Asker bir millet: Türkler

Umut Ataseven Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Pinterest

Orta Asya'nın bozkırlarında, at sırtında, otağı kutsal bir ırkın varlığından haberdarız. Bu ırk sadece kavramsal olarak adlandırılmış bir ırk değildir.

Kendine has gelenek ve görenekleri oluşturduğu dönemle şekillenmiş bir ırktır Türkler. Kutsiyet arz eden bir dinleri vardır. Gök Tengri onları bu dünyayı nizam etmek için görevlendirdiğini dile getirirler.

O dönemde eşi benzeri görülmemiş töre adı verdikleri hukuk temelleri vardı. Safkan bir kültüre sahip idiler. Kültür yapar, yaşar ve yaşatırlardı. Bu eşsiz ırk, zamanla dünyanın geri kalan topraklarını itaati altına almak istediler.

Atları ile bozkır topraklarını aşıp; Avrupa'ya, Karadeniz'e, Anadolu'ya doğru yola çıktılar. Erkekleri devlet kurar, baş olurdu. Kadınları eş olur, başa eş olurdu, Çocukları büyür, ataya hizmet ederdi, Aman dilettiler yeri geldiğinde, yeri geldiğinde ise merhametleriyle dünyayı titrettiler.

Savaştılar… Savaşırken birçok yöntem kullandılar. Savaşları göreceğimiz bu makalede daha çok devletlerarası savaşlar, savaş sırasında izledikleri stratejiler ve bu stratejilerin devlet bekası açısından etkilerini anlatmaya gayret edeceğiz.

Tarihi olaylara baktığımızda, savaşların basit bir olay gibi izah edildiğini görürüz. Oysa savaşlar, milletlerini kaderini belirleyen önemli olaylardır. Türk Devletleri hüküm sürdükleri coğrafyalarda sürekli tehdit alında kalmışlardır.

Ama bu doğrudan jeopolitik konumla alakalı bir olay değildir. Devletinin adında geçen Türk kavramı birçok devleti rahatsız etmiş ve hala gümümüzde bile rahatsız etmektedir.

Bu denli düşman eden bu kavram aslında içinde bulundurduğu tarihsel muhteşemsellikten kaynaklanmaktadır. 
 

 

Hal böyle olunca Türk Devletleri bu düşmanlara karşı birçok savaş taktikleri geliştirmiş ve onları yenilgiye uğratmıştır. Her zaman savaştan galip çıkmamıştır ama düşmanlarına bir tecrübe kazandırmıştır.

Nitekim tarihi olaylar halkasına baktığımızda, dünya devletlerinin var oldukları günden beri, Türklerden ve Türk savaş yöntemlerinden etkilenmişlerdir. Savaşların neden meydana geldiği ve amacının ne olduğu açık bir sorudur.

Açıklığı kapatmak çok güçtür ancak, bu açıklığın kapatılması gibi bir konuda söz konusu değildir. Dünya var oldukça savaşlar da var olmaya devam edecektir.

Olayları metodolojik olarak incelediğimizde; iç ve dış yüzlerini iyi okumak gereklidir. Bu sayede kesin ve şüpheli yargılara mahal vermemiş olacağız. Olayların iç yüzünü meydana geldiği dönemden ancak uzun bir zaman geçtikten sonra şekillendirebiliriz.

Meydana geldiği dönemde sadece dış yüzünü görebilir ve yorumlayabiliriz. Türk tarihine baktığımızda olayların tekerrür ettiğini görmekteyiz, burada önemli olan olayın tekerrürü değil, o tekerrürden çıkarılan derstir.

Kimi devlet bunların farkında olur ve stratejilerini tarihi olgulara göre belirler. Türk Tarihinde de bunu görmek mümkündür, Orta Asya tarihi, olayları bakımından geniş bir alandır.

İslamiyet’e giden yolda, yöneticilerin yaptıkları savaşlar onların her türlü alanda değişimine zemin hazırlamıştır, Türkler, atı ve oku çok iyi kullanan bir millettir, buna olanak sağlayan faktör, şüphesiz var oldukları ve şekillendirdikleri coğrafyadır.

Coğrafyanın verdiği imkânları çok iyi bir şekilde kullanmışlardır. Savaş sanatları oldukça gelişmiştir. Karşılarına çıkan düşman birliklerine savaş esnasında birçok savaş sanatı da öğretmiştir. 

Türkler at üzerinde hünerlerini en iyi bir şekilde sergiledikleri için onlara özgü olarak kalmış ve onların emri altında çalışan asker statüsünü almıştır.

Devletlerin tarihi anlatılırken; idari, mali, askeri ve devletleşme konuları oldukça ön plana çıkar. Askeri teşkilatlanma dendiğinde akla savaşlar gelse de öyle olmadığını devletlerin kazanıp veya kaybettiği savaşların sonucunda görmekteyiz.

Savaşlar devletlerin kaderini belirleyen önemli bir durumdur. Akıllarda var olan savaş kavramının, kötü bir algı yaratılması tarihi süreçler içerisinde sağlıklı analiz yapılmamasına neden olduğunu görüyoruz.

Bu nedenle devletin yapısı incelenmeye, savaşlardan başlanmalıdır. Zira düzenli bir orduyla kazanılmayan savaşlar da mevcuttur, düzensiz yapısıyla kazanılan savaşlar da vardır. İşte asıl mesele, savaşın nedenlerinden çok sonuçlarını okuyabilmektir.

Kazanmak kavramı akıllarda başarı olarak iz bıraksa da, kazanılan bir savaşın bir devletin sonunu getirdiğini makalenin diğer bölümlerinde göreceğiz.

Kaybetmek kavramı da her ne kadar kötü bir şey olarak yorumlansa da tarihi süreçler içerisinde, kaybedilen bir savaşın devletleri daha ileriye taşıdığını da görmekteyiz.
 

 

Türkler, bozkırlarda göçebe ve yarı göçebe bir yaşam tarzları olan, kendilerine has bir kültür yapısı ile öne çıkan bir ırktır. Irk demek sadece biyolojik olarak anlaşılan bir kavram olmamakla beraber, farklı milletlerden olup, aynı ırka mensup olan toplumlar da vardır.

Ama biz saf bir ırk olan Türkleri ele alacağız ve onların Orta Asya'da meydana getirdikleri savaş tarihinden bahsedeceğiz. Türk tarihi geniş bir alana sahip olduğu için, bölümler halinde analiz edilir. Tarihte bilinen ilk teşkilatlı Türk Devleti, Büyük Hun Devletidir.
 

 

Büyük Hun Devleti M.Ö 220-M.Ö 46

Büyük Hun Devleti, M.Ö 220-46 yıllan arasında tarih sahnesinde boy göstermiş ve birçok askeri düzenleme ve oluşum ile günümüzde bile etkisi halen devam eden bir sistem kurmuşlardır.

Devletin kurulduğu coğrafya, askeri strateji bakımdan son derece mühimdir. Keza, coğrafya ne kadar cömert ise o kadar başarılı olmak elzemdir. İç Moğolistan merkezli coğrafyada yaşamış eski Türkçede Kun, Çince Hiung-nu, batı dillerinde Hun adıyla geçen Türk devletidir.

Coğrafi koşullar biraz cimri davransa da, bozkır kültürüne mensup olan Türkler için bir sorun teşkil etmiyordu. Daha çok Çin kaynaklarında rastladığımız Hun Devletinin askeri yapısı oldukça saf kan bir yapıdaydı.

Yöneticileri, isimleri önemli olmasa da bu yöneticiler bir askeri dehaya sahipler miydi? Bu sorunun yanıtı İslamiyet öncesi Türk Savaş tarihi açısından önemli bir husustur, Kazanılan savaşta da, kaybedilen savaşta da liderin kabiliyeti oldukça önemlidir, lider güçlü ise savaş büyük bir bölümü kazanılmış demektir.

Ancak; Liderin vasfı savaşın ekseriyetinin tamamına etki ettiğini söylemek yanlış olur. Lider güçlü de olsa uyguladığı savaş taktiği onun kaybetmesine neden olabilir.

Büyük Hun Devleti'nin bilinen en eski hükümran Tou-Man'dır. Kimi tarihçiler Tou-Man'ı devletin kurucusu olarak nitelendirse de kısmen katılmak daha doğrudur, Tou-Man'ın devlet kurma hususunda değil de, teşkilatlanma açısından büyük bir öneme sahip oluşu onun kurucu özelliğini ortaya çıkarmıştır. 
 

 

Büyük Hun Devleti bulunduğu coğrafya neticesinden daimi olarak Çin ile mücadele ctmiştir. Çin'in o dönemde nüfus bazında fazla oluşu, devletin bazı stratejik uygulamalara gittiğini görmekteyiz.

Hun Devleti ilk kez Çin ile MÖ 318 yılında yapılan Kuzey Şansi Savaşı'nda karşı karşıya gelmiştir. Bu savaşta Hun Devleti’nin başında Hiung-nu vardır. Savaşı Hun Devleti kazanmıştır.

Lakin Çin'i kendine bağlı bir yapı haline getirmemiştir. Bu dönemde düzenli bir Türk ordusu henüz yoktur. Olmamasına karşın üstünlük sağlanması Türklerin savaşçı özelliğini ön plana çıkarmaktadır.

Atı çok iyi kullanmaktadırlar ve her erkek çocuğu 13 yaşına geldiğinde profesyonel bir savaşçı halini alırdı. Bir düzenli orduya elbette ihtiyaç vardı. Lakin düzenli ordunun içinde var olan ve bazı getirdiği ağır sorumluluklarda olacaktı.

Şansi Savaşı, Türklerin Çin üzerinde ağır bir ağır tahribat bırakacaktı. Şansi Savaşında izlenilen stratejini ne olduğunu kestirmek zor olmaması gerek. Bu savaşın kazanılmasında Türklerde var olan inanç esası, belki de savaşı kazanmalarına neden oldu.

Kullanılan askeri teçhizat yay ve ok idi Yakın mücadelede ise kılıç ve kargı kullanılırdı, Dönemin gelişmiş en teknolojik silahlarını görmekteyiz. Türklerin demircilik yaptığını kaynaklarda da görebiliriz.

Somut olarak, kullanılan ok ve yayın ne denli profesyonel kullanıldığını ve öğretildiğini bilmek gerekir ki Şansi Savaşı kaybedilmiş olsaydı bu durumu neye bağlayacaktık peki?

Bu durumu elbette aynı nedenlere bağlayıp, aksini analiz etmeye olanak sağlayacaktık. Çin'in Hun Devletine karşı üstünlük sağlaması belki de Hun Devletinin sonraki süreçlerde direncini kırmaya neden olacaktı.

Savaşçı özellikleri savaşlarda kullanmıyorsa pek de bir anlamı kalmayacaktı, Türkler; genel manada savaşçı özelliklerini daima diri tutmaya çalışmış ve her zaman üstünlük sağlamaya çalışmıştı. Mou-Tun (Mete Han) dönemine gelindiğinde, askeri alanda büyük bir adım atıldığını görmekteyiz.
 

 

Askeri bir otoriter yapısı olan Mou-tun, Onlu sistem kurarak, ordular tarihinde bir ilki gerçekleştirmiştir. Savaş olması gerekiyorsa elbette olur inancıyla hareket etmiştir. Mou-Tun kurduğu bu Onlu sistem ile düzenli bir ordu meydana getirmiştir.

Mou-Tun'un da babası gibi Çin ile mücadeleleri vardır. İpek Yolunu ele geçirmek isteyen Mou-Tun, Çin'e sefer düzenler ve kurmuş olduğu Onlu sistemle Çin'i büyük bir yenilgiye uğratır. Ancak burada öne çıkan ve hala günümüzde bile tartışması yapılan bir konu vardır.

Mou-Tun neden Çin'i kendine bağlamaz da vergiye tabii tutar? Bu konu oldukça kafa karıştırıcı bir durumdur. Askeri dehasıyla Çin'i yenilgiye uğrattıktan sonra sadece vergiye bağlaması tartışmaya açık bir konudur.

Ancak Mou-Tun Çin'i kendine bağlayıp, sınırlarını genişletseydi eğer, günümüzde Türk olan bir Çin'i konuşuyor olacaktık. Savaşlar bunu gerektirir diye tanımlama yapıp her şeyi mukadderata bağlamak doğru bir adım değildir.

Devletin var olan bir ideolojik hareketlenmesi Çin üzerinde sadece vergiyle sınırlı kalmamalıdır. Çin'in nüfusu Hun Devletine nazaran fazlaydı, bir benlik kaybı yaşanabilirdi tezi de oldukça sığ kalır. Teşkilatlı bir devlet, savaştan elde ettiği başarı neticesinde ortaya çıkan eksiklikleri tamamlamak zorundadır.
 

  

Savaşların sadece ok ve yay ile yapılmadığını söylemekte yarar vardır. Askeri dehası yüksek olan bir liderin savaş akabinde uygulaması gereken politikalar da olmalıdır.

Örneğin, bir iskan politikası. Bu politikayla benlik kaybı yaşanmasının önüne geçilebilirken keza benlik kavramı bir milleti temsil etmez. Benlik kavramı devletin savaşlarda elde ettiği başarılar neticesinde ortaya çıkar.

Çin'i kendi bağlayıp, Çin ordusunu Türk ordusuna katarak sadece askeri alanda faydalanmak milli benliğe zarar vermez. Aksine milli benlik kavramını daha belirgin hale getirirdi Çin ordusunun büyük bir bölümünü, savaş bürokrasisinde kullanmak, askeri liderin bir üstünlük alameti olduğunu gösterir.

Ne kadar sadık kalırlardı? Gereğinden fazla kalınırdı. Çünkü o dönemde o coğrafyada Çin etkisini daha çok öne çıktığını görüyoruz. Savaşlarda alınan yenilgilerin o millet ve ordularında nasıl bir tahribata yol açtığını görmek gerekir.

Çin'in nüfusu fazla lakin ihtiyaçlarının karşılanmadığı için, Hun bayrağı altına girmesi en olması gereken bir husustur. Savaş stratejisi gelişmiş bir devletin, bürokrasisi de gelişmiş olması en tabii durumdur. Bürokrasisi olmayan bir devletin savaş misyonu da olamaz.

Hun Devleti’nde var olan bir meclis yapısını görüyoruz. Bu meclise Kurultay adı verildi. Bu meclis bir danışma organı gibiydi. Devlet yöneticisinin ( Han. Kağan, llteriş vs.) töre adı verilen hukuksal çerçeveye uyması zorunlu idi.

Lakin son söz Kağan a aitti. Savaşlarda elde edilen başarılar da Kağan'a, yenilgiler de Kağan'a aitti. Bu hususta Kağanın askeri zekâsını iyi kullanması ve bir başarı elde etmesi beklenirdi. Savaş, stratejisine göre kazanılır ya da kaybedilirdi.

Kaybetmek kavramı zihinde oluşan kötü bir şeymiş algısına dönüşmemesi gerekir, Bazı savaşların liderin zekâsına paralel olarak, iyi sonuçlar alınmazdı.

Liderin karizması çok önemliydi. Kaybedilen savaşı bir kayıp olarak değil, kazanç olarak görüp yeni stratejiler üretmelidir. Çin'i kendi bünyesinde zaptetmek isteseydi elbette olurdu.

Türk nüfusunun etkili olduğu bölgelerde Çin halkını buraya iskân edebilirdi. Bu konuyu Mou-Tu’nun ölümü üzerine gerçekleşecek olayların, benlik kavramına ne denli etkisi olduğunu göreceğiz.

Mou-Tun savaşçı bir liderdi ve dehasını da çok iyi kullanırdı. Ancak ölümünden sonra Çin etkileri kan bağlarına kadar hissedilmeye başlanacaktır. Çin'i sadece vergi bağlayan Mou-Tun entrikalar yolunu da açmış oluyordu.

Hun Devleti yöneticilerinin Çin Prensesleriyle evlenmeleri milli benliklerine zarar vermeyecek miydi? Bu prenseslerin çoğunun aslında bir casus olduğunu görmek gerekir.

Hun Devleti’nin savaş stratejileri uygulamalı olarak başarılı görülse de, teorik olarak başarıya ulaşamamıştır, Çin'in izlediği casus prenses politikası Hun Devletini içten parçalamaya yöneliktir.

Çin'in savaşlarda gösteremediği üstünlük artık Türk otaklarında prensesleri vasıtasıyla gerçekleşecekti. Zamanla, taht kavgalarının yaşanmasıyla, meydana gelecek Çin egemenliğine girme arzusu Hun Devletini Doğu ve Batı olarak ikiye ayıracaktı.

Sadece taht kavgaları ille zuhur eden bir olay değildir. Hun ekonomisini kötüye gitmesi de Çin egemenliğine girme isteğinin bir diğer nedenidir.

Burada asıl sorgulanması gereken husus; Mou-Tun'un milli benlik kaygısıyla Çin'i kendine tabi kılmamasının ne kadar doğru olup olmadığının stratejik açıdan irdelenmesidir, Mou Tun'un bu kaygısı kendisinden sonra meydana gelen Çin egemenliğine girme tartışmasının temel kaynağıdır.

 Mou-Tun bu kaygıyla Çin'i kendine bağlamamış ancak hiçbir müdahale söz konusu olmamasına karşın, Çin egemenliğine girmek isteyen yöneticiler ortaya çıkmıştır.

Bir de Çinin tabi kılındığı söz konusu olsaydı, Çin'i kontrol altında tutup, ezici üstünlük sağlanabilirdi, Kısacası Mou-Tun'un milli benlik kaygısı gereksiz bir kaygı olmakta idi. Vergi alıp iktisadi yönden denetim altına almakla kalmayıp, askeri politikalar geliştirmesi en doğru kanaat olacaktı.

Doğu ve Batı olarak ayrılan Hun Devletinin, ayrılma hususu egemenlik konusuna dayanır. Söz konusu bu olunca, müesseselerin bozulması da kaçınılmaz olacaktır, Bu bozulmalar, savaşlarda göstermiş oldukları kabiliyetleri ve stratejilerini de doğrudan değil de dolaylı yoldan etkileyecektir.

Türklerin bağımsızlıklarına ne kadar düşkün olduklarını söylemekte yarar vardır. Bu nedenle savaşçı özelliklerini ve savaş stratejilerini geliştirmeye devam edeceklerdir. 
 

 

350 yılında Orta Asya bozkırlardan batı yönüne harekete geçen, dönemlerine göre oldukça gelişmiş savaş aletleri bulunduran ve askeri alanda oldukça başarılı olan Türkler, Avrupa'da ayak basmadıkları yerler kalmayacak şekilde hareket edeceklerdir.

Bu Türklere Avrupa Hun Devleti adının verildiğini biliyoruz. Hunların baskısıyla önüne alıp, Avrupa içlerine dağılan kavimler bu hareketler sonucunda Kavimler Göçü'nü meydana getireceklerdir.  

Kavimler göçünün tarihi süreç bakımından önemli bir yeri vardır çünkü kavimler göçüyle birlikte Orta Çağ devri başlamıştır. Bu hususta dikkat çeken bir ayrıntıyı kaçırmamak gerekir. Türkler artık çağ kapatıp, çağ açma gücüne ulaşmışlardır.

Kavimler Göçü, Avrupa'nın sosyal, siyasi, kültürel yönden şekillenmesine neden olacaktır. Hatta günümüz şekilleri 375 kavimler Göçüyle alacaktır. 

 

Devam edecek…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU