Kaderlerine terk edilen Ermeni kiliseleri (1): Definecilerin kazdığı çukurda insan kafatası ve kemikleri çıktı

Mustafa Orman, Independent Türkçe için "Kaderlerine terk edilen Ermeni kiliselerini" yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Beş Kilise'ye gitmek için Digor ilçe merkezinden on dokuz yaşlarında iki genci ikna ediyorum. Eski adı Tekor. Ermenilerin eski yerleşimlerinden bir tanesi.

Zaten ilçe merkezini dolaştığınızda, ara sokaklara girdiğinizde dükkânlardaki taş duvarlardan, taşlara işlenmiş desenlerden, oymalardan Ermeni ustaların zanaatını görebilirsiniz.

Bazı dükkanlar da 1950'li yıllardan sonra inşa edilmiş. İlginçtir ki, taşların kesimi, desenler gösteriyor ki, ya taşlar tarihi bir mekândan sökülüp getirilmiş ya da o tarihe kadar Ermeni bir usta yaşamıştır.

Söylenenlere göre birinci ihtimal daha ağır basıyor. Bu ilçe kurulduğu günden beri hiç gelişmiyor, aynı cadde, aynı dükkânlar. Askeri bölge ilçede daha fazla yer kaplıyor.

Ha bir de Ermenilerden kalma dükkanlarda kapı kısmında veya desenlerin orta yerinde 953-957-962 tarihlerine çokça rastlıyoruz, ama daha çok 953 tarihi var. 
 

(7).jpeg
Digor ilçe merkezi

 

"Kimseye bahsetmedin değil mi?" diyor Furkan. 

"Yok bahsetmedim." 

"Bahsettiysen ihbar ederler, jandarma yolumuzu keser." 

"Neden?"

"Beş Kilise'ye giden herkesi define aramaya gidiyor sanıyorlar."

Digor Çayı'nın geldiği yatağı takip ederek beş kilometrelik yolu adımlıyoruz, yağmur biraz serpiştiriyor. İlçedeki bağ bahçeler bu çayın suyundan faydalanıyor.

Derin vadideki çay yatağı ve ilçedeki bahçeler dışında her yer çorak ve taşlık. Meyve sebzeler yeni yeni yetişiyor; vadi boyunca suların can verdiği kayısı, elma, erik ağaçlarından bol bol görüyoruz.

Dinlendiğimiz yerlerde dallarından meyve koparmadan da geçemiyoruz. Dere yatağının kenarlarında en çok şeker kamışlarına, söğüt ağaçlarına ve kavak ağaçlarına rastlıyoruz.

Cam gibi su. Eskiden içiliyormuş. Ama birkaç yıl önce çoğu köyün kanalizasyonu çaya bağlanmış. Hal böyle olunca da içmeye çekinir olmuş herkes.

Sarı parıltılı otların biçildiği tarlaları adımladıkça, gökteki pamuk bulutları görüyoruz. Maviye bir şey ne kadar işlenirse, bulutlar da öyle işlenmiş.

Tepelerdeki tek tük yeşil otlar, çalılar kayaların arasında beliren şilanlar, dağ keçileri, bir ağacın gövdesine sırtını veren çobanlarla karşılaşıyoruz.

Hepsi bir anda belirip bir anda kayboluyor. Kayaların, tepelerin yolu kestiği yerlerde suyun içinde yürüyoruz. 

Furkan, "Üst tarafta bir yol var, ama o yoldan gitmek, bir daha vadiye inip kiliseye çıkmak zor" diyor. Tarlalar bitiyor.

Kayalık yolu nefes nefese tırmanıyoruz. Güneş alabildiğine yan açıyla vuruyor. Kavurdu kavuracak diyorum ki, bir bulut aniden siper oluyor. Bulutun karaltısıyla devam ediyoruz yolumuza.

Nereye gidersek gidelim suyun şırıltısı, söğütlerin hışırtısı kulağımızda. 
 

(10).jpeg
Beş Kilise

 

Beş (Khıdskonk) Kilise'den sadece biri ayakta

Üç tepeyi geçtikten sonra yıkıntılar arasındaki kilise taşları gözümüze çarpıyor. Her bir süslemeli taş, sağa sola savrulmuş, üst üste yığılmış.

Khıdskonk Manastırı, yani Beş Kilise en son 1920 yılına kadar ayaktaymış. Meryem Ana (Surp Asdvadzdzin), Aziz Stefanos, Aziz Krikor, Yahya Peygamber ve Aziz Sarkis kiliseleri bu muazzam yapıyı oluşturmaktadır.

Şimdilerde ise sadece Aziz Sarkis Kilisesi ayakta, ama o da yıkılmamak için direniyor. 6. yüzyılda Pakrudiniler tarafından inşa edilen Beş Kilise, 13. yüzyılda Moğol istilasıyla terk edilmiş.

1878 yılında Kars bölgesinin Rusların kontrolüne geçmesiyle birlikte Beş Kilise, Ermeni Kilisesi'ne devredilmiştir. Bu devirle birlikte binalar onarılmış ve manastır ibadete açılarak keşiş ve hacılar için konuklama imkanı sağlanmıştır. 


Aziz Sarkis Kilisesi'ne vardığımızda, taşların üzerine özellikle kubbe noktasında boyayla yazılmış yazılar, taşlara oyulmuş yazılar dikkat çekiyor.

Definecilerin kazdığı çukur doldurulmuş, ama yine de kazıldığı apaçık. Kilisenin temeli 1989 yılındaki depremde ağır hasar görmüş.

İncecik birkaç taş üzerinde yıllara meydan okumaya ve insanların eziyetlerine rağmen direnmeye devam ediyor.

Kilisenin kuzey cephesinde Ermeni alfabesiyle yazılmış olan metni biraz araştırdım. Şöyle bir şey buldum: 

Tanrı adına, ben, Grigor'un oğlu Davit, Zakarya'nın generali, 1214 yılında kutsal Khtzkonk manastırının ihtişamını görmüşüm... ve varlığımdaki Vahanardzeş köyünün yarısını, kendim ve velilerim için anıt olarak Aziz Sarkis Kilisesi'ne bağışladım.

Bundan dolayı, ben, baş rahip Hovhannes ve diğer kardeşlerimiz, her sene, şaşmaksızın, David, Hakob, Poğos ve Petros'un yortularında ve Kutsal Şoğakat'ta, bütün kiliselerde ayin düzenlememi mukadder kıldık. Bu anıta karşı çıkan veya onu engellemek isteyen olursa, her ne kadar Tanrı'nın hamdini kazanmışsa dahi, lanetlensin.
1
 

(10).jpeg
Beş Kilise

 

Kilisenin dışı nasıl harap olmuşsa içerisi de bir o kadar harap edilmiş. Her an üzerinize bir taş düşecekmiş hissiyle etrafı seyrediyorsunuz. İnsanlığın ölümü mekânın ölümüyle eşdeğerdir.

İnsanın iyiliğiyle kötülüğü gibi. Ölüsünün izini kaybetmemek için yüzyıllardır mezar taşlarına yakınlarının isimlerini yazan insanlık, aynı insanlık geride bırakılmış evleri, taşları, yapıları yıkarken acımasızlığını da sürdürüyor.

Kilisenin kubbesinden sarkmış taş, düşeceği günü bekliyor. Bu dünyadaki her şeyin bir canı var; öyle olmasa nesnelerle en acılı, en sevinçli günlerimizi anımsayamazdık.

Ya da nesneler olmasaydı insanlara nasıl anlam verebilirdik? Gözlerimizi nereye çevirirsek çevirelim dağılmış hikayelere rastlıyoruz burada. Ama kimin hikayesi? 
 

 

"Her taşın bir hikayesi vardır"

Ayakta kalan Aziz Sarkis Kilisesi'nin kuzey kapısında kubbeye dek uzanan derin bir yarık var. Sanırım depremden kalma bir yarık. Bazı taşların oyulduğu, traşlanarak yerinden çıkarıldığı belli oluyor.

Kiliselerin temelleri tamamen kayaların üzerine kurulmuş. Ve aşağısı derin bir uçurum. Özellikle su yolunun üzerinde kurulması, vadide çay yatağının açtığı yol ulaşım açısından düşünülmüş önemli bir ayrıntı.

Kiliselerin temelindeki dev kesilmiş taşlar dışında neredeyse tamamı ortalıkta yok. Bu konuda ilçede görüştüğüm biri şunları söyledi:

Eskiden vadinin içinden kiliselerin olduğu yere öküz arabaları giderdi. Kiliseden geriye kalan taşları öküz arabalarına koyup getirirlerdi. Kimi dükkanlarının ön cephesinde kullandı kimi evinin temelinde. Taşların yerinden söküldüğü o kadar belli ki, oyarak çıkarmışlar.

Hangi duvar dibine, hangi eve, hangi yıkıntı içindeki dükkana bakarsan bak, her taşın bir hikayesi vardır. İsteseydi devlet o kiliseler korunurdu. Hadi diğerleri korunamadı yıkıldı, peki geriye kalan kiliseyi korumak için neden bir şey yapılmıyor?

Buraya gelen turistlerin oraya gidebileceği doğru düzgün bir yol bile yok. Demek ki isteseler oraya yol da götürürler, orayı korurlardı. Bizim de suçumuz yok değil. Biz de koruyamadık. Birkaç kişi birbirini uyarsaydı, kulaktan kucağa yayılır, insanlar da zarar vermezdi belki.

 

 

Kilisenin temelinde insan kafatası ve kemikleri çıktı

Keklik sürüsü, kilisenin üst tarafındaki kayalıklara konmuş. Kuşlara, otlara, taşlara, bitkilere, kayalıklara fırlattığımız her bakış bir şeyler anlatıyor. Yine de onların anlattığını anlamlandıramayacak çok şey de var.

Tepelere, kayalıklara, kayalıkların içindeki mağaralara, vadide koyun koyuna girmiş ağaçlara, kat kat toprağın yüzeyine baktığımda, Georges Didi-Huberman'ın cümlesi aklıma geliyor: 

O halde şunu asla söyleyemeyiz: Görecek hiçbir şey yok, görecek hiçbir şey kalmadı. Gördüklerimizden şüphe edebilmek için, hala görmeyi, her şeye rağmen görmeyi bilmemiz gerekir. Yıkıma rağmen, her şeyin silinmesine rağmen. Bir arkeolog gözüyle bakmayı bilmemiz gerekir. Ve işte böyle bir bakış, böyle bir sorgulama sayesinde, şeyler saklı mekânlarından ve mazilerinden bize bakmaya başlar.
 

 

Dik ve uçurumun dibindeki kilise yıkıntısına tırmanmaya çalışırken, bir gözüm aşağıdaki baş döndüren boşlukta bir gözüm de ayaklarımı bastığım kayalarda.

Yıkıntıya çıkınca orada da aynı görüntü, aynı dağılmışlık, aynı eksiklik ve aynı fazlalık.

"Daha birkaç ay önce burası kazılırken defineciler yakalanmış" diyor Furkan. Tam uçurumun topraklı bölgesinde insan kafatası ve kemikleri görüyoruz.

Temele doğru eğildiğimizde bir insan kafatası daha çıkıyor. Kemikler üst üste yığılmış, dokunduğunda tuzla buz oluveriyor.

İnsan, insanlık ödevini yerine getiremezse hangi sınavı geçecek?


Tekor Kilisesi

Vadiyi ve çayı takip ederek tekrar ilçe merkezine geliyoruz. Yorucu on kilometrelik yürüyüşten sonra bu sefer, sadece geriye kalıntıları kalmış Tekor Kilisesi'ne gidiyoruz.
 


Birkaç kalıntı ve temeldeki taşlar dışında geriye hiçbir şey kalmamış desek yeridir. 1912 yılına kadar ayakta duran kilise, yine bu yıl içinde ve 1936'daki depremle birlikte çöküyor.

Tekor Kilisesi'nin deprem sonrasına dair şöyle bir not düşülmüş:

Dev Tekor kilisesi çökmüştür ve içler acısı bir görüntü arz etmektedir. Görüntü o denli rahatsız edicidir ki, insanın, verdiği sarsıntının etkisinden kurtulabilmesi için biraz zaman geçmesi gerekmektedir. 2
 


Kilise yıllar geçtikçe iyice dağılmış, taş yığınına dönülmüş. Taşların çoğu duvarlardan, kilisenin kalbinden sökülmüş. Kimilerine göre, şu an belediye olarak kullanılan binanın yapımında kullanılmış.

Bina sıvayla kaplandığı için şu an taşlar görünmüyormuş, ama birkaç yıl öncesine kadar binanın alt katında taşların oradan sökülüp getirildiği anlaşılıyormuş. 
 

(6).jpeg
Tekor Kilisesi'nden geri kalan kalıntılar

 

Kars bölgesinde, şehir merkezi, ilçeleri, köyleri ve yaylaları birer açık hava müzesi; ama hepsi ya yıkılmış, ya toprağın altında kalmış, ya da yıkılmak üzere. Ne diyelim, yetkilileri görevlerini yapmaya mı davet etsek? Gelirler mi? Gelmezler, çünkü belki de yıkılıp yok olmalarında hem payları var hem de yıkılmalarını istiyorlar. Kim bilir? 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU