Koçerleri bilir misiniz?
Ben biraz bilirim.
Konu hakkında tez yazanlar kadar değil; gördüğüm, tanık olduğum kadar bilirim.
Çocukluğumdan beri koçerlerin hikayeleriyle büyüdüm, göçlerine tanık oldum; acılarını, sevinçlerini, koçer çocuklarının gözlerinden yayılan ışıltıyı bilirim.
Bu nedenledir ki ilk tematik fotoğraf deneyimimi koçerlerin yaşantısını belgelemekle yaşadım.
Yaşamları bizden çok farklıydı; biz yerleşik, onlar koçerdi. İklim koşullarına göre yaşar, koyunların peşinden yürür, göç ederlerdi mevsimden mevsime.
Kışın son demlerinde koçerler hareketlenir, beride olan sürülerini yavaş yavaş kışlaklardan çıkararak otlatmaya başlarlardı.
Ovalarda bahar erken gelir, kısa zamanda yaza dönerdi. Hatta bazı yıllarda ova baharı görmez, serinliğini yaşamaz, yağmur ışıltısına hasret kalırdı.
Bu nedenle koçerler, hava iyice ısınmadan ve otlaklar kurumadan çoluk çocuk göç yollarına düşerlerdi.
Yazın daha serin olan dağlara, yüksek yaylalara göç eder, hayvanlarının besin ihtiyacı için dağda, bayırda; gün yirmi dört saat gökyüzünün altında gezip, dururlardı.
Hayatları çok zahmetli gelirdi bana. Her şeyden önce ne evleri vardı, ne de yerleşik köyleri. Her şeyden mahrum açıkta, çadırda yaşıyorlardı.
Onlar otlak olan her yerde konaklar, suyun ışıltısının peşinden giderlerdi. Su yükseklerden aşağıya akardı, koçerler ise akıntının tersine daha yükseklere çıkarlardı yaz boyunca.
En taze ot, en taze çiçek onlar için açardı ve doğa Koçerlere bütün sırlarını fısıldardı. Hangi ot zehirli, hangi ot yemek yapılır, güç kuvvet veren, şifalı bitki hangisidir bilirlerdi.
Kentlerden, teknolojiden uzak yaşarlardı. Kentin derme çatma evlerine, beton bloklara ve kalabalıklara yabancıydılar.
İhtiyaçları için şehirlere indiklerinde ise uzaktan belli olurdu koçerlikleri. Giyim kuşamları farklıydı ve yüzlerindeki dağ yanığı göze çarpardı.
Hayatları dağlarda, derin vadilerde ve uçurumlara açılan yollarda geçerdi. Yeşil otlak alanlar neredeyse, koçerler oraya tırmanır, sürülerini otlatırlardı.
Kış bastırmadan da yine geldikleri yollardan berî yani ovalara geri döner, kış günlerinde çadırlarda hayata tutunmaya çalışırlardı.
Gidiş de zordu, dönüş de... Her mevsimde çetin doğa olaylarına karşı organize olmak, hayvanlarını korumak, beslenmeleri için sürekli hareket halinde olmaları gerekirdi. Geçtiği yollardaki tehlikeler de işin cabası.
Tek geçimleri hayvanlarıydı. Koyun ve keçilerden elde edilen süt ve süt ürünlerini satarak geçimlerini sağlarlardı.
Başka da gelirleri yoktu.
Koyun sürülerinin sayısı her aileye göre değişir, zenginlikleri sürülerinin büyüklüğüne bağlıydı.
Üç beş aile yan yana kıl çadır kurar, otantik elbiseleri, al yanaklı genç kızları ve fit erkekleri dikkat çekerdi. Binlerce yıllık bir kültürün ve doğal yaşamın temsilcileriydiler.
Yanıktı tenleri, sesleri gibi.
En çok da kaval çalardı çobanları.
Dengbejleri ve masal anlatıcıları vardı her daim.
Çocukluğumda koçerlerin hiç konaklamadan hep yürüdüklerini düşünür, hayretler içinde kalırdım.
Yağmurda, karda kışta ne yaptıklarını merek ederdim. Halen onların yaşamları hakkındaki merakımı koruduğumu söyleyebilirim.
Yıllar içerisinde merakım koçerlerin yaşamını daha yakından takip etme isteğine dönüştü.
Zaman zaman peşlerine takılıp, dağlarda özgürce koçerler gibi yaşamak istediğim de oldu.
Ama kentlerin kalabalığından hiç kopamadım, uzun süreli yanlarında olamadım ve mevsimler boyu yürüyüşlerine katılamadım.
Keşke böyle bir deneyimi yaşamış olsaydım.
Koçerleri daha yakından tanımak için birçok kez, kısa süreli ziyaretlerde bulundum.
İlk defa Koçer çadırlarına 1988 yılında Karacadağ eteklerinde konuk oldum.
Kıl çadırlarda yaşayan ve hayvancılıkla uğraşan bu insanların çoğu çevre köylerdendi ve yazın kavurucu sıcaklarından kurtulmak için koyun sürülerini daha yüksek olan Karadacağ eteklerinde yer alan Zozan dedikleri yaylalara getiriyorlardı.
Bir de Siirt'ten, Erzurum'dan gelen Koçerler vardı. Daha büyük sürüleri olan ve kalabalık aile bireyleriyle yol alan kKoçerlerdi bunlar.
Erzurum ve Siirt'ten koyun sürülerini süre süre, koyun nerede taze ot bulursa oralara giderlerdi.
Kışın ılıman olan Urfa ve çevresinde konaklar, baharda yolculukları başlardı. Erzurum kışın donuyordu, Urfa yazın yanıyordu.
Koçerler ise hep dengede, serin bir bahar havasında yaşıyorlardı. Yazın Erzurum, Bingöl, Siirt'te, kışın Urfa, Mardin ve Diyarbakır çevresinde konaklıyorlardı.
Yaşamları doğa ile iç içeydi ve kendine has kuralları vardı. Kıl çadır barınakları, sopa silahlarıydı...
Tıpkı ilk çağda yaşayan avcı toplayıcı topluluklar gibi doğaya bağımlıydılar.
Hayat onlar için zordu ama başka bir yaşam da sürdüremiyorlardı. Kendi başlarına buyruk, doğa kanunlarına uygun bir hayat sürmek genetiklerine işlemişti.
En has peyniri onlar yapar, katkısız yağı ve sütü onlar elde ederlerdi.
Sanayiden, teknolojiden uzaktılar. Topraktan beslenir, hayvancılık yapar, dağda bayırda yetişen otları toplarlardı.
İlk çağların izlerini taşıyan Koçerler, tarım toplumuna bir alternatif miydiler yoksa avcı toplayıcıların gelişkin halleri miydiler...
Çok bilmiyorum ama bana öyle geliyor ki, Koçer kültürü tarımla, avcı toplayıcı toplum arasında sıkışıp kalanların tercih ettiği bir yaşam biçimi olsa gerek.
Evcilleştirdikleri hayvanlarının besinleri için mevsimlere göre yer değiştiren bir hayat tarzı oluşuyordu avcı-toplayıcı ve tarım toplumuna paralel olarak.
Tartışma hala netleşmiş değil. Koçerlerin ne zaman ortaya çıktığı çok bilinmiyor. Çünkü koçerler toprağa bağımlı yaşamadıkları için arkalarında bir iz de bırakmadılar.
Hayvanları ihtiyaçları kadar otlattılar, otlakları azalınca başka bölgelere göç ettiler. Ne doğayı katlettiler, ne de otlakların bitmesini sağladılar. İnanç sistemleri de doğaya yönelik olduğu için herhangi bir stell de geride kalmadı.
Bize göre ilkel bir yaşam sürüyorlardı ama doğanın sırlarını çok iyi biliyorlardı. Avcı toplayıcılardan, tarım devriminden öğrendiklerini uygulayarak koyun ve keçi nüfusunun giderek çoğalmasını sağladılar, süt kültürünü yaşattılar.
Peynir, yoğurt vb. bir koçer üretimidir.
Sonra her şey değişmeye başladı koçerler için. Tam göçebe olanlar zamanla, yarı göçebe hale geldiler.
Çadır yerine kışın kıyıda köşede evler yapmaya başladılar ve yarı göçebe bir hayat sürdürme eğilimine girdiler ve kentlerle tanıştılar.
Kimisi kentlerde kalmaya başladı, kimisi köylere yerleşti ve tam göçebe topluluklar parmakla gösterilecek kadar azaldılar.
Bugün özellikle doğuda yarı göçebe aşiretler var. Halen eski çağların izinde hayvanlarını mevsimlere göre daha yüksek yaylalara taşıyorlar.
Daha önceleri günlerce süren yolculuklar, koyunların kamyonlarla yaylalara taşınmasından dolayı kısalmış.
Doğuda yayla yasakları, batıda sanayi bölgeleri yaşam alanlarını daraltsa da, dağlar hala Koçerler için önemli bir sığınak.
Hele küresel ısınmanın giderek arttığı, bütün gıdalarda katkı maddeleri, kimyasalların kullanıldığı son zamanlarda, koçerlerin yüksek rakımlı yaylalardaki süt ve süt ürünleri üretimi daha da önemli hale geldi sanırım.
Çoğumuzun fotoğraflarda ve belgesellerde gördüğü bu insanlar hala doğal peynir ve tereyağı üreterek, aslında insanlarda küresel bir bağışıklık sisteminin gelişmesine yardımcı oluyorlar.
Her besin ürününün giderek özünden uzaklaştığı, kimyasallarla desteklendiği bir dünyada saf ve doğal peynir, yoğurt yemenin yolu Koçerlerden geçiyor; koçerlerin yolları ise dağlardan, yüksek yaylalardan...
Bugün Urfa, Diyarbakır, Erzurum, Kars, Siirt, Bingöl, Hakkari, Elazığ, Muş, Erzincan ve Van gibi illerden binlerce aile kışın ovalara sığınırken, yazın daha serin yerlere göç ediyor.
Özellikle bu yıl mevsimin kurak geçmesinden dolayı göç erkenden başlamış. Birçok aile otlak bulmak için uzak yerlere, yüksek yaylara sığınmış. Yüksek rakımlı yaylalarda bile ot bulmanın zorlaştığı bir yıl geçiriyorlar.
Bu Koçerlerden bir kaç ailenin bir süre önce Elazığ'dan Sivas'a geldiği ve Gırlevik Dağı çevresinde hayata tutunmaya çalıştığını duyunca çadırlarına kısa bir ziyaret gerçekleştirdim.
Kadınların çadırlarda, erkeklerin dağda sürülerin başında sürdürdükleri yaşam geçmişin izini taşısa da artık çok şey değiştiği görülüyor.
Ne eski sürüler kalmış, ne de eski Koçer aileler. Çoğu zaman içinde kentlere entegre olmuş ve hayvancılığı bırakmış.
Daha önce yüzlerce kilometrelik yol hayvanlarla yaya olarak alınırken, şimdi hayvanlar kamyonlara doldurulup, konaklanacağı alana taşınıyor.
Çadırlar da değişmiş. Kıl çadır yerine, oradan buradan bulunan renkli çadırlar kullanılıyor artık.
Hayvanlarını Sivas sınırları içindeki Gırlevik Dağı'nın etrafında otlatarak, bu yılı atlatmaya çalışıyorlar.
Bu yıl mevsimin kurak ve sıcak geçmesi, özellikle ovada hayvancılık yapanlar arasında büyük paniğe neden olmuş. İmkanı ve ilişkileri olan Erzurum, Sivas, Erzincan, Kars civarına gidiyor.
İmkanı olmayanlar ise hayvanlarını elden çıkarma seçeneği ile karşı karşıya.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish