Son yıllarda, “Hukuk devleti”, “Hukukun üstünlüğü” kavramlarını hepimiz sıklıkla duyar olduk. Adalete dair yürütülen çeşitli tartışmalarda söz konusu kavramlar belirli bir talebi dile getiriyor olsa gerek.
Açıkçası ben, hukukun üstünlüğü ya da hukuk devleti ilkesinin gerekli ama yeterli olmadığını düşünüyorum. Hukukun üstünlüğü ilkesi her şeyden önce iktidarların meşru olarak kullanabilecekleri yetkilere ve sahip oldukları yetkilerinin kapsamının anayasal sınırlarına gönderme yapıyor.
Tarihsel olarak, on yedinci yüzyılda ortaya çıkan ve gelişen sınırlı iktidar düşüncesinden doğan hukukun üstünlüğü kavrayışı, on sekizinci yüzyılda Cumhuriyetçi düşünce geleneğinin kuvvetler ayrılığı teziyle desteklenirken, modern formunu savunan ilk kuramcı Montesquieu olmuştu. Montesquieu, gücün belirli bir kişi ya da grubun elinde toplanmasının özgürlüklerin önünde engel oluşturacağını düşünüyordu.
Tam da bu nedenle O’na göre, erklerin iktidarının sınırları çizilmeli ve her bir erk, kral, soylular ve halk olmak üzere farklı aktörler tarafından temsil edilmeliydi. Özgürlüklerin korunması ancak böyle olanaklı olabilirdi.
Öte yandan Montesquieu, yasama ve yürütme gücü bir kişiye ya da belirli bir gruba verilirse böylesi bir yaklaşımın olası sonuçlarını şu sözlerle dile getirmişti; “çünkü aynı hükümdarın veya senatonun, zorbaca kanunlar yapmasından ve bu kanunları zorbaca uygulamasından korkulabilir.”
Montesquieu’nün savunduğu güçler ayrılığı düşüncesi on dokuzuncu yüzyılda biçimlenmeye başlayan modern devlet aygıtı ile birlikte bu aygıtın örgütlenme biçiminin temel aldığı hukuk devleti ilkesine işaret eder. Özetle günümüzde sıkça dile getirdiğimiz hukuk devleti ya da hukukun üstünlüğü kavramları, iktidarın olası keyfi yönetiminin hukukla sınırlanmasına ve güçler arasında kurulan dengenin varlığına gönderme yapar. İktidarın hukukla sınırlanmasıysa hukukun biçimsel olarak var olduğuna işaret eder.
Hukukun biçimsel olarak varlığı ise yasaların içeriğinin adil olduğuna ya da olmadığına ilişkin bizlere bir ipucu sunmaz. Yani, bir hukuk devletinde yasaların varlığı o devlette belirli bir hukuk düzeninin olduğu anlamına gelir. Yalnız, söz konusu hukuk düzeni belirli bir kişi ya da grubun çıkarlarını gözetiyor olabilir.
Tam da bu nedenle, yasalar var ve hukukun üstünlüğü ilkesi temel alınıyor düşüncesiyle bir devlette adaletin egemen olduğunu varsayamayız. Yasaların varlığının adaletle ilişkisini Aristoteles’in şu adalet tanımıyla ilişkilendirebiliriz; “yasaya uyan adildir”. Oysa yirminci yüzyılda siyaset felsefesine katkı yapan düşünürlerden biri olan John Rawls’ın işaret ettiği gibi, adalet sosyal kurumların ilk erdemidir ve gerek yasaların gerekse de devletin kurumlarının adaleti gözetmeleri gerekir.
Dolayısıyla adalet hukuku önceler. Adaletin egemen olduğu bir devlette temel hak ve yükümlülükler insanlar arasında paylaştırılırken keyfi bir yaklaşım söz konusu olamaz. Adalet, bir devletin varlık nedenidir. Diğer bir ifadeyle, devlet adaleti egemen kılmak için vardır. Belirli bir kişi ya da grup çıkarını gözeten hukuk olabilir; ama adalet olamaz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish