerini NATO için saklıyorlar.
NATO'nun Ukrayna'yı yem olarak kullanıp Rus ana kuvvetlerini meşgul ettirip ve yorup Rusya'ya galip gelme isteğine dair planları tersine çeviren bu taktik Rusların demografik savaşa dair elini güçlü tutuyor.
140 küsur milyonluk nüfusu ile Rusya aslında genç nüfusu oransal açıdan fazla bir ülke de değil eğer NATO ile kıyaslarsanız birbirlerine yakındırlar.
Ancak Rus, Avrupalı ve Amerikalıya göre askerini daha kolay ölüme yollayarak "gözdağı" veren bir caydırıcılık sunuyor.
Ayı simgesi Rusya için çok yerindedir; zira kaba kuvveti ile caydırıcıdır. Bu elbette bir yere kadar yapabilecekleri bir şey ve o yer, Rusya için azami çeyrek milyona dek sürer.
Ama makul bazda Ukrayna eğer 100 bin Rus askerini öldürmeyi başarırsa ki bu, şimdiki hızla en az 5 sene sürer, Rusya'nın en mantıklı sınırı budur ve savaşı bu noktada sonlandırmasa da yavaşlatmayı düşünecektir.
100 bin aynı zamanda Rusya içerisindeki gayrı Rus kitlelerin de "yeter artık" diyerek moralman tükenebileceği en makul üst sınırdır.
Bunun ötesinde bir kumara girerse Rusya, kendi varlık ve çatı ülke hikayesini sonlandırır. "Niye hep biz ölüyoruz?" diyenler artık daha görünür konuşacaktır ve bunun olması, iç isyanları körükleyebilir.
100 bin gencin ölmesinden hemen sonra Rusya daha iktisatlı bir savaşa girişerek daha sınırlı cephe operasyonları ve nokta atışlar, nokta operasyonlarla savaşa devam edecektir.
Yani ilk 100 bini 5 senede toprağa verdi ise sonraki 5 senede en fazla 10 bin asker kaybedeceği bir demografi aritmetiği ile hareket edecektir.
Ülkelerde savaşa sürülebilecek makul yedek nüfus, genelde 1/20 oranındadır. 2 milyonluk bir ülke 100 bin askerle vatan savunması yapar.
Bosna Hersek'in vatan savunmasında bu oran, yüzde 10'un üzerini görmüştü ve Bosna ordusu, 200 binlik bir mevcutla adeta gücünün sınırını harcıyordu.
Bu boyutta bir genç nüfusu sahaya sürmek, aslında "varlık yokluk mücadelesi" noktasında durduğunuzu ortaya koyar.
Nitekim bir nevi kumardır da. Eğer kaybeder ve o rakamı esir veya zayiat verirseniz (zayiat sadece ölü değil sakatları da kapsar) bu, savaştan sonra sizin insanınızın yaşam kalitesini ve hayata tutunmasını ve ekonomik şahlanışını kötü etkiler.
İşte Balkan ülkelerinde özellikle eski Yugoslav ülkelerindeki önü alınmaz göçün en önemli sebebi de budur.
Kendinizi bitirme bahasına verdiğiniz savaşta kazansanız da sonraki 50 sene toparlanamaz ve o 50 senede kırılgan hale gelirsiniz.
Yani bir cama bir darbe gelir kırılmaz ama ikinci darbe ufacık da olsa paramparça olur. Çünkü esneme momenti aşılmıştır.
Bu sebeple bir devrin kazananları, Pirus zaferlerinden uzak durmalıdır ki ne olup olmayacağını bilmediği sonraki çeyrek asırda kendisinden ufak bir kuvvetten "dayak yercesine" darbe almasın.
Genç nüfusunu I. Dünya Savaşı'nda son derece hoyratça harcamış olan İngiltere'nin 1923 Türkiye'sine saldıramamasında ve müzakereyi seçmesindeki ana nüans da budur.
Gelibolu'da, Kut'da, onca yerde kayıp veriyorsun ve evlatlarını "Sizlere ölmeyi emrediyorum!" diyerek ölüme gönderen bir Türk savaş motivasyonu karşısında sonunda iktisat etmek zorunda kalıyorsun.
İşte bu iktisat, savaşın psiko-demografik yönüdür. Bu kayıpları kolayca göze aldığını karşı tarafa gösteren ülke, +1 puanı kazanmıştır.
Rusya bunu elde etmiş olsa da uzun vadede sürdüremez.
Türkiye ise sürdürebilir ama Türkiye'yi çevreleyen İran'ın da, sınırda aportta bekleyen terör gruplarının ve onların içteki hücrelerinin de genç nüfus gücü yüksek.
Öyleyse Türkiye de nüfusunu düşmanına "insan akını" olarak salmak yerine "insan akını" olarak kullanacağı grupları (eğer bir savaşla karşı karşıya kalırsa) sahaya sürmelidir.
Top yemi kelimesi söz konusu insan olduğunda hoşuma gitmiyor ama top yemi olmamak da Allah'ın akıl verdiği insanın elinde olan bir durum.
Kim diyor sana 'Afganistan'dan otobüslere bin, İran'da in, Van sınırını geç!' diye? Kimse. Öyleyse geldiğin ülkenin seni bir gün ne şekilde kullanacağına dair da bilinçli olmanı beklemek zorunda da değiliz sana o bilinci vermek zorunda da.
Sürü psikolojisiyle hareket eden hayvanlar gibi insanların da bir paralel güdüsü vardır. Önden giden binlerce insanı takip etmek… Budur aslında olay.
Gidenler var ben de gideyim. Gelmeyen ve geri dönmeyenlere rağmen bilinmeze doğru gidenlerin durumu, bir uçurumdan atlayan koyunlara da benzer.
Bireyler ve birey özgürlüğüne sahip akıllı toplulukların kurduğu kurumsal yapılarda "toplu zeka" söz konusu iken sürülerde sadece içgüdü ve hayatta kalma güdüsü mevcuttur ve bu güdü çoğu kez öldürücü ve yıkıcı da olabilmektedir.
Şahsen hiç hoşlaşmadığım "plansız ve düzensiz göçmen akını" da bu durumda eğer doğru kontrol edilirse ve akının yönü kontrol edilirse Türkiye'nin avantaja çevireceği bir insan akını olabilir.
Şu anda Yunan sınırında kuzeyde Pazarkule Sınır Kapısı'ndan güneyde Ege'ye dek uzanan sahadaki büyük asker kalabalığının bir diğer sebebi de muhtemelen bu akını durdurmak için olmalıdır.
Bu akın eğer elektrik akımı gibi düşünürseniz, bedeninizden geçmesine müsaade ettiğiniz ölçüde sizi öldürmeyen ama bedeninizde tutarsanız sizi kömür edecek bir akım gibidir aynı zamanda.
Tüm bu milyonlar Türkiye'den sadece geçmeli, ama Türkiye'de kalmamalıdır. Bu süre ne kadar uzun sürerse halk o derecede gerilir, bu topraklarda provoke edilmeleri de o derece kolaylaşır.
İçerisine karışacak unsurlar, çantalarına attıkları ve hiçbir kontrole tabi tutulmadan soktukları eroin, silah ve bünyelerinde getirdikleri virüsler de bu topraklar için tehlike yaratacaktır.
İnsanların bazen anavatanlarında yedikleri bir bitkinin içerisindeki tohum, geldikleri ülkede bağırsaklarından çıktığında toprakta yetişerek o ülkenin endemik habitatına ve florasına da zarar verebilmektedir.
Kontrol edilemeyen her nüfus, bünyeyi çarpan elektrik gibidir. O nüfus ve göç akını da elektrik akımı gibidir. Topraklama bizim bedenimiz üzerinde bizim topraklarda olmamalıdır.
Roma, gücünün doruğunda olduğu bir dönemde kendisini "istila etmek" için gelmeyen, sadece Roma'nın cazibesine kapılarak gelen hem de dalga dalga gelen ve ellerinde kılıçları olan "barbar kavimler" tarafından yıkıldı.
Şimdi de gücünün doruğunda olan ve sermayenin güvenli limanı olarak ciddi bir refaha sahip olan Avrupa aynı kabusu yaşıyor.
Roma'nın kaderini paylaşmak istemiyorlar. Çünkü biliyorlar ki bu sadece refahlarını değil, haritalarını da değiştirecek.
Bir yandan Rusya ve Ukrayna gerilimi sürerken, diğer yandan da günümüzün "barbar kavimleri" olarak gördükleri "Afgan, Pakistanlı, Afrikalı, Arap ve diğer milletleri" kapılarında görmek, Batı'nın isteyeceği en son şey.
Türkiye'nin bu akımı bünyesinden sadece geçirme sürecinde mümkün mertebe "ensar" ve "muhacir" kavramlarından uzak durması gerekiyor.
Aksi halde "Muhacire de geldiği yerde evini, ülkesini, malını ve hatta karılarından bazısını" paylaşma durumuna düşen ensar misali kim vatanın sahibi kim yabancısı işler karışır.
Misafiri kendisini fazla evinde hissettirir, süreyi de uzatırsan evine ve konforuna alışır, evini de bırakmış veya kaybetmişse seninkini sahiplenir.
İslam tarihinde ensardan öyle kimseler vardı ki 2 veya 3 eşinden bazısını muhacire vermişlerdi. Yani eşini bile vermiş adam daha ötesi mi var? Sen mademki Allah için hicret etmişsin öyleyse al sana eşim helal olsun diyor.
Ensar ve muhacir edebiyatını eğer biraz daha abartırsanız geleceği son nokta budur ve bu tarz bir şey doğrusu günümüz şartlarında mide bulandırır.
Ben şahsen olur olmaz şeylerde bana ensar ve muhacir edebiyatı yapanlara öyleyse ensar gibi yap…… diyor ve yukarıdaki örneği veriyorum.
Ayrıca Allah için hicret edecek adam da eli şeyinde gezmez, kızların fotoğraflarını çekmez. Kimse de salak değil görüyor gelenlerin hep erkek olduğunu.
En göç etmesi gereken kadınları geride bırakıp gelenlerin nesi muhacir olabilir ki?
Şu ensar/muhacir edebiyatı, ülkeden geçmesi gereken elektrik akımını bu ülkede topraklar ve bizi de cayır cayır yakar.
Bunlar ensar değil, transit gelip geçmesi gereken kimseler ve belli bir süre bu topraklardan geçecekleri ve toprakların öz, kurucu halkıyla mümkün mertebe "iletişime geçmeden" geçebilecekleri bir güzergâh ayrılması gereken bir kalabalıktır.
Bunlar için gerekirse altından yollar yapın ve sınıra öyle taşıyın ve o yollar ne stratejik bölgelerden geçsin, ne boru hatlarından, ne medeniyetin doğal geçiş alanı olan suyolları ve vadilerden, ne de yüzyıllar içerisinde gelişen medeniyetimizin abidesi ve süsü olması gereken şehirlerimizden.
Ensar da yok muhacir de!
Gelenlerin ülkesi kafir diyarı değil, geldikleri yer de huzur diyarı olmaktan her gün biraz daha çıkıyor.
Bu akım, kontrol edilmesi ve hedefe dek, hiç bu topraklara ve insanlarına değmeden direklerin üzerinden hedefe verilmesi gereken bir akım.
Ama maalesef değiyor. Ekonomiye değiyor, her yerimize değiyor artık. Dahası Afgan diye yaftalanan ve bir nefretin adresi haline getirilen insanların bir kısmı hem de yarısı Özbek ve Türkmen kökenli kardeşlerimiz.
Bunların çoğu da işinde gücünde zavallı insanlar. Oto yıkamacılarında Avrupa'ya gitmeleri için gereken 6 bin euro parayı çıkarmaya çalışıyorlar.
Afgan derken bu insanların arasındaki Özbek ve Türkmenleri de kaybetmememiz, Afganistan'da şu sıralar ilan edilen Türkistan ordusuna güç katacak bu insanları da vatanlarında tutmamız gerekiyor.
Afganistan'dan Hazarası, Taciki, Peştunu gidiyorsa Türkler kalmalı. Kalmalı ki tekkeyi bekleyen çorbayı içsin.
Herkes gitse de Afganistan'dan Türkler gitmemeli. Burada yakaladığımız Özbek ve Türkmen Afganistanlıları da bir şekilde Özbekistan veya Türkmenistan sınırında toplayıp Taliban'a karşı kurdukları Türkistan ordusuna aldırabilmeliyiz.
Afganistan'ı bu insanlar kurtarırsa bilin ki Hint Okyanusuna kuzeyden bir kapı açarak yaklaşmış ve İran'ı kuzeyden ve doğudan kuşatmış oluruz.
Bu da bize Büyük Selçuklu haritasına ulaşma imkânı verir. Tüm bu dediklerimi anlayarak ve sindirerek okumanızı rica ediyorum.
Ama bu yazıda bahsettiğim şey ülkeye gelen düzensiz göçmen akınını klasik şekilde eleştirmek ve bundan "yabancıları niye soktunuz ulan" yaygarası yapmak değil, "madem yediniz bir nane bari bunu profesyonelce avantaja çevirin" mesajıdır.
Eylülden geç olmamak kaydı ile Türkiye'nin özellikle Batı sınırlarını "dışarı göç etmek isteyenler için" açması gerekmektedir ve bu batı sınır, transit ticaretimizin belkemiği Bulgaristan olmamalıdır.
Macaristan nasıl gelen sözde sığınmacılar için topraklarını "sadece transit geçiş için" açtı ve paradigmayı kendi açısından değiştirdi ise biz de bu şekilde değiştirebiliriz.
Bu insanları ülkede tutmakla çok ciddi bir kötülük etmiş, onların kök salmasını, buraya yerleşmesini sağlamış olursunuz.
Ensar olmak isteyen olabilir ama evinde tutsun. Ayrıca bu şekilde Ensar ve Muhacir kavramlarını da iğdiş edip insanların bu kavramlardan soğuması ve tiksinmelerini sağlamaktan öte bir şey yapmış olmayız.
Ne ensarı? Ne muhaciri? Burası bir ulus devlettir. Muhacirler ulus devletin ulus kimliği içerisinde erimeyi kabul ediyorlar mı? Peygamber döneminde ensar da muhacir de aynı Arap toplumundandı.
Gelen de Arap, giden de Arap'tı. Kimse kimsenin dilini ve kültürünü bozmuyordu.
Şimdi ise gelenler için ayrı alfabeler yazılır oldu. 11 senedir ülkede bulunan insanlara 11 senedir kendi dilini öğretemediğini kabul etmek, bir milletin kendi kültürü, otoritesi ve kendi varlığını reddi manasına gelir.
Biz en azından Almanya kadar olup gelenlere "dil kursu" ve iş ve eğitim hayatında resmi dili iyi kullanabilme şartı getirebilmeli idik.
Şimdilerde "yabancı düşmanlığı" olarak sunulan şeye gelince şunu belirtmek istiyorum.
Ortada yabancı düşmanlığından ziyade, kimin ev sahibi kimin misafir olduğu belirsiz bir duruma duyulan tepki vardır ve bu tepki görüyorum ki günümüzün Roma'sı olan Avrupa Birliği'nden önce bizi hedef alıp bitirme noktasına gelmekte.
Türkler arasında "yabancı sevicileri" ve "yabancı karşıtları" gibi iki grup birbiriyle dalaşa dursun, plajda nargilelerini içen, cep telefonu ile arkasındaki kızın kalçalarını çekenler çekirdeklerini çitleyerek izliyor olacaklar.
Afganistan'dan gelen Özbek ve Türkmenler, kendi bölgelerinde kadınları tepeden tırnağa gezen insanlar değil.
Karşıt cinse de açlıkları o derece fazla değil. Ama Peştun, Hazara ve Taciklerde burka ile gezen kadınlar ve garip erkek erkeğe adetler maalesef görülmekte.
Ülke bir ama ülke içerisinde bölgeden bölgeye dağlar kadar fark var. Zira Afganistan'da ve dünyanın birçok yerinde dağlar kadar farkı, dağların ta kendisi meydana getirir.
Dağlar kültür bölgelerini de havzalarını da tıpkı su havzalarını böldüğü gibi bölen unsurlardır ve Türkler, bu ülkenin neredeyse hiç dağlık olmayan kuzeyindeki ovalık kesimlerinde yaşamaktadır.
Birbirimizi yemek yerine meseleye entelektüel şekilde ve siyasi kamplaşmadan uzak şekilde bakabilmeliyiz.
Anlaşılan ülkenin politikalarına yön veren ve ona bu yabancı akınını bir "insan akını tabanlı güvenlik doktrini" olarak sunan kişilerin meseleyi çok çaplı ve geniş ve farklı açılardan yorumlayan kişilerden yoksun olduğu veya gerekli tavsiye ve raporlardan yana eksikliği bulunuyor.
Demografi bir silahtır ama nereye çevirdiğinizi iyi bilmelisiniz.
Ensar ve muhacir kelimesini telaffuz ederseniz muhacirin geldiği yerde ensar yani ev sahibi ile eşit haklarda ve eşit egemenlikte olduğunu kabul etmiş olursunuz.
Burada büyük olasılıkla bu "insan akını" stratejisini bize çok "sinsice ve dâhice" bir plan olarak veren kişilerin manipüle edici ve habis oyunları da yatmaktadır.
Gelen eğer yanında toprağını da getiriyor ise, yeraltı kaynaklarını da getiriyor ise gelsin.
Ama gelen geride bıraktığı ülkesinde kendi bayrağını dalgalanır halde bırakıp geliyor ve Avrupa'ya geçmek için geliyor.
Öyleyse ne muhaciri? Adamı niye evinde hissettirme gayretimiz olmalı?
Dini terimleri olur olmaz kullanmak maalesef ülkedeki muhafazakârlığın bugudur, zaafıdır.
Dini terimler, ihtiva ettikleri İslam tarihindeki haklı ve acılarla yoğrulmuş davaların hatırasını taşırken çoğu dinden nasibini almamış barbar toplulukların "daha iyi yaşam ve sosyal olanaklar için" yaptıkları kitlesel hareketlere alet ediliyor ve bu kesinlikle yanlıştır.
İslam tarihinde eşini bırakarak hicret etmiş olan bir insana eşini boşayıp nikâhlayan birinin tutumu insanın gelebileceği en üst düzey paylaşma ve merhamet bilincini aslında hiç de anlayamayacağım bir bilinci göstermesi açısından önemlidir.
Hicret, o kadar derin ve o derece kalıcı bir trajedidir ki bir takvimin başlangıcı olmuştur.
Günümüzde bu coğrafyadaki göçlerin bir kısmının ise hicretle bir alakası yoktur.
Ensar ve muhacir varsa Türk milletinin doğusu ve batısı arasında söz konusudur.
İnançsız ve gayrimüslimlerin zulmüyle vatanının bir yarısından diğer yarısına göçen Osmanlı Türklerinin hicretine biz muhaceret deriz ve muhacir dediğimiz milletlerin asil ve haklı göçü budur ve bu anıyı da bu hatırayı da kirletmeye kimsenin hakkı yoktur.
Muhacir Ahıska'nın acılı insanıdır. Muhacir Deliorman'dan sürülen yüzbinlerdir. Muhacir Karabağ'dan, Cebrayil'den, Zengilan'dan, Kubatlı'dan, Ağdam'dan, Kelbecer'den, Şuşa'dan sürülenler, Muhacir, Batı Trakya'da Bulgar süngüsü ile Meriç'te anası babası boğulan, Muhacir Arda ve Tunca'da arkasından topa tutularak suda boğulan, Muhacir yürüyerek vardarın çamurlu deltasını kış vakti kağnılarla yalın ayak geçen iffetini korumak için kocaları cephede savaşırken çoğu yollara düşen kadınlardır.
Farkettiniz mi bilmem 1912 Balkan Savaşı fotoğraflarının çoğunda kadınları, yaşlı erkekleri ve çocukları görürsünüz. Neredeydi peki bu erkekler?
Ölüyorlardı çünkü. Kumanovo'da ölüyorlardı. Beşpınarlar'da, Yenice'de, İşkodra'da, Yanya'da, kuşatılmış kalelerde ölüyorlardı.
Hicret edenler ise güçsüz kadınlar, kocamış yaşlı dedeler ve çocuklardı. Savaş çağındaki yağız delikanlılar yoktu.
Bu insanların alternatifsiz şekilde ve geride kalan yanan ülkelerini terk ederek yola çıktıkları hicret ile Taksim'de yılbaşı gecesi birkaç açık tenli kadını fortlamak için yecuc mecuc gibi meydanı istila eden milyonları aynı kefeye koymayız.
Ensar da yok muhacir de. Burada anlaşalım bir defa. Demografik bir realite var ve bir insan akını ile karşı karşıyayız.
Bu akımı üzerimizden geçirir isek ilk topraklandığı yeri yakacak. Üzerimizde tutarsak olan bize olacak.
Çünkü gelenlerin hepsi genç nüfus ve doyurulmayan insanların ilk asayişsizlik yapacağı topraklar burası olur.
Bir gıda krizi yaklaşırken Türkiye her ne kadar Rusya ve Ukrayna arasındaki "kırılgan zeminde" bir anlaşma imzalanmasına ön ayak olduysa da bu gıda güvenliği global gıda güvenliğine göre daha kırılgan bir zemindedir.
Çünkü ülkemizde tarım zaten zor bir dönem yaşamaktadır. Mevcut durumda beslenemeyen veya gıdaya erişimi sekteye uğrayan Türkler isyan etmese de "isyana alışmış ülkelerden gelen milyonlar" için ne sokakları doldurmak zordur ne de adam boğazlamak.
Biz bu riskleri de öngörmeliyiz.
Kurban bayramında aldığı kurbanı kestirmek için kasap parası verip elini kana bulamayan benim gibilerle her gün insan boğazlanan bir ülkede doğup gözünü açmış ve "ölmemek için öldürmeye şartlanmış" insanların refleksi bir değildir.
Bu iki grup karşı karşıya gelirse büyük olasılıkla "daha az medeni ülkeden gelen" daha şanslı olacak ve hayatta kalma ihtimali medeni olana göre daha fazla olacaktır.
Ben bir Afgan'a göre hayatta kalmak için daha az risk alabilecek ve suça daha az meyilli biriyim.
Öyleyse yaşam savaşını kaybetme ihtimalim daha fazladır. Kültürel açıdan gelişmiş toplumlar, kurumsal düşünür.
"Devletimiz vardır ve kurumları çalışmaktadır" deriz ve bunu da devlete inancımızla içimizden gelerek söyleriz.
15 Temmuz şüphesiz haince bir organize eylemdi ve bunu sahneleyenler bundan ders çıkarıp daha profesyonel olanını da sahnelemeye kadirdir.
Ama devlet bir gün yatağımızdan kalktığımızda çok organize bir "kalkışma" ile uğraşacak durumda kalırsa ve her yere yetişemezse o vakit ne yaparız?
Parmağına iğne batan çocuğu için yüzü düşen insanlarız biz. Sokaklarda elleri palalı insanları görünce ne yaparız?
Ne yapacağız?
Un, yağ ve şeker fiyatları bir senede "batının türlü oyunları ile" eğer yükseltilebiliyor ise batının bir diğer oyunu ile tekrar yükseltilebilir.
Bu toprakların sahipleri olan ensar ve toprağa muhacir olarak gelenler beraber aç kaldıklarında sizce kim kimin elinden o ekmeği alır?
Muhacir olarak gelenler de toprağın sahibi ve "gitmeyeceğiz burası artık bizimdir" diye kendilerini görüyorlarsa ve kendi ülkelerinde ayaklandıkları refleksle ayaklanırlarsa ne yapacağız?
Ayaklanma deneyimi ve tecrübesi olanla olmayanın da hayatta kalma olasılığı aynı değildir dostlar.
"Aman yavrum yürüyüşe katılma cop yersin" diyen anamın öğüdünü tutan ben eli palalı binlerce insanın karşısına kendim mi çıkacağım?
Sokağa ekmek almaya göndermediğim yavrumu mu göndereceğim?
Dağdan gelenin bazen bağcıyı kovduğu olur ama hiçbir bağcı "bağ senin aslanım buyur ye!" demez.
Geçenlerde okuduğum demografi hakkındaki faydalı bir makalede şu yazıyordu.
"Ünlü Prusyalı siyasetçi Carl von Clausewitz, 'savaş bir başka anlamıyla da siyasettir' dedi ise bundan hareketle, 'savaş da bir diğer anlamı ile demografidir' diyebiliriz" analizi vardı.
Şimdi Rusya, kendi dilini konuşan Doğu Ukraynalı Rusça konuşan Rus hissiyatındaki kimseler ile Kırım'daki Rusça konuşan ve Rus hissiyatındaki insanları kendi safına kattı.
Savaşlarda ana nüanslardan biri de kendi topraklarına toprak katarken o topraklarda kalpleri seninle birlikte atan insanları anavatanın nüfusuna ana gövdeye eklemektir.
Bu durumda ve bu zaviyeden bakarsak Rusya'nın yaptığı savaşta uğradığı kayıp, Rus hissiyatına sahip milletleri ana gövdeye eklemenin bir bedelidir ve gayet düşük bir bedeldir.
Rus, kendi savaşını Rusça konuşanları tek gövdede toplamak için yapıyorken yani bir nevi kendi "Turan ülküsünü" gerçekleştirmek üzere savaşırken, bizler kendi savaşımızı topraklarımızı bizim dilimizi konuşmayanlarla paylaşmak için yapmaya can atarcasına şartları zorlamamalıyız.
Birbirimizle bu noktada işleri germeden ortak akılla hareket edip sesimizi akıl yoluyla türlü felaket olasılıklarını belirterek aktarabilmeliyiz.
Azerbaycan, İran Türklüğü, Batı Trakya, Kıbrıs ve onca yerdeki insanların ana gövdeye dışarıdan bakmakta oldukları bir anda ana gövde bin parçaya ayrılmamalıdır.
Savaşların en önemli kısmının dayandığı cephe, moral cephesidir ve moral düşerse cephe hepten düşer. Morali de tutan şey nüfustur ve nüfusun yekpareliği cepheyi yekpare tutar.
Kontrol edebileceğin kadar yabancı nüfus, bakabileceğin kadar çocuğa benzemez.
Bakabileceğin çocuk, senin kanındandır. Bakamayacağın çocukların da senin kanındandır. Fazla da olsa seni öldürmez.
Yemeği olmaz, yaşam kalitesi düşer ama babasının gırtlağına bıçağı dayamaz.
Bir ülkenin öz nüfusu fazla bile olsa onu en fazla fakirleştirir ama milli güvenlik sorunu olmaz. Velev ki aşırı artsa bile.
Ama bir başka ülkenin kontrol edilemeyen ve sınırlarından içeri dâhil ettiğin nüfusu risktir.
Bu riski "Türk diye bir ırk yoktur" diyen kafaların anlaması söz konusu değildir.
Bu riski, "Türk vardır ve olmaya devam etmelidir" tasası güdenler anlayabilir.
Şahsen "Türk ırkı yoktur" diyen birine değil koltuk, sokak köpeği bile teslim etmezdim.
Ancak günümüzde sadakatleri dışında verecekleri hiçbir şeyleri olmayan, beyin, fikir, karakter, milli duruş yoksunu insanlar, koşulsuz sadakatle göz boyayabilmektedir.
O vakit bu fakir gibileri de gün gelir eleştirileri ile "kötü adam" olur ya da öyle gösterilir.
Ama bu sözler söylenecek ve merhamet ehli vatan evlatları gerek iktidar gerekse muhalefette olsunlar bu sözlerde ittifak edip "adam haklı" diyecekler.
Desinler diye yazıyorum zira çok ayrıldık ve artık milli meselelerde birleşmek tek şansımız.
Bizler milli insanlarız. Siyasetten beriyiz.
Nüfusun ve demografyanın öneminden ve bir silah kadar önemli, patlayıcı ve tahribat sebebi olabileceğini ve bunun patlayacağı yerin bu topraklar olmaması gerektiğinden bahsettik.
Ben aç kalsam çalmam, köşemde aç aç ölürüm dostlar. Ama acından adam öldürmeye idmanlı olanlar aynı şeyi yapmaz.
Bu dediklerimi uzun uzun düşünmelisiniz.
Bunları bir siyasi davanın değil, milli davanın sözleri yapmalısınız.
İktidar ve muhalefetin de malzeme yapması değil altına imza atması ve bu silahın namlusunu başka taraflara çevirici politikalar geliştirmesi önemlidir.
Ensar-muhacir edebiyatını ise gözünüzü seveyim artık keselim çünkü kabak tadı verdi.
Bu arada belirtmek isterim ki Ukrayna ve Rusya arasında gelecek Rusya'dan yana olacak.
Çünkü savaşa yakın tarihlerde Rusya, nüfusunu ve doğumları artırıcı bir politika izlerken Ukraynalı siyasiler birbirini yemekle meşguldü.
Yukarıdaki grafikte Rusya'nın doğum oranlarını artırmasına rağmen Ukrayna'nın giderek düşüşte olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır.
Deyimi yerinde ise Rusya, şelaleden aşağı gidişi görüp kürek çekerken Ukrayna yerinde saymanın bile gerisine düşmüş ve demografik olarak çöküşü seçmiştir.
Ukrayna bu savaşı kazanıp Rusya'yı kovmayı başarabilse bile ki bu çok zor, gelecekteki bir diğer savaşta teslim olacaktır.
Çünkü bu nüfus, sürdürülebilir bir savunma gücünü elde tutmaktan uzaktır. Şimdi darbe yiyen cam, kırılmasa bile gelecekte paramparça olacaktır.
Peki Türkler?
Sürekli düşen doğum oranlarımızla hangi "dünya hâkimiyeti" davasından bahsedebiliriz?
Ülkedeki doğum oranlarında kimlerin ve hangi grupların arttığından bahsedecek olursam öncelikle "halkı mezhep, din, dil ve etnik köken olarak ayrıma tabi tutmak" suçu işleyecek olacağım için bu konudan bahsetmeyi bile uygun görmem ve bahsedenleri de onaylamam.
Geçenlerde doğup büyüdüğüm mahalleye gittim.
Mahallemde ben küçükken sokakta bilyalı tahtalarla yokuş aşağı kayan çocuklar, birbirlerine tüftüfle ateş eden arkadaşlarım olurdu.
En az 40 çocuk mutlaka mevcuttu evimizi çevreleyen 4-5 sokakta. Ortalama bir soğuk günde bile en az 10 çocuk sayabilirdim.
Şimdi ise sokakta 2-3 çocuk saydım. O da yazın sıcağında…
Geçmişte mahalleye hâkim olan 40 çocuk yani yaşıtlarım, şimdilerde 45'li yaşlarda iken bizler aynı nüfusu yerine koymak şöyle dursun görünen o ki onlarcamız toplanıp 2-3 çocuk koyabilmişiz…
Demografi aleyhimize işliyor.
Roma'nın ardılı AB bizim kuyumuzu kazarken biz de onlar için bir sürpriz hazırlıyor olabiliriz; ama el bombasını ilk atan değil, bombanın patlama anında onu kucağında bulan kaybeder.
Bu bomba bizde patlamasın.
Çünkü sonrasında birbirimize faturayı kesecek ve birbirimizi suçlayacak bir ülke kalmayabilir.
Ben şimdiden söyledim. Gerekli kişiler gerekli önlemleri alsın.
Çünkü vergimi bunun için veriyorum. Devlet de benim gibi işini yapan insanların görev bölüşümünden müteşekkil bir bedense, o bedenin insicam ve sıhhati ile işleyen metabolizması olan kurumsal düzene inancım ve demokrasi ile konuşma hürriyetim çerçevesinde korkularımı ve çözümü dile getirdiğim satırlarım bunlardır.
Nüfus, nüfuzdur. Demografi ve göç ise birer silah.
Saygılarımla.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish