İnsanlık ciddi bir kriz içerisinde. İlk bakışta gözümüze çarpan iktisadi krizden ve pandemik travmadan daha derin ve özünde ahlaki bir kriz.
Bir yandan modernleşmenin parçaladığı, öte yandan ise ulusal sınırlar içerisinde baskı altına alınan insanlar, verili tüm değerleri sorgulamaya başladıkları gibi, hayatlarına bir anlam katan dinî değerleri de sorgulamaktalar.
Çeşitli nedenlerle bir pranga gibi ayaklarına bağlanmış olan ulusal aidiyetleri aşma ve özellikle de Batılı ülkelere iltica çabaları ise, nispeten yaşanabilir gibi gözüken bu ülkelerin sınırlarını kapatması ya da mültecileri dışlamasıyla, büsbütün çaresizleşmeleriyle sonuçlanmakta.
Türkiye de, çeşitli nedenlerle terk edilmek istenen ülkelerden birisi. Etnik, dinî, siyasi sorunlar bir yana, işsizlik, çalışma şartları, şehirlerde yaşamanın bir azaba dönüştüğü aşırı ve denetimsiz büyümeye giderek gıda ve çevre krizi de eklenmekte.
Özellikle de nitelikli insanların terk ettiği Türkiye, buna karşı çok daha fazla sayıdaki mülteci tarafından gerek geçiş için, gerekse de ucuz işçi olarak kabullenildikleri yerleşke olmak itibarıyla tercih edilmekte.
Hâl böyle iken, belli kesimler sanki hep aynı şartlarda yaşamaktalarmış gibi, bir vurdumduymazlık hâli içerisinde bildikleri o mutena hayatlarını sürdürmeye devam etmekteler.
Sözgelimi milletvekilleri, temmuz ayı maaş artışlarıyla, artık 40 bin yerine 56 bin lira maaş alacaklar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, gelen tepkiler üzerine kendi maaş artışından vazgeçse de, onun bu jestine, milletvekilleri katılmadılar.
Üstelik birçok milletvekili, anayasal eşitliğe aykırı bir biçimde, cari maaşları yanında emekli maaşlarını da almaktalar.
Zira sistem, biçimsel rutinini sürdürebilmek için vekilleri çeşitli imtiyazlarla donatarak ve gönendirerek, kendisine bağlamakta.
Onlar da giderek halkın değil sistemin vekillerine dönüşmekteler. Bu ise zaten etkisiz olan demokrasiyi daha da bir egemenler oyununa dönüştürmekte.
Olur olmaz meselelerde iktidara sataşan muhalefet milletvekillerinin bu konuyu suskunlukla geçiştirmeleri ise bir başka garabet.
Yoksa onlar da iktidar vekilleri gibi giderek içerisine gömüldüğümüz krizin ciddiyetinin farkında değiller mi?
Oysa Batılı ülkelerde milletvekili ücretleri çalışanlarınkiyle neredeyse eşit ve hatta bazı yerlerde daha da düşük.
Beri yandan asgari ücretin milletvekili ücretlerinin onda bir olması gibi akıldışı bir eşitsizlik de söz konusu değil.
Ne var ki sadece bununla kalmıyor, "sınıfsız imtiyazsız" ülkemizin mümtaz vekilleri. İktidar vekilleri(nin bir kısmı) memleket ahalisi ekmek bulma derdindeyken, bu konular üzerinde mesai yapmak yerine, kendilerine açık hac kontenjanlarından yararlanmak için meclisin de bir hafta erken tatiline de yol açacak bir biçimde Suudi Arabistan'ın yolunu tutuyorlar.
Bu sorumsuzca girişimlerinden nasıl bir fayda ummaktalar, Allah'ın nasıl bir lütfuna mazhar kılınacaklarını umuyorlar, bilinmez.
Oysa bu biçimsel dindarlık, günümüz şartları içerisinde dinin özüne aykırı bir duyarsızlık kadar, toplumsal koşullara aldırışsızlığı da ele vermekte.
Bu ise dinin de ötesinde, demokrasinin ruhuna da aykırı bir kendini bilmezlik değil mi?
Oturup da ülkenin geldiği nokta ve bu gidişatın nasıl önlenebileceği üzerine mesai yapmak yerine, kimi hacca, kimi de tatil beldelerine giden vekiller sorumluluklarının farkındalar mı acaba?
Yoksa artlarında güllük gülistanlık bir ülke bıraktıklarını mı düşünmekteler?
Yahut düşünecek çok daha önemli meseleleri mi var; bunun için mi gözlerden ırak bir melce arayışları?
Yahut burada yapamadıklarını hac yoluyla bağışlatabileceklerini mi düşünmekteler?..
Sadece vekiller değil tabi, halkın kendisinde de bu olağandışılığın üstesinden gelmeye dair bir emare gözükmemekte.
Sanki bir yıl içinde fiyatlar birkaç kat artmamış ve dolayısıyla da halkın geniş bir kesimi yoksullaşmamış gibi olağan yaşama biçimleri süregitmekte.
En azından kurban (Allah'a yakınlaşma) üzerinde, bu krizle birlikte bu yakınlaşmanın nasıl farklı bir anlama kavuşturulabileceğine dair bir tefekkür gerekmez mi?
Yeryüzünde "halife" kılınmak, kendinden, toplumdan ve yeryüzünden sorumlu olmak, temelde bu anlama gelmekte değil mi?
Zira kurbanın Hz. İbrahim'e dek varan kökensel anlamı, insan kurbanının, özellikle de çocuk (ilk çocuk) kurbanının tanrıyı hoşnut kılacağı veya belaları def edeceği zannına dair toplumsal geleneğin, insan yerine hayvanın ikame edilmesiyle ortadan kaldırılmasını amaçlar.
Ancak Tanrı'ya adanan bu kurbanın eti yakılmakta ve insanların faydasına sunulmamaktaydı. İşte bu gelenek de İslam ile birlikte ortadan kaldırılarak, kurbanlar yoksulların ihtiyaçlarına hasredilmiştir.
Günümüz için, nüfusun ve açlığın ciddi bir sorun haline geldiği ve genel anlamda (küresel) bir gıda ve beslenme krizine girildiği bu süreçte kurbanın, yani Allah'a yakınlaşmanın ve yoksulluğu önlemenin üzerinde yeniden düşünmek ve bununla ibadetler arasında yeni destekleyici bağlar kurmanın kaçınılmazlığı da ortada.
Zira Hz. İbrahim dönemi olduğu kadar, Hz. Muhammed'in dönemi de insanlık açısından ciddi kriz dönemleriydi ve bu krizler her iki peygamber öncülüğüyle insanlık için yeni yollar (şira'lar) açılarak atlatılabilmiştir.
Şimdilerde ise bu konuda tefekkür ve cehd yükümlülüğü, günümüz insanlığının omuzlarındadır.
Tüm insanlığın kurtuluşunu müdrik olmayan ve bunu amaçlamayan çabaların daha baştan akim kalacağının bilinciyle, insanlığı selamete kavuşturacak yollar için Allah'a (Hakikate, İyiliğe ve Doğruluğa) yakınlaşma çaba ve sorumluluğunu idrak eden müminlerin ve bu bağlamda tüm insanlığın bayramlarını tebrik ediyorum.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish