Kısa bir süre önce Din Felsefesi adıyla bir kitap yayınlandı. Kitap din, metafizik ve teolojiye tarihsel ve diyalektik materyalist açıdan felsefi açıklamalar yapıyor.
Kitabın yazarı "filozofça" üst başlığıyla yayımladığı kitaplarından tanıdığımız felsefeci/yazar Mehmet Akkaya.
Yazar yeni kitabında dinin kavramsal bir açıklamasını yaparken Batı Antik Çağ ve Ortaçağ din felsefesi ile Doğu Antik Çağ ve Ortaçağ din felsefesini açıklarken, daha da ilginç olarak, Kızılbaş/Alevi inancına da bu çerçevede geniş bir yer ayırmış.
Ayrıca kitapta Marksizm'in din felsefesi de Hegel ve Feuerbach'tan hareketle geniş bir biçimde kendisine yer buluyor. Kitabın Bedreddin Devrimi gibi kışkırtıcı bir bölümle bitiriliyor olması da dikkati çeken diğer bir husus.
Akkaya ile önceki kitaplarına da gönderme yapmakla birlikte, yeni çalışması olan Din Felsefesi kitabı üzerine konuştuk.
- Toplam dokuz kitap yazdığınız görülüyor. Kavramlarla sınırlı kitap yazmak kolay olmasa gerek. Nasıl bir metodolojiniz var? Din Felsefesi 'ne hangi süreçlerden geçerek gelindi? Hangi ihtiyaçtan doğdu?
Bir önceki kitabım olan Bilgi Kuramı'nda toplumsal yaşam ile bilgi ilişkisini açıklamaya çalışmıştım. Aynı metodoloji ile ekonomik ve sosyal şartların dini belirlediği temel ilkesinden hareketle Din Felsefesi yazıldı. Din, Marksizm'in de kabul ettiği gibi dinamik bir yapı. Toplumlar değiştikçe dinler ve din yorumları değişiyor. Yani teologların iddia ettiği gibi dinler öncesiz ve sonrasız değil.
İhtiyaç meselesine gelince… Öncesinde, sistematik olarak felsefenin içinden yayınlarım oldu. Politika felsefesi, sanat felsefesi, dil felsefesi gibi. Din felsefesi ile ilgili bir boşluk olması önemli bir motivasyon kaynağım oldu, diyebilirim. Özel bir boyut da vardı. Son yıllarda "Bedreddin Devrimi" biçiminde bir kavramlaştırma yaptım ve bunun içini doldurarak yurt içinde ve yurt dışında pek çok sunum yaptım, konferanslar verdim. Okurlarım Bedreddin hareketinin din felsefesi içindeki yerini açıklayan bir kitap çalışması gerekliliği üzerinde yoğunlaşınca böyle bir çalışma kaçınılmaz oldu.
- Batı din felsefesini ele alış biçiminizi ifade etseniz.
Antik Çağ filozoflarından Ksenophanes, Homeros ve Hesiodos'un Tanrı anlayışını eleştiriyor. Çünkü Homeros ve Hesiodos, Tanrı'yı antropomorfik (insan biçimli) tarzda betimlemişler. Yani Tanrı'yı insan gibi tasvir etmişler. Ksenophanes'e göre Tanrı öncesiz ve sonrasızdır.
Buna teosantrik bakış (teolojik) demek gerekir. Ortaçağ başında Augustinus adında bir filozof çıkıyor, felsefeyi neredeyse dine ve teolojiye indirgiyor. Hıristiyanlığın felsefesini yapıyor aslında. Feodalizmin başlangıcına denk gelmesi manidar.
Bu teolojik anlayışlar, Rönesans ve Aydınlanma döneminin kaba materyalist filozoflarından geçerek Hegel'in geist merkezli din felsefesine dönüşüyor. Feuerbach ise insan merkezli (antroposantrik) bir din felsefesi geliştiriyor. Marx ve Engels işte Hegel ve özellikle de Feuerbach'ın kurduğu din felsefesini eleştirerek başlıyorlar.
- Marx ve Engels'in din felsefesindeki özgünlükleri nedir? Engels bir yazısında "Feuerbachcı olduk" diye yazmıştı.
Evet… Marx ve Engels gençken sol Hegelci olduktan kısa bir süre sonra da Feuerbach oluyorlar. Hem teolojinin yerine hem de Hegel'deki geist'ın yerine insanın konulması bir devrim gibi algılanıyor.
Ruh, tanrı, töz ve benzeri kavramların insan tarafından yaratıldığı Feuerbach aracılığıyla keşfedilmiş oluyor. Tabi Marx ve Engels kısa sürede Feuerbach'ı da eleştiri masasına yatırıyorlar. Çünkü Marx ve Engels'e göre yalnız kavramlar değil, kavramları icat eden insan da bir üründür.
- Kısaca açsanız...
Feuerbach gibi Marx ve Engels için de fizik veya metafizik kavramların insan ürünü olduğu doğrudur ama onlara göre insan da ekonomik ve sosyal ilişkilerin bir ürünüdür. İnsanın zihinsel özellikleri, düşünce sistemi mevcut üretim ilişkileri ve mülkiyet şekilleri tarafından belirleniyor. Bu yüzden Marksizmin din felsefesi için sosyal santrik (toplum merkezli) terimini kullanıyorum.
Feuerbach için dinsel inançlar, insan ile birlikte var olmuştur, insan değiştikçe dinler de değişir. Oysa Marx ve Engels açısından dinler ekonomik ve sosyal koşulların ürünü olarak ortaya çıkmışlar. Yani sınıflı toplumun ürünü oldular. Sınıflı toplumlar sönümlendiğinde dinler de müzelik olacaktır.
- Doğu dünyasından devam edelim. Doğu felsefeleri biraz küçümseniyor galiba. Oryantalist görüş açısı baskın. Sizin kitabınız bu konuda yeni bir bakış getiriyor mu, özgünlüğünüz nedir?
Evet, özgün bir yerde durduğumu düşünüyorum. Bilhassa Ortaçağ döneminde Doğu'da yapılan felsefeyi "İslam Felsefesi" olarak adlandırmanın yanlış olduğunu ileri sürüyorum. Çünkü El Kindi, Farabi, İbn-i Sina, Gazali ve İbn-i Rüşd'ün temsil ettiği felsefeyi teoloji gibi göstermek gerçekleri yansıtmıyor.
"Doğu Ortaçağı'nın Beş Büyükleri" olarak kavramlaştırdığım bu filozofların içinde yalnızca Gazali dinin ve teolojinin içinde kalıyor. Diğer dört filozof, teolojik özellikler gösterseler bile temelde "seküler" felsefe yaptıkları kanaatindeyim. Bu yüzden de yapılan düşünce çalışmalarına "İslam felsefesi" değil "Doğu Ortaçağ felsefesi" diyorum.
- Yine de bu filozofların dinden, İslamdan koptuklarını düşünmek bana zor görünüyor. Örtü neticede İslam oluyor. Batı felsefesinde dinin, teolojinin etkisini göremiyoruz ya da çok zayıf. Oysa Doğu'da din çok baskın…
Batı felsefesinin de seküler olduğu tartışma kaldırır. Şu kadarını söyleyeyim ki, Descartes ne kadar seküler ise İbn-i Sina ya da İbn-i Rüşd de o kadar sekülerdir. Leibniz ne denli dinsel ise Farabi de o denli dinsel bir filozoftur. Mesela İbn-i Rüşd ile Spinoza'yı karşılaştırdığımızda, teolojinin etkisi bakımından ikisi arasında büyük farklar olmadığı görülür. Keza El Kindi ve Farabi'nin de söylendiği gibi dinci, İslamcı felsefe kurdukları doğru değil.
- Öyle diyorsunuz da sonuçta sizin tabirinizle Doğu Ortaçağ felsefesinin Yunan ve Roma felsefesinin devamı olduğu, onlardan etkilenerek ortaya çıktığı yönünde bir görüş, bir iddia var.
Bu Batı ana akım felsefesinin iddiasıdır. Ne yazık ki İslam toplumları da bunu benimsiyorlar. Kitapta bu türden tezlere karşı, anti tezler ileri sürmekteyim. Çünkü felsefeler, diğer toplumların düşünce düzeneklerinden ancak etkilenirler ama onlar tarafından belirlenmezler. Felsefeyi belirleyen, filozofların yaşadığı çağlardır, topraklardır yani coğrafyadır.
Filozoflar Doğu toplumunda yaşayıp, Yunan ve Roma'nın düşüncesini almış olamazlar! Doğu Ortaçağ felsefesi, Anadolu-Mezopotamya coğrafyasındaki ekonomik, sosyal ilişkilerin bir ürünü, bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır. Aktüel bir örnek vereyim: Rojava Anayasası Sovyetik uygulamalardan veya Paris Komünü'nden etkilenmiş olsa bile asıl olarak Rojava toplumunun bir ürünü, Rojava gerçekliğinin bir yansıması olarak var olmuştur.
- İslam felsefesi ya da sizin tabirinizle Doğu Ortaçağ felsefesi ile Kızılbaş/Alevi inancı arasında nasıl bir bağ kurdunuz? Bu felsefe daha çok Sünni İslam'a gönderme yapıyor sanırım… Bir de Hallac-ı Mansur nerede konumlanıyor, sormak isterim…
Aslında Gazzali hariç diğer dört filozofta akla, deneyciliğe, doğaya, bilime ve tıbba ilgi olduğu görülüyor. Tahmin edileceği gibi Kızılbaş/Alevi inancında katı, tutucu bir inanç söz konusu değil. İbadet olarak semahlar, deyişler, cemler, Dara Durma türünden ritüeller var. Doğa ve insan sevgisi ön planda.
Ben Alevi/Kızılbaş inancını "din olmayan din olarak" değerlendiriyorum. Bu açıdan Farabi, İbn-i Sina ya da İbn-i Rüşd'ün felsefesiyle Alevi felsefesi arasında bağ kurulabilir. Gazali farklı. O doğrudan Abbasi ve Selçuklu egemen sınıflarının yanında yer almış. Nizamülmülk'ün sözcülüğünü yapmış, Nizamiye Medreselerinde hocalık etmiş.
- Hallac-ı Mansur demiştim… Batıni inancın zirvesi idi ve "Enel Hak" dediği için katledildi. Batıniliğin bir toplumsal düşünce biçimi olduğu yönünde düşüncem var. İnanç örtü gibi geliyor bana.
İfade edeyim. Alevi felsefesi gibi bir ifade kullanırsak, varlığın birliği, bütünlüğü akla gelir. Batı'da Parmenides'te gördüğümüz bir anlayış. Doğu'da vahdet-vücut deniliyor. Tanrı ve doğanın hatta insanın birbirleriyle özdeş oldukları anlamına vurgu var. İşte Hallac-ı Mansur, bu düşünce bağlamında önem kazanıyor. Çünkü ona göre insan, Tanrı'nın özdeşidir. Alevi felsefesi bu düşünceyle ittifak içindedir.
Sizin vurguladığınız "En el hak" düşüncesinden dolayı öldürülmesine bir şerh düşmek isterim. Tarihte hiç kimse sırf dinsel nedenlerle öldürülmemiştir. Bu türden cinayetlerin nedeni ekonomik ve siyasaldır. Sokrates de Hallaç-ı Mansur da Şeyh Bedreddin de Pir Sultan da ekonomik ve siyasal nedenlerle katledildiler. Dinsellik bir kılıftan başka bir şey değildir.
Kitabımda Hallaç-ı Mansur tek olarak değil bir ekol olarak ele alınmaktadır. Tasavvufun "beş büyükleri" diyorum bunlara: Ravendi, Ebubekir Razi, Ş. Sühreverdi, İbn-i Arabi ve Hallaç-ı Mansur. Ravendi ateist özellikler gösteren bir filozoftur. Razi, deneyci ve materyalist bir "İslam" filozofudur. Sühreverdi de "laik" görüşleri yüzünden katledildi. İbn-i Arabi ise hem Alevi/Kızılbaş inancı için hem de Bedreddin hareketi için özel bir öneme sahipti. Bunlara tasavvufun devrimci kanadı da diyebiliriz.
- Kitabınızı Marksist bir bakış açısıyla yazdığınızı da düşünürsek, Alevileri bir biçimde yüceltmenizi nasıl anlamalı.
Aslında kitapta özel olarak Alevilik yüceltilmiyor. Her türden din aynı kefeye konuluyor. Bunların sınıflarla birlikte var olduğu, sınıflar ortadan kalkınca dinlerin ve inançların da yok olacağı savunuluyor. Bununla birlikte "ezilen din ve inançlar" ile "ezen din ve inançlar" arasında ayrım yapılıyor. Kızılbaş/Alevi inancı "ezilen inanç" olarak betimlendiği için onun lehine pozisyon alınıyor. Üstelik "kurtuluş teolojisi" ve "devrimci din" türünden ibareler de kullanıyorum.
Engels de bazı dinlerin devrimci bir işlev gördüğünü söylemektedir. Örneğin Almanya'da köylü savaşlarını incelerken Thomas Münzer ve daha pek çok dinsel şahsiyeti yücelttiği görülmektedir. Ezilen uluslar için de durum aynı değil midir? Mesela Kürt, Filistin, İrlanda ve Bask uluslarını desteklemek nasıl meşru ise ezilen inançlara da pozitif ayrımcılık yapmak gerekir.
Çünkü bunlar emekçi mücadelesine yakın olan hareketleri temsil ederler. Örneğin 2013 yılındaki Gezi Direnişi sırasında kendilerine "Anti kapitalist Müslümanlar" diyen bir inanç topluluğu Gezi Direnişi'ne katılmıştı. Keza kitapta genişçe yer alan Şeyh Bedreddin Devrimi de esasen dinsel motifleri baskın olan bir harekettir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish