Donuk toplum ve yaklaşan seçimler

Rüveyda Çelenk Yılmaz Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Son yıllarda ülkemizin ekonomik ve sosyolojik sorunları giderek derinleşirken, bunlara çözüm üretmesi beklenen siyasetin de çok dar bir alana sıkıştığını ve sığlaştığını görüyoruz.

Sadece değişim peşinde olan muhalefetin değil, aynı zamanda yönetim erkini kaybetmek istemeyen iktidarın da kendi kitlelerini canlandırmakta zorlandığı aşikâr.

Kullanılan tüm kitle iletişim araçlarına ve sosyal medya mecralarına rağmen toplum içindeki siyasi etkileşimin seviyesi giderek azalmakta.

Psikobiyolojik bakış açısıyla ülkede kolektif bir donukluk, kopukluk ve disosiyasyon hali var.

Esas itibarıyla, gündelik siyasetin kısırlaşmasında liderlerin eleştirilen performansları kadar, artık onlara ve söylevlerine duyarsızlaşan seçmen kitlesinin de önemli bir rolü var.


Kişinin sinir sisteminin kaldırabileceğinden daha acı verici bir deneyim yaşaması "travma" olarak adlandırılır.

İnsanlar ağır travmatik deneyimler yaşadıklarında genellikle donarlar. Bu bir biyolojik donma halidir.

Bedende karşılaşılan tehditle baş etmek amacıyla toplanan yüksek sempatik enerji, kişinin travma karşısındaki şok ve çaresizliğiyle birlikte bedende sıkışır (Levine, 1997).

Ancak, travma deneyimleyenlerin çoğu donduklarının; yani bedenlerinde sıkışan bu yüksek enerjinin farkında bile değildir. Çünkü beden ve zihin bağlantısı kopmuştur.

Yani, deneyimi yaşarken hissettiği duyguları bedenselleştiremezler, yaşadıkları ile hissettikleri birbirinden kopuk bir hal alır.

Aslında donmak, travma esnasında oldukça işlevseldir. Kişiyi acıdan koparır ve hayatta kalmasını sağlar.

Ancak sonrasında bununla ilgili çalışılmadığında, bu bir hayat tarzına dönüşebilir. Ki bu durumda, kişide hep bir kopukluk, eksiklik ve anlamsızlık hissi olur.

Kişi yaşamını sürdürür ancak sanki bir balonun içerisinde gibidir. Bakar ancak göremez, dokunur ancak hissedemez. Yani, acının inkârı içerisindedir.

Yıllardır maruz kaldıdığı şeylerin acısını kaldıramayacağı için böyle olur.

Ülkemizin insanlarında da bu durum var; çünkü acılarını işleyebilecekleri kapsayıcı bir alan sunmuyor bu sosyopolitik sistem. 


Daha önce oy tercihini mevcut iktidardan yana kullanmış ve/veya halen tercihini aynı yönde kullanacağını beyan eden kişilerin genel savları; esasen ülkemizin güçlü, iktidarın başarılı olduğu, ancak dış güçler tarafından (ABD, FETÖ, Ermeni Lobisi vb.) çok yönlü ve çok nitelikli bir saldırı altında olduğumuz yönünde.

Ve bu saldırılar altında sadece hayatta kalmamız bile gerçek bir meydan okuma ve başarı hikayesi.

Yani fakirlik, adaletsizlik, belirsizlik bu direnişte önemsiz detaylar. Ama bu söyleve sahip çıkanların büyük bölümü hislerinden ve bedenlerinden kopuk, gerçek düzlemde nelere maruz kaldıklarının farkında değiller ve bu acıları görmemek için güçlülük illüzyonu (daha büyük köprüler, daha uzun otoyollar, saraylar, tarihi kahramanlık dizileri vb.) içinde yaşıyorlar.

Bu bilinç dışı işleyen uzun süreli travma kaynaklı psikobiyolojik sürecin bir sonucu. 


Yine bu halet-i ruhiyeye sahip kişiler doğrusal zaman çizgisinde geride bırakılmış olan her acı deneyimle baş ettiklerine, onu aştıklarına ve böylece daha da güçlendiklerine inanıyorlar.

Bu kişiler için sadece yaşamış olmak o acıyı yenmeye yetiyor (Bunun toplumumuzun geneline yayılmış olan bir algılama hatası olduğu da söylenebilir).

Acıyla ve kötüyle kalamayan ve bir anlamda kendine yabancılaşan kişiler, donukluğun ikincil basamağında diğerlerinin acılarına da duyarsız hale gelir.

Kendisiyle aynı safta olmayan kişilerin deneyimledikleri acı olayları abartılı, çarpıtılmış ve manipüle edilmiş olarak yorumlarlar.

Bu duyarsızlık/kopukluk sadece diğer insanlara karşı değil, aynı zamanda doğaya, kültüre, hayvanlara karşı da gelişir (Örn. İstanbul Sözleşmesi'nden çıkış, kadın cinayetleri, orman yangınları, bir türlü çıkmayan hayvan hakları yasası, ranta dayalı yapılaşma vb).

Toplumda rahatlıkla gözlemlenebilen bu tavır, travmaların işlenmemesinden kaynaklanan kolektif travma göstergesidir.


Siyaseten ve fikren yukarıda bahsettiğimiz kişilerden ayrışmış olan muhalif kesim için de durumun çok farklı olduğu söylenemez.

Uzun yıllardır görülmemenin ve yapısal şiddete (Örn: Referansı olmadığı iş bulamamak, pandemide içki satışının yasaklanması vb.) maruz kalmanın yarattığı ağır olumsuz duygularla baş edebilmek için, beden duyumsamalarından koparak fazla zihinselleştirme yapıyorlar.

Toplumsal sorunlara dair sürekli olarak yoğun bir eleştiri ve fikir beyanı içinde olsalar da sorumluluk alarak bununla ilgili bir eyleme geçme davranışı göstermiyorlar.

"Her şey çok güzel olacak" mottosuyla 2023'ü bekleyenler var. Ancak hiçbir zaman her şey çok güzel olmaz.

Sadece iktidarın değişmesiyle bütün yapısal sorunların (ekonomik, toplumsal, güvenlik vb.) çözülmesi beklenemez.

Bugünden kopuk, herhangi bir sorumluluk almadan, sadece sözde gelecek seçimlerin kazanılacağı varsayımına dayalı bir algı gelişmiş durumda.

İktidar yanlısı olmayan çoğu kişi gündelik hayatını korunaklı, küçük yaşam alanlarında sürdürmeyi tercih ediyor (ki bu anlaşılabilir bir hayatta kalma içgüdüsü).

Oysa algılanması gereken gerçeklik şu ki, 2023'te istenilen sonucu alabilmek için bugünden kolektif bilinci yaratacak ve sivil toplumu harekete geçirecek bir kitle ruhu oluşmalı.

Hiçbir şey yapmadan her şeyin beklendiği şekilde değişmesini ummak en hafif tabiriyle hayalciliktir.

Bu durum, muhalif kesimin de farklı bir biçimde donuk ve kopuk olduğunu gösteriyor. 


Toplumun geneline yayılmış olan bu hissizleşme ve kopukluk durumunun daha çok mevcut iktidara hizmet ettiğini söyleyebiliriz.

Zira tüm bu olumsuzluklara rağmen hala seçim anketlerinde birinci parti olarak çıkması, kaybettiği oyların çoğunun kararsız grupta birikmesi, Ruşen Çakır'ın deyimiyle "Kaybeden belli. Peki, kazanan kim?" sorunsalı bunu ispatlar nitelikte.

Bu durumda, 2023 seçimlerinde tabloyu değiştirmek isteyenlerin, seçmen kitlelerine ulaşabilmesi için önce önlerindeki donukluk duvarını aşmaları, hatta yıkmaları gerekiyor.

Toplumdaki "canlılığın" tekrar geri kazanılması elzem. Böylece insanlar hem gerçek kendilikleriyle ve ihtiyaçlarıyla bağlantıya geçer hem de birbirlerine daha duyarlı hale gelir.

Ayrıca kişisel ve toplumsal konularda sorumluluk alacak canlılığı ve enerjiyi bulurlar.


Ne yazık ki, iktidarın böyle bir niyeti, niyeti olsa bile kabiliyeti yok. Tepeden tırnağa seçmene bir yabancılaşma hali içindeler.

Orman yangını bölgelerini ziyaret sırasında çay atılması, köylünün geçim kaynağı olan ve ailesinden biri gibi koruduğu hayvanlarını beyaz et olarak nitelendirilmesi, alım gücünün erimesinden şikâyet edenler için "ucuzcu" marketler açmaya kalkışılması, iki kedisinden birini kaybeden bir kişiye "Sen mi öldürdün?" denerek espri yapılmaya çalışılması… 

Seçmendeki donukluk duvarını aşma konusunda muhalefeti daha avantajlı görüyorum.

Ancak siyasi liderlerin konuşmaları ne kadar yapıcı ve ikna edici olursa olsun, doğru tavır ve temasla desteklenmediği sürece yetersiz kalıyor.

İnsanlar söylemden ziyade deneyimlerle değişir. Nitekim bunu daha çok yapan partilerin seçim anketlerinden diğerlerine oranla daha hızlı mesafe kat ettiklerini görüyoruz.

Seçmenlerdeki bu donukluğun ve kopukluğun erimesi için önce "görülmeleri" gerekiyor.

Otto Scharmer toplumda görülmeyen insanların bir çeşit şiddete uğradığını söylüyor. Bunu da "dikkat şiddeti" olarak nitelendiriyor.

Yıllarca ana muhalefetin en büyük hatalarından biri buydu. Muhalefetin, son dönemde, bu anlamdaki çabası aşikâr.

Bununla beraber, oyuna talip olunan seçmen için güvenli bir zemin oluşturulmalı.

Seçmenin hassasiyet gösterdiği haklı kazanımlarının tamamının güvence altında olduğu hissettirilmeli.

Son olarak, seçimin sonucundan bağımsız olarak geleceğe dair belirsizlikler giderilmeli ve öngörülebilir bir tutum sergilenmeli.

Kapsayıcı bir tavırla "Biz hep buradayız ve sizin için her zaman mücadele edeceğiz" mesajı verilmeli.

Kazansa da kaybetse de orada olduğunu hissettirmeli. "Sadece kazanırsam varım" mesajını verip iktidarda olmadığı sürece pasif kalmamalı.

Ayrıca iktidarın yaptığı gibi katılıkla karıştırılan "Mutlak güç sahibiyiz ve mutlak haklıyız" imajından kaçınılmalı. 


Elbette bu fizyolojik çözülme ve canlanma sırasında birçok kompleks duygu ve tepkiler ortaya çıkacaktır. Bunları da kapsayıcı bir tavırla göğüslemek gerekli.

Zira bir şeyleri üst üste koymak zor ama yıkmak basittir. Unutmamak gerekir ki, gerçek güçlülük, esnek dayanıklılıktır.

Yani kendimizin ve içinde bulunduğumuz gerçekliğin farkına vararak ona uygun bir şekilde cevap verebilme kapasitesidir. 

 

 

*Psikobiyoloji, temel olarak psikoloji ve nörobilim disiplinlerinin bir arada kullanıldığı ve zihin, duygu ve bedenin üçlü ilişkisine odaklanan yeni bir alan. 

Levine, P. (1997), Waking the Tiger: Healing Trauma, Berkeley:North Atlantic Books

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU