Yazının sonunu başa alayım şimdilik...
Kurt, hayata yeni başlayan yavrusuna dünyayı tanıtmaktadır.
Çıktıkları dağın zirvesinden ovada yayılan koyun sürüsünü gören yavru, babasına sorar:
- Bunlar nedir?
Babası anlatır:
- O gördüğün genç canlılar, koyundur. Etleri çok lezzetlidir. Fırsatını bulursan hemen birini yakala.
Yavru bu defa çobanı göstererek sorar:
- Elinde değnek olan kimdir?
Baba bu defa çobanı anlatır:
- Sakın ona yaklaşma. Gördüğün zaman kaç ve saklan.
- Orada bize benzeyen biri var. O kimdir?
Baba iç çekerek cevap verir:
- Asıl ocağımızı söndüren o bize benzeyip de bizden olmayandır. Sürünün köpeğidir.
Ondan uzak dur!..
Lise yıllarım; yoksulluk, marangozhanede çıraklık, kalfalık yaparak ve kul û keder içinde geçti.
Aslında en kötüsü neydi biliyor musunuz; ders çalışmaktan aşık bile olamadım. Tabi, yoksul olunca ekonomik öncelikler daha ağır basıyor. Aşık olmak katmerleşerek zorlaşıyor.
Neyse başınızı daha fazla ağrıtmayayım. Sonuç olarak marangozhaneden arta kalan zaman ve uykumdan verdiğim ödünle üniversite sınavından yüksek bir puan aldım.
İstanbul'da aklınıza gelebilecek ilk beş üniversiteden birini kazandım. Hangi üniversite derseniz; şimdi ipucu olarak rektörün ismini verip, ağa babalarının önünde rencide etmek istemiyorum.
Biraz birikmiş param ile İstanbul'a uçak bileti aldım. Uçağa bin, yerleş derken havalandı. Arkamda oturan çocuk yolculuğu zehir zıkkım etti bana. İki saatlik yolculuk bitmek bilmiyordu.
Derken pilot Türkçe ve İngilizce anons yaptı; "Sayın yolcularımız takriben 15 dakika sonra İstanbul Havaalanı'na inmiş olacağız."
Yanımda oturan yaşlı bir anne Kürtçe olarak "Ne diyor bu oğlum?" diye sordu…
Uçak tam piste indi. Bir anda yolcular ayaklandı. Hostesler anons ediyor; "Kurban kemerlerinizi çözmeyin, hayran yerlerinize oturun. Ne olur telefonlarınızı kapatın…"
Taksim Meydanı'na yakın bir yerde inmek üzere servise bindim. Meraklı bakışlarla İstanbul'u izliyorum. İstanbul bir ülke, başka bir dünya...
Şansıma kırk takla attıktan sonra devlet yurdunda yer buldum ve yerleştim. Diyarbakır'dan geldiğim için yabancılık çekiyorum; ürkek de olsa iletişim kurmaya, geliştirmeye çalışıyorum.
Bu çabayla azınlık da olsak bir araya gelecek bir grubumuz olmuştu. Ortak noktamız; ürkekliğimiz ve Kürtlüğümüzdü. Bu iki özelliğimiz kolayca yaklaştırmıştı bizleri birbirimize.
İlk dersler heyecanla başladı. Zamanla heyecan ile ürkekliğimiz de azaldı. Yaşadığımız coğrafyadan gelen arkadaşlarla birbirimize daha da yakınlaştık, kadın, erkek keşiflere çıkıp gezip, tozuyorduk.
Zaman ilerliyordu. Sonbahar son demlerini yaşarken okulda temsilcilik seçimlerinin olduğunu üst sınıftaki kekêlerden öğrendik.
Her akşam Bingöllülerin işlettiği bir çay ocağında kadın erkek oturuyoruz. Tabii ki bir kamyon insanız. Çay ocağının sahibi de bize cins cins bakıyor. Çünkü kadın arkadaşlar yanımızda.
Bir oturuşta ortalama 30 tane çay içiyoruz. Çay diyorsak tabii ki kaçak çay. Çayın yanında sigara içen arkadaşlarımız olmasa daha güzel olacak ama yapacak bir şey yok.
Hele Argeş diye bir arkadaşımız. Bir kilo bıyığı var. Bir de üstüne kıfo kıfo tütün içiyor. Akşam yurda gittiğimizde vallahi saçımdan bile sigara kokusu geliyor.
Ama buna rağmen o sigara dumanından oluşan bulutların arasından Dicle'ye bakmaktan da kendimi alamıyorum. Ele güzel, ele tatlıdır... Tabi kendisi hiç bana bakmıyor. Neyse tek gündemimiz var temsilcilik seçimi.
Almışız kağıdı elimize yazıyoruz. 'İstanbul gurubu', 'Karadenizliler grubu', 'Çukurova grubu', 'Cemıt grubu' (Erzurum, Kars bölgesindekiler) , 'İç Anadolular grubu' 'Vanlılar grubu', 'Ege grubu', kendine 'İyi grubu' diyenler var. Tabi biz Kürtler de varız.
Her ne kadar onlar bize 'Doğulular grubu' dese de biz bu laftan nefret ediyoruz. Tabi Kürt grubun içinde olmayıp da takım elbise, sivri burun ayakkabı ile üniversiteye gelen gruplar da var.
Onlar da kendilerini Doğulu olarak tanıtıyor. Sürekli tespih ellerinde anadillerini inkar edecek düzeyde çarpık Türkçe ile iletişim kuruyorlar. Bize Doğulu diyen bir grup da onların Türkçesiyle alay ediyorlar. Bu kundırler de bu alayı sevgi göstergesi olarak algılıyorlar…
Neyse, kendi kendimize diyoruz ki "Kürtler olmadan seçim olur mu?" Valla baktık ki bizi dışlayan gruplara göre oluyormuş. Bu gruplar da kendi aralarında birleşip iki guruba evrilmişler. Bir grup kendine 'Sarılar' diyor. Diğeri de kendine 'Yeşil Grup' diyor.
Gel zaman git zaman bir akşam çay ocağında kaçak çaylarımızı yudumlarken, takım elbiseli, sivri burunlu kekolar yanımıza geldiler. Recep abê sordu; "Hayırdır, gençler?"
Hemen atladılar; "Biz de Kürt'üz biliyorsunuz." Bu Sarı Grup diyor, "Sizin oylar olmadan temsilci seçilmiyor." Dedim ki "Niye onlar gelmiyorlar da sizlerle haber gönderiyorlar."
İçlerinden biri şöyle dedi:
Abê onlar diyor ki, 'Bunlar her zaman kendi aralarında Kürtçe konuşuyorlar. Biz pek anlamıyoruz.' Onun için biz geldik. Kırmayın bizi onları destekleyin. Hem bizi seviyorlar hem de Kürt komşuları varmış. Çok iyi insanlarmış.
Tam bir şey diyecektim ki "Neyse" dedim ve cevap verdim: "Söyleyin onlara bu tekliflerini düşüneceğiz." Arkadaşlar bir anda bana baktılar. Kafamı salladım o iş bende dedim.
Bir cuma akşam yine çay ocağındayız. Bu defa da 'Yeşil Grup'tan birkaç kişi geldi.
"Selamun aleykum"; "Aleykum selam."
"Kardaş" dediler;
"Biliyorsunuz dıj güçler bu seçimlere çok müdahale ediyor. Rektör de bizim bir dediğimizi iki etmiyor. Önceki dönem üniversite temsilcisi de hep bizden çıktı."
Baktım içlerinden biri "Okulun güvenlikçi abileri de bizi çok sever" dedi ve şöyle devam etti:
"Sizin yurdun güvenliği de aynı firma da. Hepsi de arkadaşlar. İcabında yurtta bir sorun olsa her türlü hallederiz. Siz bize destek verin. Bu 'Sarı Grup'ta okulu batırmak, geriye götürmek için ne desen var."
Dicle arkadaşımız; "Kaçak çayınızı içtiniz, afiyet olsun, hadi iyi akşamlar" dedi. Dicle'ye hafif bir tebessümle bakarak "Bir dakika" dedim. 'Yeşil Grup'takilere döndüm; "Kardaş size kararımızı bildireceğiz" dedim.
Yine gergin bakışlar bana döndü... Tam kalkacağız, çay hesabı yapılıyor, baktım Mahmut tuvalete gitti. Sedat telefonla konuşmaya başladı. Diğeri elini cebine atmış ama eli cebinden çıkmıyor. Lanet gelsin dedim cebim deki 20 TL'yi attım masaya. Bir iki arkadaş da biraz para koydu. Anlayacağınız hesabı yine bize kitlediler.
Yurda dönerken de "Hadi ne var aklında" dediler. Dedim ki; "Sabah kantinde üçgen masada buluşalım. Herkes yanında kırmızı bir karton ve bir de keçeli kalem getirsin. Sabah anlatırım…"
Gece yatakta bir sağa, bir sola dönüyorum. Arada manasız bir şekilde gülüyorum. Dicle aklıma geliyor. Tabi sonra sabah konuşacaklarımızı kafamda netleştirmeye çalışıyorum.
Sabah oldu, doğru fakülteye yol aldım. Yavaş yavaş toplandı arkadaşlar. Pinti Mahmut da gelince, başladım:
"Arkadaşlar bizim oyumuz ortalama 12'dir. Sarı ile Yeşil grubun da oyu 30-40 arası değişkenlik gösteriyor. Anlayacağınız biz olmadan seçimin kazananı da olmayacak. Kürtler olmadan seçim olur mu? 'Evet' deyip seçim çalışması yapanlar şimdi matematiğin gerçekliğiyle yüzleşecekler.
Şimdi alın kartonlarınızı yazın;
-
Anadilimizin üniversite yönetimi tarafından yasal güvenceye alınması,
-
Üniversite yönetiminin asılsız ihbarları sonucu cezaevinde olan hasta tutuklu arkadaşlarımızın serbest bırakılması için ihbarların geri alınması,
-
Üniversite yönetimi tarafından tecrite alınan fikirlerin konuşulması için derhal tecritin kaldırılması,
-
Üniversitede öğrencilerin de katılımıyla güçlü demokrasinin inşa edilmesi,
-
Tarafsız ve bağımsız disiplin kurulunun oluşması,
-
Biz Kürt öğrenci ve hocaların sorunlarının çözümü için demokratik zemin,
-
Kadınların üniversite temsiliyetinde ve her alanda yer alması
-
Okul kantinindeki fahiş fiyatların kaldırılması,
-
Üniversitenin yeşil alanına saygı,
-
Demokratik bir üniversite anayasası
İşte bu maddeleri güçlü olduğumuz amfilerin kapısına asacağız.
Tutumumuz ve taleplerimiz budur. Bu tutum belgesine imza atanlara desteğimiz açıktır.
Seçimin sonucunu belirleyecek olan da bu tutum belgemizdir."
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish