Edebiyattan sinemaya: Biraz oynayınca taşlar, acıtır hatıralar; 127 Saat

Mehmet Erduğan Independent Türkçe için edebiyattan sinemaya uyarlanan '127 Saat'i yazdı

Bu hafta Tivibu'nun Sinema 1001 kanalında gösterilen Danny Boyle'un 127 Saat adlı filmini görünce, "hayatta kalmak" ve "yaşama arzusu" hakkında inanılmaz bir hikayesi olan Aron Ralston'un başından geçenler yıllar sonra yeniden gözümde canlandı.

127 Saat adlı bu film amansız bir güç gösterisi ama aynı zamanda Simon Beaufoy'un bir biyografi kitabından yola çıkarak kaleme aldığı çarpıcı senaryosu ve Danny Boyle'un ilham veren yönetmenliği sayesinde, aşırı baskı altındaki insan ruhunun da unutulmaz bir incelemesi.


Biraz oynayınca taşlar, acıtır hatıralar; 127 Saat

Yönetmen: Danny Boyle / Oyuncular: James Franco, Kate Mara, Amber Tamblyn, Sean Bott, Koleman Stinger, Treat Williams, John Lawrence, Kate Burton, Bailee Michelle Johnson, Parker Hadley, Clémence Poésy, Fenton Quinn, Lizzy Caplan, Peter Joshua Hull, Pieter Jan Brugge, Rebecca C. Olson, Jeffrey Wood, Norman Lehnert, Xmas Lutu, Terry S. Mercer, Darin Southam, Johnny Ahn, Robert Bear, Adam Colvin, Luke Drake, Christopher K. Hagadone, Elizabeth Hales, Zachary Haycock, Kelly Higgins, Brad Johnson, Lonzo Liggins, Samantha Marsden, Kelsie Mathews, Amber Mccoy, Kyle Paul, Priscilla Poland, Aron Ralston, Jessica Ralston, Amy Savannah, Stacey Ann Turner / Süre: 94 dakika
 

 

Hayatta, yaşama isteğinden daha güçlü başka bir istek yoktur…


Yönetmen, yapımcı, senarist ve tiyatro yönetmeni olarak çok yönlü kişiliği ile tanıdığımız Danny Boyle, 1994 yılında Mezarını Derin Kaz (Shallow Grave) ile televizyondan sinema dünyasına geçmiş, sonrasında Trainspotting (1996), Olağanüstü Bir Hayat (A Life Less Ordinary, 1997), Kumsal (The Beach, 2000), 28 Gün Sonra (28 Days Later, 2002), Milyonlar (Milions, 2004), Gün Işığı (Sunshine), 2007) filmleriyle geniş kitlelere ulaşarak itibarını artırmıştı.

2008 yılında yönettiği Milyoner (Slumdog Milionaire) ile de "En İyi Yönetmen" dâhil aday olduğu kategorilerdeki pek çok ödülü kazanarak Oscar'lı yönetmenler arasına adını yazdırmıştı.

Yönetmenin 127 Saat (127 Hours) filmi ise, 2010 Eylül ayında 54'üncüsü düzenlenen BFI London Film Festivali'nin kapanış filmi olarak anons edildiğinde seyretmek için doğrusu heyecan içinde ve merakla beklemiştim.

Bugüne kadar Irvine Welsh (Trainspotting), Alex Garland (The Beach), Frank Cottrell Boyce (Milions), Vikas Swarup (Q&A) gibi edebiyatçıların çalışmalarını sinemaya ustalıkla aktaran yönetmenin 127 Saat adlı bu filmi her ne kadar tam olarak bir edebiyat uyarlaması olmasa da bir gerçek yaşam öyküsünün edebiyat dünyasında otobiyografik bir kitapla ebedi bir esere dönüşmesiyle kendisinden bu anlamda söz edilmeyi hak ediyor diye düşünüyorum.
 

 

Parkta akıllardan çıkmayacak bir gezinti

Okuyanlar bilir; Amerikalı genç mühendis Aron Ralston "Between a Rock and Hard Place" adlı kitabında filme konu olan yaşam hikâyesini anlatmıştı.

Danny Boyle bu hikâyeyi "Hayatta, yaşama isteğinden daha güçlü başka bir istek yoktur" vecizesi ile güçlendirerek beyazperdeye taşımıştı.
 


Gerçek yaşam hikâyesinden bildiğimiz üzere; Aron Ralston 1975 doğumlu, Amerikalı bir mühendis.

Intel'de çalışan, Fransızca bilen, piyano çalan bu genç adam aynı zamanda profesyonel de bir dağcı.
 


Hafta sonlarını ve tatillerini kanyonları keşfederek, dağlara tırmanarak, kayak yaparak geçiren Ralston bir süre sonra Intel'i bırakarak kendini tamamen zorlu dağ sporlarına adar, hatta gönüllü arama-kurtarma ekiplerinde yer alır.

2003 yılında ise hiç kimseye haber vermeden Utah'ın muhteşem doğasına sahip Blue John Canyon'una kendi deyimiyle "parkta gezinti" yapmaya gider.
 

 

Vahşi doğaya doğru

Genç adamın bundan sonra yaşadıkları ise 127 Saat adlı filmin konusunu oluşturur: Aron Ralston (yani filmde James Franco) bir hafta sonu söz konusu kanyona gitmek üzere ihtiyaçlarını hazırlar ve yola çıkar.

Kanyon bölgesine vardığında kendisi gibi doğa sporları tutkunu iki kadınla karşılaşır ve onlara eşlik eder.
 


Vahşi doğada tanıştığı bu kızlarla eğlenir, onları güldürür ve veda etmeden önce onlarla birlikte bir yeraltı gölüne atlar.

Çoğu kişinin gezmeye dahi cesaret edemeyeceği kanyonlara yeni arkadaşlarıyla korkusuz bir şekilde tırmanan Aron, keşfedilmemiş yarıklardan kendisini bıraktığı boşluğun sonunda bulduğu cennet misali bir manzara ile bu çılgınlığın keyfini çıkarır.
 


Tanıştığı iki kadının bir süre sonra kendi yollarına devam etmesiyle günün ilerleyen saatlerine yalnız devam eden Aron, tırmandığı bir kanyonda dengesini kaybedince kolu devasa bir kayanın altında sıkışır.

O anda farkına varır ki hayatta kalmak için sahip olduğu tek şey, bir şişe su, biraz yiyecek ve işler gerçekten umutsuz bir hal alığında kullanacağı kör bir çakıdır.
 


Aron Ralston kaderi ile baş başa kaldığı bu andan itibaren olağanüstü iradesiyle yaşam mücadelesine başlarken düştüğü yarıktan tek parça çıkabilmek için fazla bir seçeneğinin olmadığı gerçeğiyle yüzleşir.


Her anlamda zorlu bir yolculuk

127 Saat filmine baktığımızda konu esasında oldukça net ve sonu bir sır değil; bir kaza ve kazazedenin ölümle burun buruna gelmesi karşısında kendi kolunu keserek kurtulma çabasından ibaret olan bu öykü her anlamda zorlu bir yolculuk.
 


Film, "modernite" ve "modernizm" adı altında tüketim toplumuna dönüşmüş hayatları gürültülü bir şekilde seyirciye sunarak açılırken diğer tarafta "Narsisizm kültürü"nün bir çocuğu olan ve tüketim toplumunu sembolize eden Aron kendi yalnız dünyasında yola çıkmak üzere hazırlığını yaparak başlıyor.
 


Ve Danny Boyle daha ilk andan itibaren onunun sinemasıyla da özdeşleşen bölünmüş ekran ve montaj da dahil olmak üzere, deliryumu andıran geri dönüşleri ve halüsinasyon sinematografisini incelikle kullanıyor.

Fakat atmosfer, tek mekân ve tek karakter ile izleyiciyi hikâyenin içine öylesine ustalıkla çekiyor ki seyreden kendini oyuncuyla bütünleştirerek empati köprüsünü kurmayı, parçalanan çekirdek aile kavramına yapılan göndermelerle dejenere olan toplumu ve buna sebep olan sistemle birlikte insanlığın doğa karşısında aciz kalışına dair sorgulamalarını yapmaktan alıkoyamıyor.
 


Bir dönemin "iyi hikâye" anlayışı üzerine söylenen "duvarda asılı silah oyunun sonunda mutlaka patlar" söyleminden yola çıkarak "Çehov'un silahı" deyişini hatırlarsak filmin başında israf edilerek akıtılan musluk suyunun ilerleyen dakikalarda önemine hâsıl olmak kaçınılmaz bir hal alıyor.
 


Dini toplumsal yaşamın arka planına iten ve laikliği ilke olarak benimseyip geleneklerden koparak özgürlük fikrinin yaygınlaşmasını sağlayan modernite ile birlikte toplumsal yaşam içinde rasyonel bir kimlik kazanan modern insanın bencil ahlakı, insan tabiatına terstir.
 


Tarihsel materyalizm doğrultusunda düşündüğümüzde düşünsel, politik ve ekonomik olarak çöken toplumsal değerlerle birlikte dünyada ve ülkemizde milyonlarca insan yarı aç ve fakir yaşarken, israf ve açgözlülükle dolu bir tüketim çılgınlığında hesapsız sürdürdüğümüz yaşamlar, vicdanlı insanları böylesi bir filmin seyrinden sonra eminim uzun bir süre rahatsız etmiştir ya da edecektir.
 


Kişisel ve sosyal bedellerini ödeterek insanları olabildiğince bencil, içlerine kapanık ve kamusal hayattan uzaklaştıran Narsisizm kültürünün belirleyici özelliklerinden biri de herkesin "zararsız" meşguliyetler bulması, toplumsal olaylardan kendilerini uzak tutacak hobiler edinmesi, sağlığın ve kişisel gelişimin kolektif bir saplantı haline gelmiş olmasıdır.
 


Böylesi bir misyon ve motivasyonlar insanlar kendilerine sunulan tüm imkânları da sırtlanarak yakın geçmişinden olabildiğince uzaklaşmak için hızla koşmaktalardır.

Aron da sırf bu yüzden hiç kimseye bir şey söylemeden, adeta insanlardan kaçarcasına gittiği kanyonda, deneyimli bir sporcu olmasına rağmen kendisini ölüme sürükleyen bu inanılmaz mücadelesinde uzaklaşmak istediği insanların aslında hayatında ne kadar değerli olduğunu acı çekerek hatırlamak zorunda kalmıştır.
 


Kapitalizm hunharca tüketimi körükleyip arzuları yönlendirirken günümüzde artık teknolojiyi kullanmaktan da geri kalmıyor.

Teknolojik aletler birer protez gibi, ruhlarımızın ve bedenlerimizin eksiklerini tamamlar noktasına geldi ki işin aslı küresel pazarlara yön verenler kitlelere bunun böyle olduğunu söylüyor.
 

 

Peki gerçekten böyle mi?..

Aron'un bu zorlu deneyimine günümüzün endüstri uygarlığındaki teknosfer (teknolojik evren), sosyosfer (toplumsal evren), enfosfer (strateji evreni) terimleriyle yaklaşırsak, bize yukarıdaki sloganla pazarlanan teknolojik aletlerin hayatımızdaki verimliliğini ve ne kadar işe yaradığının sorgulamasını da seyir esnasında veya sonrasında yapmak mümkünmüş gibi görünüyor.

Tüm bunların yanı sıra elbette filmin duygusal gücü, görsel bir sanat formu olarak onun çekiciliği ve James Franco'nun tartışılmayacak derecedeki başarılı performansıyla da doğrudan bağlantılıdır.
 


Aron'un kurtuluş mücadelesi her ne kadar içsel bir yolculuk olsa da Danny Boyle, bu içsel mücadele ile seyircinin duygusal bir bağ kurabilmesi için ara ara geçmişe dönüşlerden yararlanıyor.

Bu zor durumdan kendini kurtarabilmek için bir "süper ego"ya ihtiyaç duyan Aron, çekirdek ailesine doğru her geri dönüşünde kendini yalnız bırakılmış hissediyor.
 


Dolayısıyla net bir yol gösterici figür yakalayamadığı için de motivasyonu an be an düşüyor ve paranoyaları daha da artıyor.

Ta ki kendisini kurtuluş anına doğru götürecek sıçrama tahtası olarak tutunmaya çalıştığı figürü geçmiş yerine gelecekten seçene dek…

Nihayetinde tüm izleyicilerin merakla beklediği ve korktuğu o çarpıcı sahne -kolun kesilmesi- kaçınılmaz bir şekilde gerçekleşiyor ve Danny Boyle bu gerçeği görmezden gelmiyor; bu süreci hem fiziksel hem de ruhsal bir meydan okumayla seyirciye aktarıyor.
 


"The Texas Chainsaw Massacre", "Saw", "Hostel" ve benzeri slasher türündeki filmlerle birlikte şiddete karşı artan aşinalığımızın yanı sıra modern zamanlarda "şiddet" kavramını bir uzaktan kumanda düğmesine basarak geçecek kadar duyarsızlaşmamızdan dolayı, Aron'un fiziksel acısı birçoğumuzu rahatsız etmemiş ya da etmeyecek olabilir.

Fakat eminim ki "âlemin bir parçası olmak" duygusunun yitirilişi ve dünyanın orta yerinde bir başına kalma duygusu istisnasız filmi seyreden bütün herkesi etkileyecektir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU