Kafkaslar ve Orta Asya seyahati (4)

Prof. Dr. Ahmet Özer Independent Türkçe için yazdı

Bazen gitmek gerek

Bu yıl birkaç sorunu birlikte yaşadık; adeta bizim için kara bir yıl oldu diyebilirim.

Bir yandan Kovid belası, öte tarafta Kazakistan'da yaşıyan iki önemli değerimizin kaybı bizi sarstı.

Ülkenin içinde olduğu belirsizlik, ekonomideki kötü gidişat, Kürt meselesinde tekrar güvenlik politikaları ile başa dönülmesi bir çırpıda akla gelen diğer sorunlar.

Ancak bu yapı içinde insanın ruhsal ve bedensel sağlığı yanında sosyal sağlığını da her şeye rağmen koruması gerekir.

Sosyal sağlık insanın ilişkileridir, ilişkileriniz ne kadar iyi ve kaliteli olursa yaşamınız da o kadar anlamlı olur. 


Bazen bu bağlamda bir dost gelir bulur sizi; bazen de siz onun izini sürer gidersiniz.

Bunun için hareket şart.

Ben de Kafkaslara ve Orta Asya'ya doğru bir hareketlendim. Uzun bir yolculuğa çıktım.

Bu gidişimle hem ölen şahsiyetlerin ailelerine ve halkımıza başsağlığı dileklerimi sundum hem de son gidişimin üzerinden gerçekleşen değişimleri gözlemleme fırsatı buldum.

Önce Azerbaycan/Bakü ardından Kazakistan/Almatı'ya doğru yola çıktım. 


Bakü 

Bakü iki nedenle ilgimi çekiyordu. Birincisi, orayı hiç görmemiş, ama hep dinlemiştim. Ayrıca bizim ailenin Kafkaslar macerasında Bakü'nün ayrı bir yeri vardı ve yıllardı ismi kulaklarımda çınlayıp duruyordu.

Ayrıca orada görmek istediğim dostlar vardı. Şimdi yüz yüze görüşmek kısmet olacaktı. 

Bakü'ye üç saat sürdü uçak yolculuğumuz. Azeri Türkçesi benim bildiğim Türkçeye yakın olduğundan ilişkide güçlük çekmedim. Beni karşılayan görevlilerle kolay anlaştık.

Sonra Bakü'de bulunduğum sürece bana eşlik edecek olan Zeki ile şehrin merkezine doğru yola çıktık.


Bakü güzel bir şehir. Haydar Aliyev Caddesi'nde ilerliyoruz. Bir tarafta eski şehrin kendine has otantik yapısı öbür tarafta yeni yapılmış 60-70 katlı dev gökdelenler, fiyakalı binalar yükseliyor.

Kalacağım otel olan Mariot, şehrin güney batı ucunda Hazar Denizi'nin kenarında devasa dört beş katlı lüks bir bina, binlerce odası var.

Fevzi Bey burada bekliyor beni. Burada buluşuyoruz. Söz Bakü şehrine oradan da Kinyas Kartal'ın Bakü macerasına kayıyor.
 

 

Köklere yolculuk 

Kinyas Bey burada harp okulunu yeni bitirmiş bir subayken, Çar'ın ordusu ile gittiği Kazvin dönüşü birliğinin bulunduğu Bakü'ye geliyor.

Bu sırada yıl 1917'den 18'e eviriliyor. Vladimir İlyiç Lenin ihtilal yapmış, ortalık toz duman. Hani derler ya, anaların evlatlarını attıkları bir zaman.

Bir yandan Kazaklar isyan etmiş, diğer yandan Çar'ın generallerinden Kolçak'ın yeni devrimi bastırma girişimleri sürüyor; önüne geldiği şehri yıkarak Urallardan Moskova'ya ilerliyor.

Üstüne üstlük İngiltere ve Amerika'nın kışkırtması ile bir iç savaş başlamış. Ortalık kan gölü.

İşte "Dé evladi xu davéje" sözü buradan geliyor. 


Bu sırada genç bir Teğmen olan Kinyas, Erivan'ın eteklerindeki Elegez Yaylalarında yaşayan ailesine mektup üstüne mektup yazıyor. Fakat bir türlü onlardan cevap gelmiyor.

Aile bu çetin ortamda Ermenilerle boğuşuyor, daha doğrusu boğuşmak zorunda kalıyor.

Çünkü Lenin'in talimatı neticesinde Osmanlı topraklarından Rus Ordusu ile birlikte eli boş dönen Ermeniler, hınçlarını onlardan çıkarmaya çalışıyorlar.

Halbuki uzun yıllar onlarla birlikte yaşamış, kirvelik yaşamışlar. 
 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Brukiler, Ermeni saldırılarına maruz kalınca ve üstüne üstlük iç savaş ve rejim değişikliği de bu saldırılara eklenince aşiret aniden Van'a doğru göç etme kararı alıyor.

Bir gece ansızın kara kıl çadırlar çözülüyor, denkler yapılıyor, öküzler yükleniyor, göç göç oluyor, göçler yola düşüyor. Meşakkatli kaçış başlıyor.

Erez Nehri'ne vurup karşıya, Türkiye tarafına geçiyorlar. Iğdır, Kars, Ağrı illerini geçtikten sonra gelip Van ve havalisine yerleşiyorlar.

Göç sırasında bazılarının öküzleri yorulunca geçtikleri illerin hudutları dahiline yerleşiyorlar.

Iğdır, Kars, Ağrı havalisinde kalanlar oluyor. Bunlara, öküzleri yorulmuşlar anlamında "ga vestîyayî" deniyor. 
 

 

Kızıl Generaller Kursu 

Kinyas yerinde duramıyor, Bakü'de ailesinden haber alamadığı için kaygı ve telaş içinde.

Babası Bedir Bey, çok sevdiği oğluna "Seni okutacağım, atının nallarını gümüşten, çivilerini altından vurduracağım" diyerek onu harp okuluna göndermiş; aşiretten de bir general çıksın diye.

Ne ki bunu diyen babası artık yok, Ermeniler tarafından öldürülmüş.

Bunun üzerine aşiret, "bir kişi mi, bin kişi mi" diyerek genç Kinyas'ı artlarında bırakıp Elegez'i çoktan terk etmiş.

Kinyas'ın ise bütün bunlardan haberi yok. Levra mektupları cevapsız. 


Ne ki tek sorun bu da değil onun için. Lenin devrim yaptıktan sonra, devrimin öncülerinden Troçki'ye "Biz işgalci değiliz orduları geri çağır" talimatı veriyor.

Bu sırada Rus orduları Bitlis'teki "Delikli Taş" denilen "Kevré Kûl" mevkiini çoktan geçmişti. Eğer geri çağrılmasalardı belki de bütün Osmanlıyı işgal edileceklerdi.

Ancak devrim liderinin talimatı ile Rus ordular geri geldikten sonra Troçki'ye ikinci talimatı veriyor Lenin.

"Çarın ordusunu lav et, yerine Kızıl Ordu'yu kur" diyor. 


Troçki hemen işe koyuluyor, birlikleri ziyaret edip seçme subayları Moskova'da oluşturdukları "Kızıl Generaller Kursu"na göndermeye başlıyor.

Ve tabi Kinyas'ın birliğine de uğruyor, "Sen, sen, sen öne çıkın" diyor, o arada boylu poslu bir teğmen olan Kinyas'ı da seçiyor.

Başkaları için terfi olan bu durum Kinyas'ın o anda felaketine dönüşüyor.

Çünkü Moskova'ya giderse haber alamadığı ailesinden büsbütün uzaklaşacaktır.

Bir yol ayrımına gelip dayandığını anlıyor. Ya kurmaylığa gidip ailesini unutacak ya da firar edip onların peşine düşerek akıbetlerini öğrenecek. 


Bir aşkın serencamı

Bu noktada kritik bir karar alıyor. Çok tehlikesi olmasına rağmen firar etmeye karar veriyor.

Lakin tek derdi bu da değil, başka bir sıkıntısı daha var, o da gönül yarasıdır.

Kinyas bir Rus kızına aşıktır. Adı Victoria olan bu güzel sarışın Rus, belalı bir Rus subayının kızıdır.

Kinyas, Victoria'ya kaçışını açıp açmama konusunda kararsız kalır. Kızla son buluşmasında bu karasızlık hareketlerine yansıyınca Victoria sevgilisine "Bir derdin mi var Kinyas?" diye sorar.

Kinyas kem küm edince, kararlı olan kız onu sıkıştırır. Bunun üzerine, çar naçar kıza açılan Kinyas, "Kaçacağım" der.

Sonradan adı Leyla'ya dönüşecek olan Victoria o anda tereddüt etmeden "Ben de seninle geleceğim" der.

Bu cevabı beklemeyen Kinyas şok olur, ne diyeceğini bilemez.

Şaşıran Kinyas "Ama anan dünyada bırakmaz, hem baban duyarsa ikimiz de öldürtür" der.

Zaten kızın Kinyas'tan hiç hazetmeyen babası, onu bir seferinde eve yemek bahanesi ile davet edip bir zehirleme girişiminde bulunmuş, bu girişimi fark eden kızın anası onu son anda zehirlenmekten kurtarmıştır.

Babasının asla bu işe izin vermeyeceği besbelli. Victoria "Biz de babama söylemeyiz" der.

Aşk bütün haşmeti ile devreye girince mantık göç edip gider... "Ya anan?" diye sorar Kinyas.

"Ona söylemeden olmaz" der kız; "O benim biricik sevgili anam, bir müddet ağlar sızlar; ama sonunda benim dediğimi yapar."  


Ve gidip anasına açarlar "kaçış fikrini".

Ana feryat figan içinde karşı çıkar, "Yapma, etme kızım, bu gidişin gelişi yok" der. Kızını engellemek için kendini paralar.

Fakat aşık Victoria kararlı; "Biliyorum ana" der; "ben kararımı verdim Kinyas'la gideceğim, çünkü onsuz yaşayamam."

Anası, kızının aşkı için her şeyi göze aldığını görünce, son bir kez hasretle ona sarılır.

Biri ana biri sevgili, iki yürek sarılırlar birbirine bir müddet.

Kinyas bu hazin tabloyu nemli gözlerle izler ve Victoria'ya olan sevgisi, bağlılığı bir kat daha artar.

Ana gözyaşları içindeyken, birden aklına bir şey gelmiş gibi eve girer. Gidip yıllardır biriktirdiği paralarının saklı bulunduğu ruble torbasını getirip kızına verir, "Al kızım bu yolda lazım olur size" diyerek.

Kız almak istemez. "Bu, senin iyi günde kötü günde harcayacağın birikimlerin ana, alamam" deyince "O gün, bugün işte kızım" deyip zorla parayı bohçasına koyar. Ve kızını, gidişi olan ama asla gelişi olmayan bir yola salar.

İki firari sevgili oradan ayrılırken ana yüreği ölümle sonuçlanacak uzun yolculuğun ardından öylece yaşlı gözlerle bakakalır. 


Aşıklar o gece iki at bulur, tebdili kıyafet olup atlara biner ve gecenin karanlığına karışırlar.

Bakü'den çıkıp bir bilinmeze doğru yola çıkarlar. Başlarına ne geleceğini bilmeden… 

İşte Kinyas ile Victoria'nın Bakü hikayesi ve kaçışları böyle başlar.

Sonrası mı, sonrası başka bir yazının konusu… 


21'inci yüzyıl nasıl sonlanacak?

Fevzi Bey huşu içinde dinliyor anlattıklarımı. Sonrasını anlatırsam gece yetmeyecek.

Bizi bekleyen arkadaşlar var, onları daha fazla bekletmemek için kalkıyoruz.

Oradan bir Azeri lokantasına geçiyoruz. Van, Kars, Ağrı, Adıyaman gibi illerinden gelmiş dostlarla buluşuyoruz... 
 

 

Ülkenin 10 milyon nüfusu var, 4 milyonu Bakü'de. Yaklaşık 100 bin Kürt yaşıyor. Birçoğu da asimile olmuş.

1989'da Azerilerle Ermeniler arasında savaş başlayınca Karabağ'da bulunan her millet kendi ülkesine gidiyor.

Azeriler Azerbaycan'a, Ermeniler Ermenistan'a, Gürcüler Gürcistan'a, Ruslar Rusya Federasyonu'na.

Bir tek devletsiz Kürtler ortada kalıyor.

Prof. Nadir Nadirov, Nursultan Nazarbayev'le konuşuyor; "Bunlar benim halkım, izin verin Kazakistan'a gelsinler" diyor. Devlet Başkanı Nazarbayev bu teklifi memnuniyetle kabul ediyor.

Bunun üzerine ortada kalan bu insanların önemli bir kısmı Kazakistan'a geliyor, Prof. Kinyas İbrahim de işte onlardan biri.

Geri kalanlar Orta Asya ülkelerine ve Rusya'ya dağılıyorlar. 
 

4-Nadirov-İbrahimov ve Ben.PNG
Prof. Dr. Ahmet Özer, Prof. Nadir Nadirov (solda) ve Prof. Kinyas İbrahim (sağda) ile birlikte

 

Eski Sovyet topraklarında bir milyon civarında Kürt olduğu söyleniyor. Bunların yarısı asimilasyona uğramış, geride kalan yarısını da önlem alınmadığı taktirde bu tehlike bekliyor.

Bu noktada "birlik bilinci" anahtar kavram oluyor. Bu olursa 21'inci yüzyıl, Kürtlerin yüzyılı olabilir.

Ancak baskı, güvensizlik dünyada hala hüküm sürüyor. Oysa dünyanın bir yerinde biri özgür değilse, kimse özgür olamaz.

Aynı şekilde dünyanın bir ucunda biri güvende değilse, kimse güvende olamaz. 


Bir şehrin cazibesi 

Ertesi gün pazartesi, biraz şehri gezmeye karar veriyorum.

Daha önce sanatçı arkadaşım Ahmet Güneştekin'in sergi düzenlediği Haydar Aliyev Kültür Merkezi'ni görmek istiyorum. Fakat o gün pazartesi olduğu için kapalıymış.

Biz de şehrin diğer merkezlerine gidiyoruz. İç şehir, bir çeşit eski şehir de denebilir buraya. Sovyetler Birliği'nden kalma binalar var, kendine has estetiği ve ruhu olan binalar bunlar.

Sovyet cumhuriyetlerindeki diğer başkentleri andırıyor. Onlar gibi burada da caddeler çok geniş, yollar düzgün, çevre yeşil, her yana açılan geniş hava koridorları var.

Şehir iyi dizayn edilmiş, kent meydanları geniş, yeşillikler içindeki parklar göz dolduruyor.

Kent güzel bir mimariye sahip. Anlayacağınız sosyalizmin de etkisiyle kentin anayasası delinmemiş, imarı düzgün.


Bir şehre girdiğinizde…

Zaten bir şehre girdiğinizde, eğer yolları düzgünse, binaları çürük dişler gibi dizilmemişse, hava koridorları genişse, kent möblesi sanatsal bir şıklıkla dizayn edilmişse o şehir insana ferahlık veren bir gelişmişliğe sahiptir.

Tersine, eğer yollar eğri büğrü, binalar çürük dişler gibi öne arkaya, yukarıya aşağıya dizilmişse; koridorlar dar, park bahçe yerleri inşaatla dolmuşsa orada rantın rüşvet üzerinden döndüğü bir kayırmacılık söz konusudur.

O daracık yollarda yürüyen insanlar bu darlık ve çarpıklığın da etkisiyle streslidir, birbirlerinin sırtlarına basarak dirsekleri ile kendilerine yol açarlar.

Şehir bu hercümerç içinde bin bir türlü suçu ve çürümüşlüğü içinde barındırır ve bu yüzden o kentin insanları da kentten müphem huzurlu ve mutlu değillerdir.

Buna karşın ferah, düzgün ve güzel bir kentin insanları ise mutlu ve huzurludur.

Bakü böyle bir kent izlenimi veriyor ilk etapta bana. 


Sovyetler Birliği, şehircilikte, eğitimde ve bilimde çok muazzam işler yapmış, buraya adeta kendine has bir kültür taşımış.

Peki, hiç mi kusuru yok?

Var elbette, mesela, bir tarafta kendisine has mimarisiyle eski sarı binalar, öte yandan şehrin yeni gelişen yerlerinde son yıllardaki petrol ve gaz zenginliğinin yansımaları olan ruhsuz gökdelenler bir tezat oluşturuyor.

Evet, dev gökdelenler, değişik mimarideki eğri büğrü dizayn edilmiş halleriyle iyi bir şey gibi sunuluyor, ama değil.

Fiyakalı sanılan binalar bunun nişanesi olarak sunuluyor. 


Kendi kendime düşünüyorum, insanoğlu neden bazen gelişme adına yanlış işler yapar, diye.

Mesela Einstein atomu parçaladı, Amerika götürüp onu Hiroşima'ya attı, yüzbinlerce insan öldü.

Dolaysıyla bilimin iktidarı bazen egemenlerin elinde bambaşka şeylere yol açabiliyor ne yazık ki... 


Hayatı itina ile yaşamak için…

Dünya her zaman iyiden yana dönmüyor tabi. Dünya büyük yaratıcıların, halk ise oyuncuların (ve siyasetçilerin) etrafında döner genellikle.

Pek az kişi bu kuraldan azadedir. Onlar yaşamlarında yaşamlarından daha büyük ve değerli bir amaca bağlananlardır.

Bu dünyada bunu yapabilmek büyük bir iştir. Levra çoğu zaman zulmün değirmenine su taşıyarak dönüyor içinde bulunduğumuz dünya. 


Peki ne yapmalı; zulüm dolu bir kadeh gibi dönen bu dünyada yaşarken?..

Yaşama nasıl anlam katmalı?

Bu durumda yaşamın anlamı, kötülüğe ve zorbalığa karşı direnmek olmalı kanımca.

O zaman geçip giderken hem anılası bir iz bırakmak mümkün; hem de sönük sıradan ve kendini tekrar eden tekdüze yaşamdan farklı ve görkemli bir ömür çıkarmak mümkün.

Peki bunu başarmak o kadar kolay mı, değil elbet.

Yaşamak bir at gibi kapımızda huysuzlanırken, bu "absürt" yaşama karşı hayatı itina ile yaşamayı becerebilenler var, onlar bunu başarabilenlerdir işte.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU