Moral bir mevzidir, her insan da bir bayrak!

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Ömer Seyfettin, Arta şehrinde Türkiye'ye teslim edilmeyi beklediği Balkan Savaşı sonrasındaki esaret günlerinde tuttuğu günlükte, enteresan bir olayı aktarır. 

Bugün de burada kalacağız sanıyorum. Yanımda kendiliğinden gelip teslim olmuş bir top­çu zabiti var. Hıristiyan olmak istiyor ve benim tercümanlık etmemi rica ediyor.

14 Kâ­nunusani 1328 (25 Ocak 1912)
«Balkan Savaşı Günlüğü» Ömer Seyfettin


Basit bir mantık yürütecek olursak bu zabitin, Ömer Seyfettin'den tercümanlık etmesini rica ettiği için Türkçeden başka bir dil bilmediği kesindir.

Ancak savaşın sonunda esir edilip Anadolu'ya gönderilmek istemediği de açık. Zira savaş öncesinde Hristiyan olsaydı olurdu ama savaş sonrasındaki bozgun psikolojisinde Hristiyan olmak istemesi manidar.

Belki de yakın bir bölgeden gelen bir askerdi ve ailesinin yanına dönmek istiyordu. Ya da varlıklıydı ve arazilerini, çiftliğini kaybetmek istemiyordu.

Ya da hiçbirisi de değildi ve sürekli kaybeden tarafta yer almaktan bunalan binlercesi gibiydi...

İşte geride bıraktığımız yüzyıldaki psikolojimiz biraz da buydu. Sürekli kaybeden tarafta olmanın bunalmışlığı.

Kaybeden milletler sıklıkla tepedekilerin "bir bildiği vardır" kelimelerine ya da "Halife hazretleri açıkta koymaz" tesellisine sarılırdı.

Girit'te boğazlanan on binlerce Müslüman'a Girit bir mezar olmaya başladığında halife onların bir kısmını Ege ve Akdeniz sahillerine yerleştirecekti.

Bugün halen Libya, Lübnan ve Suriye kıyılarında on binlerce Giritli muhacir yaşamakta. Hepsi de Abdülhamit'in buralara yerleştirdiği insanlar.


Vatan kaybının morali çok farklı bir parametreye oturur. 

Hazırlıklı olduğunuz bir savaşta direnciniz yüksektir. Ancak aniden paylayan ve kucağınızda bulduğunuz bir savaşta öncelikle şaşkınlık ve travma yaşarsınız ve bunu lehinize çevirme şansınız çok zordur.

Düşmanın "initial gains" denilen ön kazanımları sizin felaketinizin başlangıcı, moralinizin ilk kırılma anını oluşturur.

İnsiyatif alan ve ilk saldıranlar, "initial gain" elde ederler. İşte Balkan Savaşı'nda bu olmuştur. İlk saldıran taraf, psikolojinin en tepe kısmı olan moral kulesine, moral tepelerine bir güzel yerleşir.

Savaşlarda yüksek yerlerin ele geçirilmesi bir askeri zorunluluk iken yüksek moralin elde edilmesi de bir zorunluluktur.

İlk moral kazancı elde eden, bunu çoğunlukla sonuna dek kullanır.


İstisnai durumlarda tersi olmuştur.

1973 Yom Kippur Savaşı'nda Arap orduları ilerlerken İsrail'in morali çok kötüdür. "Zahal (İsrail ordusu) asla yenilmez" diye büyütülen İsrail askerleri birkaç günde 2 bin 500 İsrail askerinin ölümü ile sarsılmıştır.

Bu moral çöküntüsü, İsrail devletinin varlık ve yokluk anıdır. Nitekim ABD'nin de desteği ile toparlanıp Arapları püskürtmesi ve savaşın kaderini tersine çevirmesi buna örnektir.


Haçova meydan muharebesinde de otağa kadar gelen Avusturya ordusunun otağımızın önüne Habsburg sancakları dikmesi ve moral gücümüzü ele geçirmeleri ile galibiyet ümitleri düşmüş ve bozgun başlamıştır.

Şaşkın bir halde kalan III. Mehmed, ancak Hoca Saadeddin Efendi'nin güçlü tiradı ile savaş meydanından kaçmaktan vazgeçmiştir.

Savaş alanını terk etmeye hazırlanan padişahlarını, hocası atının gemlerinden tutmuş halde gören ordu, padişah hiç savaşmaya niyeti olmamasına rağmen en önde görmüş ve otağa kadar giren düşmanın kepçeler ve mutfak ekipmanlarının bile kullanıldığı bir şekilde püskürtüldüğü ve ileri harekatla çoğunun tepelendiği bir meydan savaşı da kazanılmıştır.

Moral bir kez çöktüğünde düşmanı gözünüzde büyütür ona yenilmezmiş gibi bakarsınız.

  1. Karabağ savaşında Karabağ'a ek olarak Azerbaycan topraklarının yüzde 20'sinin elden çıktığı günlerde Azerbaycan ordusu moral çöküntüsünü yaşarken, Ermeniler bunun zirvesinde idi.
     
  2. Geçen 30 yıla yakın sürede sadece Azerbaycan ordusu yenilenip eğitilmekle kalınmadı ayrıca o moral çöküntüsünü yaşamış kuşağın yerine yeni ve daha canlı bir kuşak getirildi. Hiç mağlubiyet tatmamış askerler, kendilerine ait olduklarını, kendilerinden çalındığını bildikleri bir vatan toprağını kurtarmak üzere yüksek moral ve bunu destekleyen yüksek teçhizat ve teknoloji ile saldırdılar. Moral avantajı bu kez Azerbaycan tarafına geçti.
  3. Morali bir kez yıktığınız vakit çorap söküğü gibidir ve o başarı serisini devam ettirmeniz için karşı tarafın her türlü zaafını kullanmanız lazımdır.
     
  4. Endülüs'ün kaybı esasen 1492'den öncedir çünkü moral çöküntüsü 1070'lerde başlamıştır. Bu tarihlerde Kurtuba Emevi halifesi güçsüzlüğünü belli edince, 1085'te Leon ve Kastilya kralı VI. Alfonso, bir İslam şehri olan Tuleytula'yı fetheder. Bu fetihten kısa süre önce şehre tutku ile bağlı olan Yahya el Kadir, rakip arap kabilelerine karşı Hristiyan yardımını talep etmiş ve Hristiyan orduları ile şehre muzaffer şekilde girmiştir. Yani şehre ilk Hristiyan ordularını kendisi sokmuştur. Nitekim kısa süre sonra Tuleytula ve 80'e yakın yerleşim birimini Hristiyanlara verecek ve şehir bir daha asla Tuleytula olmayacak şekilde Toledo olacağı bir döneme girecektir. Bundan sonra gerileme hiç hız kaybetmeden devam edecektir. 
     
  5. Benzer bir durum Irak'ın Kuveyt'i işgalinde de söz konusudur. Kuveyt ve Suudi Arabistan'ın Amerika ve İngiltere'yi bölgeye getirmesi ile birlikte körfeze yerleşen batılı güçler, İslam topraklarında "Yeni Ortadoğu", "Büyük Ortadoğu" dizayn etme cesareti bulmuşlardır.
     
  6. Endülüs'ün son bulduğu tarih olan 1492 ise aslında kıyıların kaybedildiği 1485, 87,88 ve 89 tarihlerinden sonraki sonuçtur. Deniz kıyılarını kaybetmiş olan bu devlet ne Osmanlı'dan yardım alabilecek durumdaydı ne de kıyılarını koruyabilecek bir donanması kalmıştı. Dahası İspanyollar her 5 kilometrede bir kıyıları savunmak için kuleler dikmişlerdi. Bu kıyılardan Müslüman ve Yahudileri tahliye etmek için bile ancak gece vakti yaklaşabilmiştir donanmamız. Kıyıları kaybedilmiş bir yarımadada Araplar için moral de kalmamıştır haliyle. Bu sebepten 1492 yılında son Arap kralı XII. Muhammed teslim antlaşmasını imzalayarak ülkesini vermek zorunda kaldı.
1.JPG

 

Yukarıda da gördüğünüz üzere Malakkah, Elmeriyye, Şulubiniye ve Elmunekkeb gibi mühim kıyı şehirleri düştü ve bunların hepsi de aslında yaklaşan felaketin habercisi idi.

Stratejik üstünlüğü yitirdiğinizde artık kaçış ve ölümü uzatma evresi başlamıştır. Kıyılar kaybedilmiş ise durum şuna benzer.

Sizi takip eden katiller var ve bir binaya giriyorsunuz. Kaçarken de en yukarı kata doğru koşuyorsunuz. Ümitsiz bir kaçıştır bu ve sadece zaman kazanırsınız ancak moral kaybedersiniz.

Sizi takip edenler de zaman kaybeder ama moral kazanır. Deyimi yerinde ise dinlene dinlene tırmanır ve canınızı kaderinizi ellerine alır istedikleri vakit ipinizi çekerler.

Stratejik bakmayan ve zamanında inisiyatif alıp savaşmayan liderler de kıyılarının düşüşünü bu şekilde izledikten sonra binanın üst katlarına çıkarcasına ülkenin iç kesimlere çekerler güçlerini.

Ne moral kalır ne kaynak ne de bunları yönetecek lojistik. Diplomasi bile yapabilecek haliniz kalmaz. Tam kuşatma altında kalmışsınızdır. Moralin yönetimi bile karşı tarafa geçer o vakit. Size ise o topraklardan çekilmek kalmıştır.

Bu esnada yığınla asil ve Arap Emirlik mensubunun Hristiyanlığa geçtiği kayıtlıdır Endülüs tarihinde.

Özellikle verimli topraklara sahip olan ve bunları kaybetmek istemeyenlerde bu oran daha fazladır. Endülüs'ün son bakiyesi olan dağlık bir kıyı bölgeye sıkışmış olan Gırnata Emirliği'nin de sonunda bunu görmekteyiz.

Emirliği oluşturan aşiretlerden bazısının liderlerinin Hristiyan olmaları bir moral çöküntünün sonucudur.


Yine benzer Hristiyanlaşma örnekleri tarihte mevcuttur.

İslam'ın kaybettiği, Hristiyan bir gücün yükseldiği bölgelerde örneğin Rusya'da da buna benzer örnekleri sıklıkla görmek mümkündür.

Başkurtlarda, Tatarlarda Hristiyanlığı kabul ederek Rus aristokrasisi ve ordusu içerisinde görev alan çok ama çok sayıda aile ve komutan yer almaktadır.

Örnek olarak Kabartey kökenli bir Çerkea asili olan Devlet Giray Mirza adlı Çerkes Beyi verebiliriz.

Bu kişi, Hristiyanlığa geçmiş ve Alexander Bekoviç Çerkaski adını alarak Orta Asya'ya yönelik Rus ordularının ilk seferlerine kumandanlık etmiştir.

Yani ağaca vuran baltanın sapı, ağacın kendisindendir. Sözde Ermeni soykırımı şakşakçılarından olan Alman parlamenter Cem Özdemir de Kabertey'dir ama tarihteki kahraman Çerkes Beyleri gibi değil Devlet Giray Mirza gibi bir Çerkes olmayı seçmiş olması da içerisinde büyüdüğü ülkenin moral bütünlüğü içerisinde şekillenip güçlü olan safta güçle konuşmanın verdiği rahatlıkla da alakalıdır.

Bu sebepten de bireysel seçimine saygı duymamız gerekiyor ancak safını seçtiği moralin yönü, onu temsil ettiği topluma değil ait olduğu gücün toplumuna ait kılmaktadır.

Tıpkı Alexander Bekoviç Çerkaski'nin bir Rus olarak ölmesi ve ölmeden önce Rus olduğunu defaatle tekrarlaması gibi o da bir almandır ve Çerkezlikle ya da Türklükle çok fazla bir bağı yoktur.

Etnik şekillenme ve gurbette doğmuş olmak ayrı bir yazının konusudur ama burada bilmeniz gereken şey, insanların gücün merkezine göre şekil değiştirme eğiliminde olmalarıdır. 


Yine Tatar Kasım Hanlığından Seyid Burhan Han'ı da anmak lazımdır. Hanlığı güç kaybettiği dönemde Vasil adını alarak vaftiz olmuştur. Bunun soyundan gelenler bugün Ruslar arasında kaybolup gitmiştir.

Abhazya'daki Çaçba asil ailesi de garip örneklere sahiptir. Osmanlı adına buraları yöneten Ömer Bey Çaçba bölge Ruslara geçerken Dimitri adını almıştır. Bu da İslam'la geç tanışan bir toplumdaki geçişlere örnektir.


Yine onun akrabası Abhazya Prenslerinden Hamud Bey Çaçba örneği de ilginçtir. Prenslik Osmanlı'ya geçmeden önce Hristiyan'dır.

Geçtikten sonra İslam'a girmiştir. Sonrasında bölge Ruslara geçerken yine Hristiyan olmuştur. Burada bir nüans da şudur: zamanın ruhu...

Zamanın ruhunu okuyarak yükselen gücün idaresinde yükselmek için Hristiyan olanlardan biri de bir Azerbaycan Türkü olan Mirza Kazım Bey'dir.

Son derece ateşli bir İslam savunucusu olan ve iyi bir dini eğitim almış birisi iken Hristiyanlığa geçme serüveni, yaşadığı coğrafyanın Ruslarca ele geçirilmesi ve yaşadığı sürgünler sebebiyle olmalıdır.

İnsan bazen taşıdığı dini taşımaktan yorulur ve kazananlar kulübünde olmak için en kısa yolu tercih eder. Ancak verdiği yapıtlarda İslam'a olan saygısı gözle görünür derecede barizdir.

Şahsen ben bile Beşiktaş uzun süre şampiyon olamadığında kısa bir süreliğine Galatasaray'ı tercih ettiğim dönemleri bilirim.

Sonra tekrardan Beşiktaş taraftarı olmuştum. Yani tabi ki dini duyguları takım tutacak kadar zayıf olanlar için bu dediğim durum da mümkündür.


Geçmişte İran tarafından yönetilen ya da İran'daki Türk hanedanlara bağlılığı olan Gürcü prensleri de böyle gitgelleri sıkça yapmışlar.

İran'da bile İran devrimi döneminde Şah'ın ailesinden Hristiyanlığa geçenler olmuş. Moral çöküntüsü beraberindeki manevi her şeyin çökmesi demektir.

Çünkü moral, İngilizcede Ahlak kelimesinin de karşılığıdır. İran Şahı Rıza Pehlevi İran İslam devriminde ülkesinden ayrılıp kaçtığında en büyük kızı Hatice Pehlevi de o dönemlerde Katolikliği benimsemiştir. ABD'de Santa Barbara'da bir Katolik cenaze düzenlenerek defnedilmiştir.


Günümüzde Gürcistan'da bulunan ve Müslüman Gürcülerin yani Acaraların yaşadığı yerde de bu nevi Hristiyanlaşmalar hem tarihte yaşanmıştır hem de günümüzde yaşanmaktadır.

Acaralı derebeylerden Şerif Bey de moral rüzgarları yön değiştirdiğinde, bölge Ruslara geçtiği anlaşılacağı vakit malını mülkünü korumak için Hristiyanlığı kabul edenlerdendi.

Oysa Acara bölgesinin hem sancak beylerinden biriydi hem de Kırım Savaşı'nda Ruslara karşı savaşmıştı. Ancak işler kötü giderken 1877-1878 Osmanlı Rus savaşında Rusların safına geçmiş ve General rütbesi alarak Hristiyan inancını benimsemiş ve topraklarında asil ve varlıklı bir soylu olarak dedelerinin kazanımını devam ettirebilmişti. 

Trabzonspor'un eski yöneticisi Mehmet Ali Yılmaz'ın yakın arkadaşı olan Batum merkezli Acara bölgesinin eski lideri Aslan Abaşidze de bir ara Gürcistan'a vergi vermeyen ve neredeyse bağımsız, Rus destekli bir Acara devletini kurmak üzere idi…

2004'te Gürcü hükumeti ile arası limoni iken Rus desteği için Moskova'ya sığınmış ve vaftiz olmuştur.


Bu din değiştirmelerin bir kısmı da kazanım elde etmek için kısa süre önce Müslüman olan ya da en azından Müslüman görünen ailelerde görülen bir şeydir ancak yukarıdaki birçok örnekteki gibi yüzyıllardır Müslüman olanlarda da görüldüğü için sebebi sadece buna bağlamak olmaz.

Mesela Yunan isyanının önderlerinden olan Mihalis Kurmolis'in esas adı Hüseyin Ağa'dır ve Giritli bir Müslüman ailedendir.

Bu geçişleri günümüz şartlarında anlamak zordur ancak eskiden güvenliğin ve otoritenin el değiştirdiği dönemlerde insanlarda bu duygunun nasıl olduğunu anlamak çok zor değil.

Daha 5-6 sene öncesine dek kapımıza gelen ve Sızıntı dergisi aboneliği için iflahımızı yiyen tiplerin şimdi sosyal medya sayfalarında Türk Bayrakları ve milli irade kelimelerini kullanmaları buna bir örnek değil midir?


Bu konuda turnusol biraz da en çok yaygara yapanlara aittir. FETÖ diye en çok bahsedenler genellikle onlarla en çok iltisaklı olanlar oluyor.

Bana birisi "Neden FETÖ hakkında çok şey söylemiyor neden sayfanda mesaj vermiyorsun?" demişti. 

"Bu konuda yaygara yapmak, bağırıp çağırmak, geçmişini unutturma gayreti olanlara aittir" demiştim; benim tavrım ve yazdıklarım hep ortadaydı. Üniversitedeki arkadaşlarım ve çevrem bilen bilir beni.

Haliyle kimin saklayacak şeyi varsa yaygarası daha yüksek oluyor. Yeni başlayan süreçte de kazanan olmak istiyorlar.

Eskiden bey olanlar, eskiden Pensilvanya'da etek öpenler şimdilerde de "yerli ve milli" yaygarası ile aynı konumlarını koruyabiliyorlar.

Ben şahsen bunlar için "fikir fahişesi" tanımını uygun buluyorum. Her durumda kazanan olmak ve her dönemin beyi olmak tam bunlar için doğal bir şey doğrusu.

Bu insanlar için moral çöküntü var mı yok mu? Gerçekten bilmiyorum ancak bunları koltuk ve makam işgal ederken görenlerin her tür milli ve manevi inanca saygısı ve morali kesinlikle sarsılacaktır.

İşte o moral bir kaledir ve yıkılmamalıdır. Moral, etekleri ahlak siperleri ile korunan bir tepedir. Etekleri ele geçirilen bir tepenin kalanı da düşecektir.


Girit'in kaybına doğru giden süreçte adadaki katliamlar, Hristiyanların adeta at oynatması ve Müslümanların sahipsiz kaldığı II. Abdülhamit döneminde de adadaki irtidad hadiseleri yani dinden (İslam'dan) başka bir dine dönmeler da yüzde 5-6 ve kimi yerde yüzde 10'ları bulan yoğunluklardadır.

Bunlar yaşanmıştır ve gerçektir. Bunu Girit ile alakalı kitaplarda ve arşiv belgelerinde okuyabilirsiniz.

Kazan Hanlığının çöküşünde, Astrahan Hanlığının, Gırnata Emirliğinin çöküşünde ve Balkan Savaşlarında bu hadiseler yaşanmıştır.

Gelecekte de yaşanacaktır şüphesiz. Belki de bu sebepten İslam dünyasının dört bir yanında başarısız, liyakatsiz önderlerin liderliği altındaki yüzlerce milyonluk İslam coğrafyalarında Müslümanların bir aşağılık kompleksi yaşamaları ve gelecekte Hristiyanlaşmayı kendi rızaları ve iradeleri ile kabul etmeleri isteniyor.

Hristiyanlaşma derken bir dini açıdan Hristiyanlaşma var bir de kültürel Hristiyanlık ki onun tüm modada, sinema ve sanatta derin şekilde kuşatması altındayız ve alternatifler üretemiyoruz.


Günümüzde Hristiyanlık, modern dünyanın sunduğu "yaşam şeklinin" sosu halinde verilir. Avrupa'da özellikle İskandinav ülkelerinde Hristiyanlık her ne kadar dini bazda mevzi kaybetse de yaşantı ve kültüre hakimdir.

İşte o yaşantı ve kültür, Avrupalılığı ve küresel kültürü, "dünya vatandaşlığını" adres göstermekte. Yeni bin yılda İslam dünyası Hristiyanlığa yenilmekle kalmayacak büyük ölçüde dinden çıkma hadiselerine de şahit olacağız.


Geçmişte Filipinler, Müslüman bir coğrafya iken Latin istilası ile vaftiz edilerek diğer cenaha kazandırılmıştı. Buna rağmen fakir kalmaya devam etti tabi.

İslam ülkeleri genellikle fakir, fakir değilse de antidemokratiktir. Bu değişmeyecek. Pakistan'da demokrasinin muhalefetin satın alınmasıyla nasıl manipüle edildiğini gördük.

Birbirinden nefret eden muhalefet partileri, batıyla işbirliğine o kadar açık ki 1080 yılında rakibi olan Arap emirlerine galip gelmek için Tuleytula'ya Hristiyan orduları ile giren Yahya El Kadir'i hiç aratmıyorlar.

Birbirinden nefret eden muhalefet partileri her an bir sermaye grubu ya da dış güçle ittifaka hazır. Milli adayların adı esamesi okunmuyor, okutulmuyor.

Oysa moralleri küllerinden dirilten tek şey milliyetçiliktir.

İnsanları ya parayla ya özgürlükle tatmin edersiniz. İslam dünyasında tatmin yok.

Bu tatmini sağlayacak bir ruh, bir yeni hikaye de yok. Müslümanlar birçok yerde duygusal ve içi boş bir politik romantizm ile dehleniyor.

Konuşan kimselere "çok konuşuyor" veya "ileri geri konuşuyor" deniliyor. Sistem neredeyse hiçbir ülkede yok.


Bir kadın bir otobüse belki 10. Kez biletsiz biniyor. Yaka paça dışarı çıkarılıyor. Halk sosyal medyada linç kervanına katılıyor sonra otobüse biletsiz binecek hiç kimseye hiçbir şoförün çık demesi bile mümkün değildir.

Nerede kalır peki bilet verenlerin hakkı? Kurallara itaat edenlerin hakkı nerededir?

Sokakları köpekler için atılan kemikler, tavuk derileri, kokmuş yemek artıkları ile dolu olan kuralsız bir ülkede yaşıyoruz. 16 milyon sokak köpeği ile dünyaya medeniyet adına ne verebiliriz?

Sokaklarında köpek gezmeyen, temizliğini ballandıra ballandıra anlattığımız Avrupa ülkelerinin haline bakın bir de Ortaçağ Avrupası'nın pislik içindeki görüntüsünü betimleyen yazılarına.

Gidişat bellidir. Kuralsızlık hayatın her aşamasına hakimdir. Biz, merhametle başlayan her meselede kuralları bolca iğdiş eden süreçleri yaşaya yaşaya merhametten maraz doğar atasözünü söylemiş bir milletiz.

Köpek duyarı başlıyor bu kez köpekler üzerinden dilencilik yapan kimselerin rantını izliyoruz.

Teyze duyarı başlayacak bu kez de otobüslere biletsiz binen ama kirada 3 dairesi olan teyzeleri izliyoruz.

Çok mu zor kuralları koymak ve uygulamak?

Sokaklara yemek dökemezsin. Kurallar ile sabittir. Kanun maddesi ile sabittir ve yasaktır. Hayvanlar için para toplayamazsın ve sokakta hayvan besleyemezsin. Bu da kanunen yasaktır.

Yasak var ama denetlenmiyor, uygulanmıyor. İşte bu kuralsızlığın tamamı, insanın kendi ülkesini hor görmesi, ciddiye almaması ve moral çöküntünün bir öncesi olan "milli özgüven" kaybını getirir.


Buna ek olarak liyakatsiz kişiler, yayın ile akademisyen olmak yerine "dayın" ile akademisyen olanlar, akraba ve eş dost atamaları yapanlar ve basit bir derdi anlatmak için sosyal medyayı kullanmak isteyenlerin olduğu yönetişimsiz ve tepeyle iletişimsiz ülkeler İslam dünyasının gerçeğidir.

Bu da toplumları toplumsal tıkanma ve ardından çöküntü dönemlerine götürür.

Toplumsal çöküntü dönemleri, insanları Allah'a yöneltmez bilakis Allah'a yöneleceği safı değiştirdikleri anlardır.

Moral çöküntünün de sebebi kuralsızlık ve kuralsızlığın en çok sevdiği şey olan kurumların işlemezliğidir.

Kalplerde şampiyon olan ama başka hiçbir yerde şampiyon olamayan dini de terk ederler o vakit.

1912 yılında aniden başlayan Balkan Savaşı'nda bir Ömer Seyfettin buna tanıklık etti ise, daha kim bilir kaç tanesi yaşanmıştır ve kim bilir kaç kez daha yaşanacaktır?

Ben ve birkaç kişi gibi sürekli olumsuzluklardan bahseden "baykuş" ağızlı kişileri okumayıp dinlemeyebilirsiniz.

Hakkınızdır ama bizler kötüyü daha başa gelmeden emarelerini görüp anlatıyoruz ki önlemi alınsın.
Türkiye bir mimar kaybetti, Avusturya bir taksi şoförü kazandı diyenlere örnekler çoktur.

Söylenmeyenleri de var elbette. Türkiye bir Fatma, bir Ayşe kaybetti, ABD, Fransa bir direk dansçısı kazandı diyemeyen de vardır.

Mutlaka vardır ama öne çıkamaz bunlar. Türkiye bir Meryem kaybeder İtalya bir Maria kazanır. Dert etmeyen için dert midir ki?

Türkiye'nin kaybettiği her kuşak o kuşakta kaybedilmemişse dahi 2, 3 veya 4. kuşakta mutlaka kaybedilecek bir bireydir.

Millet, vatan üzerinde geçerli bir kavramdır. Vatanın dışında söner o hissiyat bir süre sonra…


Şu günlerde "Türkiye bir mühendis kaybetti ABD bir pizzacı kazandı" diyenlere de sorsanız milliyetçidir ancak içi boşalan moral duygular, milliyet bilinci dahil diğer tüm ağır manevi kavramları da bu boş moralde yüzdürmez.

Osmanlı'nın dağılma dönemindeki Arnavut kökenli entelektüellerden Faik Bey de onlarca kuşak Müslüman devam eden bir aileden gelip en güçlü İslam ülkesi Osmanlı'nın hasta adam olduğu dönemlerde Hristiyanlığa geçerek adını Dominik yapmıştı. 

Kendilerine sahip çıkılmayan onca insanımızı bir başka diyarda kar tanesi gibi erimeye terk ediyoruz. Rahat uyumamak gereken bir şeydir bu.

Dindarımız da ateistimiz de kendisine ulaşan bir işsize, aşsıza kayıtsız kalmamalı. Daha dün Ukrayna savaşı başlamadan önce Mariupol hedef olacak ve bu şehirde yaşayan ve Grek olarak kayda geçirilmiş Kıpçak Türkçesi konuşan Hristiyanlara sahip çıkmamız lazım demiştim.

Ne çıkar 100 bin veya 150 bin kişinin Türkiye'ye getirilmesinden? Şüpheniz olmasın bu insanlar Türkiye'de dillerini konuştukları ülkenin değerlerini alıp bizlerle kaynaşacaklardı.


Ne oldu? Yunanistan benden tam 2 ay sonra Ukrayna'dan 160 bin kişi kabul edebiliriz açıklamasını yaptı ve bunları yerleştirecekleri yer de Trakya olacaktı.

Bunu da söylediler zaten. Maksat hem Batı Trakya Türklerini daha da azınlığa düşürmek hem de Türkü Türke karşı gelecekte savaştırmak…

Ukrayna'dan gelen Kıpçak Türkçesi konuşanları yetiştirip Yunan bilinci verip Türk sınırına Yunan askeri olarak dikmesi için Yunan'a bu fırsatı biraz da biz verdik.

Daha önce davranıp bizler o insanlara kapı olabilirdik. Milyonlarca insana aş, ekmek ve sıcak çorba kapısı olan Anadolu'nun defterinde Mariupol'deki Hristiyan Türkler mi eksikti? 


Bu dar zamanda onları alan her dindar çevre aynı zamanda bu kimselerin gönlüne girmiş ve belki onları İslam'a ısındıracak bir süreci de başlatmış olurdu.

Ama bu dediklerim duyulmadı ve bilinmedi. Şimdi Yunan, 160 bin insanı getirecek ve bizlerle aynı soydan gelen insanların bize düşman edilecekleri bir eğitimden geçirilecek tüm bu insanların nesli.

Savaş bölgesinden getirilen, moralleri bitik insanlara her şeyi yaptırırsınız. Onları Türkler'e  dost da, düşman da edebiliriniz. Çünkü moral eğitimi ve moral yapılandırması bir süreçtir.


Morallerin yükseltilmesi gibi düşmesi de milli bir meseledir. Çevrenizde morali ve geleceğe dair ümidi yok olan her insan belki bir bayraktır.

Umudun düşmesi de bayrağın düşmesi gibi çok mühim bir meseledir. Düşüşü kolay ama yeniden yükseltmesi hayli zahmetlidir.

Millet, milli şuura sahip insan topluluklarından oluşur ve ayakta duran, ayakta tutulan her bir ümit, geleceğe dair umudu olan her bir genç, dalgalanan bir bayraktır.

Onlara maddi ve manevi, fikirsel destek olan her insanımız da o bayrağın bayraktarları… İnsanını bayrak bilen ve onu ayakta tutan milletler yücelir.

Milli şuur, "vatan, millet, Sakarya" edebiyatı ile konuşup lüks aracına atlayıp evinde varaklı mobilyalara oturmak değil milletin fertlerinin düşüşüne sessiz kalmamaktır.

Bayrak düşünce sanılır ki ülke düştü... Oysa bayrak en son düşendir.

Önce ahlak düşer sonra hırs öne çıkar ve düşen bu kez liyakat olur. Sonra insanlık düşer, ardından ticaret ahlakı, doğruluk. Sonra ekonomi alır darbeyi.

Derken eğitim, gençlik ve ordu bozulur sırasıyla. En sonlara doğru camiler düşer, minareler de beraber. Sanılanın aksine Bayrak en son düşendir.

Ama biz hep o düşünce düştü sanırız diğerlerini. Çünkü diğerlerini toplum değil entelektüeller ve vatanlarının dertlileri, sorunluları görür.


Arkadaşlar,

Milletlerin moralini yüksek tutan şey, yukarıda saydıklarımızın tamamıdır. Bunlar yoksa geriye devlet de kalmıyor din de… Hiçbir zaman aklınızdan çıkarmayın: 

Moralinizin yüksek olması yukarıda saydığımız her şeyin hakkının verilmesi ile orantılıdır. Moralin devamı, ahlakın devamı ile ahlak ise eğitimi ve ekonomisi, liyakati üstte tutan sistemli kurumlar ve kuralların tavizsiz ifası, ikamesi ve idamesi ile mümkündür.

Bir parça bozun moralinizi ve rahatınızı diye yazdım çünkü morali bozulan milletler karşı tarafa moral üstünlüğünü vermiş olurlar ve kendileri de kaybedecekleri moral çöküntüsüyle dolu çorap söküğü gibi gidecek kötü bir döneme girerler.

Geçmişte çok kaybettik ve onları sayıp destan yazmak istemiyorum.

Bunların hepsi yaşandı ve çok da kolay unutuldu... Yeniden yaşanmaması için hiçbir sebep yok ve şartlar da tamamen uygundur.

Siz siz olun, nereye giderseniz gidin, bu topluma umut olmaya devam edin.

Umut her şeydir! 

Morali, kişilerin ve kurumların ahlakını da yeniden yüceltecek olan şey umuttur.

İlkeli insan, ileri insandır ve bizler bunu başaracağız.

Zor olacak, çok linç yiyecek ama yapacağız. Karanlık uzay gibi geniş de olsa yıldızlar milyonlarca kilometreden seçilenlerdir. Karanlığın adı yoktur ama en parlak yıldızların adları bilinir.

Bu toplumda karanlığı değil aydınlığı yüceltecek olanlar da şüphesiz bir bedel ödeyecekler.

Ödenen bedelin karşılığını ise mutlak bir beyaz ülkede alacağız ve buna şüphe yoktur.

Allah, vatan, namus ve ittihat! 

Saygılarımla.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU