Kudüs'te Mescid-i Aksa olayları yeniden alevlendi.
İsrail polisi, Mescid-i Aksa'nın da içinde yer aldığı Doğu Kudüs'ün Şam ve El Amud Kapısı önündeki oturma alanlarını kapatmıştı. Maksat, teravih namazı sonrasında orada oturacak kalabalığın önüne geçmekti.
Çünkü halk arasında yüzyıllardan beri benimsenen gelenek uyarınca Filistinliler, aileleriyle birlikte orada toplanıp oturur, akşam etkinlikleri yapar, yemek yerler. Bir çeşit iftar sonrası şenliktir bu.
Ramazanın ilk gününden itibaren ahali orada toplanıyor; polis ise kapıları kapatmakla yetinmiyor, 13 Nisan'dan beri onları engelliyor, şiddet kullanıp müdahale ediyor.
Bu arada Mescid-i Aksa ve Eski Şehir bölgesine baskın çağrıları yapan aşırı sağcı Yahudiler, 6-7 Mayıs akşamı, Kudüs'ün farklı bölgelerinde Filistinlilerin evlerine saldırdılar.
Bu tür ırkçı Siyonist gruplar, 1967'te İsrail ordusunca işgal edilen Doğu Kudüs'ün "fetih yıldönümü" nedeniyle "Kudüs Bayrak Yürüyüşü" düzenlediler.
Filistinliler de bir yandan kolluk kuvvetleriyle boğuşurken, diğer yandan bu ırkçıların yürüyüşünü engellemek maksadıyla nöbet tutma eylemi başlattılar. Çatışmalar yaygınlaşıp şiddetlendi.
Derken devreye Gazze'den fırlatılan roketler girdi; Kudüs, Telaviv, Lud (Lod), Ramon ve Askalen (Aşkalon) çevresine düşen roketler, buralardaki Yahudi ahali arasında büyük paniğe yol açtı.
İsrail ordusu ise, Gazze'yi havadan ve karadan vuruyor. 10-15 Mayıs arasında gerçekleşen İsrail saldırıları sonucunda hayatını kaybedenlerin sayısı 139 (32 çocuk ve 20 kadın dâhil), yaralı sayısı 950 idi.
Olayların başlangıcındaki gerekçe şudur:
Doğu Kudüs'teki Şeyh Cerrah mahallesinde oturan 12 Filistinli aileyi zorla tahliye etmeye çalışan İsrail polisine karşı önce yerel protesto ve direnme başladı, giderek arttı.
Direniş tırmanınca, İsrail Güvenlik Kabinesi abluka altındaki Gazze Şeridi'ne geniş çaplı hava saldırısı düzenlenme emri verdi.
Adı geçen mahalledeki Filistinli aileler, yıllardır mülkiyet haklarını koruma mücadelesi veriyorlar. İsrail yönetiminin teşvikiyle hareket eden Nahalat Şimon isimli bir Yahudi şirketi, son dönemlerde Yahudi aileleri buraya yerleştirmeyi planlıyor.
Şirket, bu maksatla Müslüman Arapların yaşadığı Doğu Kudüs'te çok sayıda arazi, arsa ve bina satın aldı. Ardından da bu plana uygun olarak şöyle bir söylem ve iddiayla kampanya başlattı:
Şeyh Cerrah'taki söz konusu mülkler, 1948 yılındaki Arap-İsrail Savaşı sırasında evlerinden kaçmış Yahudilere aittir!
İsrail iktidarları, uzun zaman önce bu planı kitabına uyduran bir yasa da çıkarmıştı:
Yahudi İsrailliler, kendilerinin veya atalarının kaçmak zorunda kaldıkları dönem içinde geride bıraktıkları mülkler üzerinde hak iddia edebilirler!
Bahsedilen şirket, ilgili kanuna istinaden dava açıp Filistinlerin ellerindeki mülkleri geri almak istiyor. Oysaki koskoca mahallede, Yahudilere ait olduğu söylenen mülk sayısı sadece 27'dir.
Buna karşılık bütün mahalle halkı yerinden yurdundan zorla çıkarılmak isteniyor.
Olayların arka planında yatan gerçek şudur: Bir türlü çözülemeyen Filistin meselesiyle bağlantılı birkaç siyasi sorun ve hesaplar var:
Bunlardan ilki, Donald Trump'ın damadının dayattığı "Asrın Barışı" denen siyasi projedir.
İsrail parlamentosu, on yıllar önce "Kudüs, Yahudi devletinin ezeli ve ebedi başkentidir" tarzında bir karar almıştı. ABD Büyükelçiliğini Tel Aviv'den Kudüs'e taşımayı da kabul eden Trump, böylece İsrail'in bu kararını destekleyip meşrulaştırmış oldu.
Bu tutum Arap-İslam dünyasında, özellikle Filistinliler arasında ciddi bir çaresizlik duygusu ve öfkeye yol açtı.
Malum, Kudüs iki parçalıdır: Arapların yaşadığı tarihi Doğu Kudüs ile öteden beri İsraillilerin yaşadığı "yeni sayılan" Batı Kudüs.
İsrail iktidarları, bu kenti Yahudi şehri haline getirmek maksadıyla çok yönlü kültürel faaliyetler yürütmekte ve çeşitli inşaat planlarını hayata geçirmekteler.
Arapların oturdukları mülk ve arazileri bir şekilde istimlâk/müsadere ederek veya uydu kentler kurmak suretiyle bir anlamda etnik, inançsal ve kültürel temizlik operasyonları uygulamaktadırlar.
Somut bir örnek verelim:
Şeyh Cerrah Mahallesi, Birleşmiş Milletler teşkilatı kararıyla Filistinli mülteciler için kurulmuş olan Filistinli Mülteciler Yardım Ajansı (UNRWA) ile Ürdün hükümeti arasında 1950'lerde imzalanan protokole göre inşa edilmiştir.
Arapların yaşadığı bu mahalleye göz koyan İsrail yönetimi, burada Yahudi yerleşimcilerin mülkiyet hakkı olduğunu iddia ediyor ki, İsrailli yerleşimcilerden bazıları hem mahalle sakinlerine hem de bu iddiayı protesto maksadıyla Mescid-i Aksa'yı dolduran Filistinlilere ateş açıp yaralanmalarına sebep oluyorlar.
Keza İsrailliler, Mescid-i Aksa'nın altında olduğu iddia edilen "Süleyman Mabedi"ni bulmak amacıyla yıllardan beri tünel kazıp duruyorlar.
Böyle giderse, Müslümanların ilk kıblesi sayılan bu mekân olduğu gibi çökecektir.
Gelelim güncel nedenlere:
Birkaç ay önce Filistin yönetimi genel seçim kararı aldı. Biri mayısta, diğeri temmuzda olmak üzere iki seçim yapılacaktı.
Filistin yönetimi başkanı Mahmut Abbas, hazır Joe Biden iktidarı kazanmışken, Trump'ın "Asrın Barışı" planını boşa çıkarmak için siyasi bir hamle yaptı.
Buna göre: Filistinlilerin en büyük iki örgütü olan ulusalcı El Fetih ile İslamcı HAMAS, ortak listeyle milletvekili seçimlerine katılacak; kurulacak olan Filistin hükümetinde HAMAS üyeleri de yer alacaktı. Maksat, bu örgütü, ABD ve AB devletleri nezdinde meşrulaştırmaktı.
Bu taktik İsrail'in işine gelmedi. Seçimlerin yapılması durumunda Doğu Kudüs'te oturan Filistinlilerin de oy kullanmaları planlanıyordu ki, İsrail bunu da kabul etmedi.
Çünkü Doğu Kudüslü Filistinlileri kendi vatandaşı sayıyor ve onların seçimlere katılmalarını, İsrail'in Yahudileştirilmiş Kudüs projesine ve egemenliğine aykırı buluyor.
Sonuçta her iki bahaneyi de öne süren İsrail, karşı hamle başlattı. Filistin yönetimi ise, seçimleri iptal etmek zorunda kaldı.
Olayların tırmandırılmasındaki bir başka neden ise, seçimi tek başına kazanamayan ve yolsuzluklar yüzünden kitle desteğini yitirmiş Başbakan Benyamin Netanyahu'nun, bu saldırılar yoluyla popülaritesini yükseltip tekrar başbakan olma hesabıdır.
Nitekim 15 Mayıs tarihli İngiliz Telegraph gazetesi, "Yahudi-Arap çatışmasının kaosu, krizdeki Netanyahu için can simidi oldu" tespitini yaptı.
Son günlerdeki gidişat nasıl seyrederse etsin, biz kimi tespitler yaparak meseleyi kavrama yoluna gidelim.
Filistinlilerin mücadelesi yeni başlamış değil. 1920'lerden bu yana devam etmektedir. Başta Kudüs sorunu olmak üzere yukarıda sıralanan nedenler ise çözülmek istenmeyen ve kangrene dönüşmüş bulunan Filistin meselesinin özüdür.
Mescid-i Aksa ve Şeyh Cerrah mahallesine yönelik silahlı ırkçı Siyonist Yahudi yerleşimcileriyle polis saldırısı, muhtemelen 1987'de başlayan kitlesel halk ayaklanmasının üçüncü halkası olmaya adaydır.
Arap ve dünya siyasi söylemine "İntifada" diye geçmiştir.
İlk İntifada, 1987'de başladı. İsrail asker ve polisine sivil halkın taşlı sopalı direniş biçimiydi. Burada çocuklar, kadınlar ve gençler başroldeydi.
İkinci İntifada, Filistin lideri Yaser Arafat'ın, 1993 Oslo Anlaşması'na uymayan İsrail'in Filistin topraklarının yeniden işgal ve Doğu Kudüs'ü ebediyen ilhak etme girişimine isyan etmesiyle başladı:
"Kudüs, bağımsız Filistin devletinin başkenti olacaktır; onu İsrail'e yedirmeyeceğiz" diyen Arafat, silahlı ve sivil direniş çağrısı yaptı.
2000 yılındaki bu toplu isyan, yarı silahlı yarı sivil direniş birkaç yıl sürdü. İsrail'in zehirlediği Arafat'ın ölümüyle (2004) sona erdi.
Bu direnişte silah faktörü öne çıkmıştı ama İsrail tanklarının Filistinlilerin yerleşim alanlarını bombalaması karşısında geriledi; yerini sivil itaatsizliğe bıraktı.
Şimdiki Mescid-i Aksa direnişi, üçüncü İntifada olmaya aday bir kalkışmadır.
Direnişin öne çıkan başlıca özelliği ise gençlerin ulusal onur taşımalarıdır. Tutuklandıkları anda bile işgalci askerlere karşı başı dik ve mücadelesiyle övünen bir tutum takınmalarıdır.
Bu üçüncü kuşak, öncekilere kıyasla daha öfkeli, sert ve uzlaşmasızdır.
Bu kalkışmanın öne çıkan bir başka özelliğine bakalım: Direniş, Gazze'den Kudüs ve diğer şehirlere fırlatılan nitelikli roketlerle desteklenmektedir.
1948 yılında İsrail tarafından işgal edilen topraklarda kalan ve İsrail devleti vatandaşı sayılan Filistinlilerin, ülkenin kuzey kent ve kasabalarında (Akka, Yafa, Nasıra, Lud, Ramallah, Şafaomr, Umm-ul Fehm vs) Kudüslü kardeşlerine topyekûn destek eylemleri yapmakta; bazı resmi binalar, karakollar ve arabalar ateşe verilmektedir.
Kırsal ve kentsel alanlardaki bu eylemler sırasında birkaç protestocu katledildi, birçoğu yaralandı ve yüzlercesi gözaltına alınıp tutuklandı.
Klasik bahane belli: Kolluk kuvvetlerine mukavemet, polise taş atma ve bazı polis karakollarına saldırı, arabaları ateşe verme vs. tutuklama furyası henüz hız kesmedi.
Kitlesel dayanışma eylemine sadece Müslümanlar değil, Hıristiyan ile bazı İsrailliler de kümeler halinde barışçıl gösteri yaparak katıldılar.
Bu kitlesel eylemden ürken İsrailli belediye başkanı, demagojik bir yöntemle, "şehirlerdeki şiddet olaylarını" Hitler döneminde Yahudilere yönelik "Kristal Gecesi"ne benzeterek dünya kamuoyunu yanıltmayı denedi. Cumhurbaşkanı, "iç savaş tehlikesinden" söz etti.
15 Mayıs tarihli İngiliz Financial Times ise şu yorumu yaptı:
Netanyahu'nun yıllardan beri körüklediği Arap-Yahudi karşıtlığı, kendisi için de bir sürpriz oldu. İsrail, Arap vatandaşlarının isyanı karşısında beka sorunuyla karşı karşıya!
Demek ki ciddi bir korku yaşanıyor; çünkü "1948 Arapları" diye bilinen bu halkın nüfusu 1 milyon 600 bindir.
11 Mayıs günü Gazze bölgesinin kuzey komşusu olan İsrail vilayeti Askalen ve Asdod (Aşkalon ve Aşdod) yöresine 137 roket düştü; bazı binalar tahrip oldu; iki Yahudi yerleşimci öldü, onlarcası yaralandı.
Kudüs, Tel Aviv, Hayfa, Lud (Lod), Ramle gibi şehirlere fırlatılan onlarca füze neticesinde İsrail'de panik baş gösterdi. İki milyon İsrailli, sığınaklara akın etti.
Lud şehrindeki Ben Gorion uluslararası havalimanındaki kalkış-inişler durduruldu. Uçak seferleri iptal edildi. Kimi uçaklar ise Kıbrıs Rum kesimindeki havaalanına yönlendirildi.
Bu füzelerle, İsrail hükümetine verilmek istenen mesaj açıktır:
Eskiden olduğu gibi bize saldırmanız öyle kolay olmayacaktır. Durmadığınız takdirde ağır bedeller ödeyeceksiniz. Stratejik hedeflerinizi; havaalanları, enerji tesisleri, teknoloji merkezleri ve altyapınızı roket yağmuruna tutacağız.
Nitekim bunun ilk işaretleri görüldü: Gazze'den Askalen ve Asdod bölgesine atılan roketler İsrail'in yaşamsal bir projesini şimdilik devre dışı bıraktı:
Askalen ile Eylat limanı arasında döşenmesi planlanan petrol hattı, esas olarak Körfez ülkelerinin petrol ve doğalgazını Askalen üzerinden İsrail'e, oradan da Akdeniz limanlarına nakledecekti.
Bu proje, aynı zamanda Mısır'ın Süveyş Kanalı'na alternatif olarak düşünülüyordu.
Kudüs, Tel Aviv, Hayfa ve Lud şehirlerinde isabet alan yerler alev alev yandı; yangın uzun süre kontrol altına alınamadı. Yani çatışmanın kuralları değişmeye başladı.
İsrail, 2014'te Gazze'de gerçekleştirdiği gibi hava ve kara operasyonları yapabilir. Muhtemelen beklenenden de fazla zayiat verebilir.
Oradaki Filistin direnişini örgütleyen hareketlerin savunma ve karşı saldırı hazırlıkları, 6 yıl öncesine göre askeri ve teknik bakımdan daha niteliklidir.
Örneklendirmek gerekirse; 2014'te İsrail hedeflerine atılan toplam roket sayısı 55 idi. Oysa birkaç gün içinde Yahudi yerleşim yerlerine 100, Askalen ile Asdod yöresine 137 roket düştü. 15 Mayıs'a kadar toplam 1000 roket atılmış oldu.
1991'den beri Kudüs ile Lud ve Ramle mıntıkalarına imha edilmeden ulaşabilen ilk roketler bunlardır. Irak Başkanı Saddam Hüseyin, 1991 Körfez Savaşı sırasında Arap dünyasının desteğini almak maksadıyla toplam 93 SAM füzesi göndermiş; ancak büyük kısmı İsrail tarafından havada imha edilip etkisiz bırakılmıştı.
Eskiden İsrail ile savaşmış olan 22 Arap ülkesinden Kudüs, Lud ve Ramle yörelerine herhangi bir füze atılmamıştır.
Gazze'deki farklı örgütlerin attıkları füzelerin nitelikleri ve isabet oranları daha yüksektir. Bunu İsrail gazetesi Yediot Ahronot açıkça yazdı.
Örneğin "El Suceyl" türü roketlerin başlıkları, tahrip gücü yüksek patlayıcılar ve izini sürenleri yanıltan elektronik cihazlarla donatılmışlar.
Marksist Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'ne bağlı Ebu Ali Mustafa Müfrezeleri ile İslami Cihad örgütünün askeri kanadı Kudüs Tugayları'nın attıkları roketleri de bunlara eklemek gerek.
İsrail; Hizbullah, HAMAS ve Suriye füzelerine karşı "demir kubbe" adını verdiği hava savunma sistemi kurmuştu ve başarısından ötürü de övünüyordu.
Fakat üç hafta önce Suriye'nin fırlattığı SAM füzesi, bu demir kubbeyi delmeyi başardı ve İsrail nükleer tesislerinin bulunduğu Damona bölgesine düştü.
Gazze'den atılan füzeler, demir kubbeyi delik deşik ederek birçok enerji tesisine ve altyapıya büyük zayiat vermektedir.
Direnişçilerin kurdukları yeraltı şehirleri ve cephaneliklerde roket yerine teknik bakımdan daha geliştirilmiş gerçek füzeler de bulunuyor.
İcabında Akabe körfezine açılan Eylat limanı-Askalen stratejik hattı hedeflenebiliyor. İsrail'in korkulu rüyalarından biri de bu füzelerdir.
Bu yanıyla bakıldığında İsrail hava savunma sisteminin eskisi kadar güvenli olmadığı ve milyarlarca dolar zarar ettiği görülecektir. Bu sistemde kullanılan her bir patriot veya benzeri füzenin maliyeti 300 bin ile 1 milyon dolar arasındadır.
Sadece 1948 yılındaki Arap-Filistinli vatandaşlar değil, 20 yıla yakın bir zamandan beri çatışmaya katılmayan Filistin yönetimi altındaki Batı Şeria'da da Filistinliler ayağa kalktılar. Özellikle El Halil kentinde hem İsrail polisi hem de Yahudi yerleşimcilerle kanlı çatışmalara girdiler.
HAMAS'ın askeri kanadı El Kassam (El Qessem) Tugayları komutanı Muhammed Dayf, yıllardan beri ilk defa adıyla ve görüntüsüyle medya önünde gözdağı niteliğinde bir konuşma yaptı ve şöyle dedi:
İsrail, Mescid-i Aksa ve Şeyh Cerrah mahallesine yönelik saldırılarını durdurmazsa ve halkımıza yönelik terör estirmeye son vermezse, 'şu günü şu saatte' biz, misilleme olarak şehirleri füze yağmuruna tutacağız.
Nitekim dediğini de yaptı. Tam vaktinde füzeleri ateşleme emrini verdi. Bu durum, bize çatışma kurallarının en azından şimdilik Filistinli direnişçilerin lehine olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Washington Enstitüsü'nün Ortadoğu bölümünde çalışan bir görevli; "İslamcı HAMAS örgütü, bu kez çatışma kurallarını değiştirmiş görünüyor." 15 Mayıs tarihli İsrail Maariv gazetesi de, "Filistin direnişi, bu kez bizi hazırlıksız yakaladı" yorumunu yaptı.
Filistinliler, bu kez elektronik bir savaşı taktiğini de devreye soktular. 15 Mayıs tarihli İsrail Yediot Ahronot gazetesi yazmış:
Filistin direnişi bizimle roket ve mülkiyet hakları için çatışmıyor. Aslında kendi ve dünya kamuoyunu bilinçlendirme mücadelesi veriyor ki, bu noktada kazanmış görünüyor.
Bu son hususta algı değişikliğine ilişkin somut bir örnek: İsrail'in "teröristler bize 1000 roket/füze attılar" diyerek algı operasyonu yapmak suretiyle ikna ettiği Almanya, Fransa, Hollanda, İngiltere, Avusturya gibi Avrupa devlet yetkilileri, "saldırılara karşı İsrail'in meşru savunma hakkını destekliyoruz" yolundaki demeçleri, Filistin direnişinin tecrit edilmesine yönelikti.
Ancak Kuzey İrlanda hükümeti, buna karşı çıkan ve Filistinlilerin meşru savunma hakkını destekleyen bir tutum gösterdi.
Zira İsrail, Gazze ve diğer Filistin yerleşim yerlerini 10 Mayıs'tan beri bomba yağmuruna tutmaktadır. Muhtemelen İsrail'in yanıltma yöntemi, eskisi kadar etkili olmayacaktır.
İsrail'in son saldırısı dünya kamuoyunda tepkilere de yol açtı; B'Tselem adlı İsrailli bir insan hakları kuruluşu, hükümetin asıl hedefinin, Kudüslü Filistinlileri yurtlarından çıkarıp atmak olduğuna işaretle, rejimin artık "ırkçı bir ayrımcılık" peşinde koştuğunu vurguladı.
New York merkezli Human Rights Watch kuruluşu da aynı görüşü paylaştı. "972+" isimli dergideki bir yazıda "İsrail yönetimi, Filistinli çocukların ölümüne asla aldırmıyor" denildi.
İsrailli kimi yetkililerle yorumcular, son olayların, şimdiye kadar Filistinlilere reva görülen kötü muamelenin zirvesi olduğu noktasında hemfikirler.
Mesela İsrail eski askeri istihbarat şefi Amos Yadlin, mevcut gerilimi, "İsrail yönetiminin Filistinlere ilişkin hedefini belirlemedeki başarısızlığına" bağlıyor.
Kanal 12 televizyon haber sitesine görüşünü yazan Yadlin, şu tespitte bulunuyor:
Bu başarısızlık ve kararsızlık, gerçekte kararın ta kendisidir ki, götüreceği yer demokratik ve Yahudi olmayan bir devlet sistemidir.
Esasen, uzun vadeli bakıldığında İsrail'in tek derdinin Kudüs'ün Filistinlilerden temizlenip Yahudileştirilmesi olmadığı görülecektir. İşte örnekleri:
1993 Oslo Anlaşması'na göre 1957'de işgal edilen Batı Şeria toprakları, Filistinli sahiplerine iade edilecekti. Oysa o tarihten bu yana İsrail, yurtdışından getirdiği Yahudi göçmenleri, peyderpey uydu-kentler ve köy-kentler inşa etmek suretiyle bu topraklara yerleştiriyor.
Çoğu ırkçı Siyonist olan bu yerleşimcilerin sayısı 800 bini buluyor. Kendilerine tahsis edilen arazi oranı, şimdiki Batı Şeria'daki Filistin toprağının yüzde 70'ini aşmış durumda.
Yarın öbür gün bir Filistin devleti kurulacak olsa, bu seferki görüşmelerde İsrail, "Benim, sizin topraklarınızda şu kadar vatandaşım var, bunların hakkı ne olacak?" diye diretecektir.
Böylece hem onların bahsi geçen topraklarda kalıcı olmalarını sağlayacak hem de yurtdışında yaşayan 6 milyona yakın Filistinli mülteciye ödemesi gereken tazminata karşılık, "Siz de topraklarınızda bulunan Yahudi yerleşimcilerin çıkması için tazminat ödeyin" diyebilecektir.
İsrail burada, kendi yükümlülüklerinden kurtulma siyaseti güdüyor.
Kudüs meselesine gelince…
Burası aslında çok dilli, çok kültürlü, çok inançlı bir şehir.
Sadece Araplardan ve Yahudilerden ibaret değil. Orada Rumlar, İtalyanlar, Fransızlar, Süryaniler, Ermeniler, Ruslar ve başka Avrupa ülkelerinden topluluklar da var.
Dolayısıyla Kudüs meselesi tek din ya da tek etnik topluluk üzerinden çözülemez. Bu meseleye dini değil, dünyevi bir bakış açısıyla yaklaşmak lazım.
Belki de Hong Kong gibi, Makao gibi, bu şehrin de özel bir statü kazanmasıyla kalıcı barış gerçekleşebilir.
Mevcut durumda, Doğu Kudüs yönetimi sivil Filistinlilere verilmelidir. Bitişiğine inşa edilecek modern bina ve yerleşim merkezleri Filistin başkentinin idari yapıları olarak kullanılabilir.
Mevcut olayların gidişatını tahmin etmek zor, bizce iki ihtimal var:
Birincisi; İsrail sonuna kadar savaşta ısrar edip Gazze ve diğer Filistin bölgelerine hava-kara operasyonlarını sürdürür. Böylece hem kendisine hem de Filistin direnişine beklenmedik zararlar verebilir.
Nitekim Başbakan Netanyahu, Filistin örgütleriyle uzlaşmayı reddetmektedir.
İkincisi; başta Mısır olmak üzere son dönemlerde İsrail ile normal ilişkiler kuran Birleşik Arap Emirlikleri ve (onu destekleyen Suudi Arabistan) ile Katar aracılığıyla önce ateşkes yapılır, sonra da görüşme ve pazarlıklar başlar.
Nitekim Mısır temsilcileri, 13 Mayıs günü bu amaçla İsrail'deydiler.
Çatışmayı durdurmak için Birleşmiş Milletler toplanamadı. ABD ve Avrupa Birliği devletleri, İsrail'i destekliyorlar.
Türkiye bir taraftan İsrail'i çok sert kınıyor, diğer taraftan alttan alta ticari ve siyasi ilişkilerine devam ediyor. Ticaret hacmi 6.3 milyar dolara yükselmiştir.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın'ın Hürriyet gazetesindeki açıklamasında, BM ve İslam ülkeleriyle birlikte çare bulma önerisi ve çağrısı var.
Bu tutum olumlu ama İslam ve Arap ülkelerinin toplanıp bazı kararlar almaktan ve eleştirmekten öte bir şey yapmayacakları da çok açıktır.
14 Mayıs tarihli Rus gazetesi Komersant'ın yorumu, Türkiye'nin girişimini şöyle yorumlamış:
Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, Putin ile görüşmesinde, Türk ve Rus askerlerinden barış gücü oluşturulup Kudüs'e gönderilmesi önerisinde bulundu. Putin, bu öneri yerine, Filistin-İsrail meselesinin çözümü için müzakere başlatılmasından yana. Çünkü İsrail, kendi egemenliği altındaki hiçbir bölgede Barış Gücü istemez!
Akademisyen ve gazeteci İslam Özkan'ın 12 Mayıs tarihinde Gazete Duvar'da yayınlanan yazısı, bu sert açıklamalara bir cevap niteliğindedir:
Ankara şimdiye kadar Gazze'de ablukanın kalkmasından Filistinlilerin koruma altına alınmasına, Kudüs'e uluslararası bir askeri güç göndermekten elçiliklerini Kudüs'e taşıyan ülkeleri yaptırım uygulamakla tehdit etmeye varana kadar bir sürü vaatte bulundu.
Bu vaatlerin hiçbiri yerine getirilmediği gibi geçtiğimiz günlerde, henüz Şeyh Cerrah mahallesi krizi uluslararası toplumun gündemine gelmeden hemen önce Tel Aviv Maslahatgüzarı Tolga Budak, Mavi Marmara katliamının mimarı (şimdi Dışişleri Bakanı) Gabi Eşkinazi'nin vermiş olduğu iftara katıldı. İftarda verilen fotoğraf, Türkiye'nin İsrail ile arasındaki ilişkileri 'normalleştirme' konusunda ne kadar ciddi olduğunu gösterir nitelikteydi...
Eklemeliyim:
Gerek Körfez'deki Arap devletleri ve gerekse Türkiye'nin Suriye iç savaşı sırasında arka çıkıp yardım ettikleri "mücahit" gruplar, Filistin direnişine çevre ülkelerden daha fazla destek veren Suriye'yi allak bullak ettiler.
Aynı mücahitler, Suriye ordusuyla çatışmalarında sıkıştıklarında İsrail topraklarına sığındılar; hastanelerinde tedavi gördüler, onlar için kurulan kamplardan Suriye'ye saldırdılar.
Şam'da faaliyet gösteren Filistin direniş hareketleri ise, neredeyse yalnız ve desteksiz kaldılar.
Evet, Suriye rejimi zalimdir; muhalefete ve Kürtlere hayat hakkı tanımamaktadır. Ama aynı zamanda o bölgedeki Filistin direnişinin arkasında durmaktadır.
Mesela bu sıkışık zamanında bile ayrım yapmadan farklı Filistin direniş örgütlerine çok sayıda Rus yapımı "9M133 Kornet" füzesi gönderebilmiştir.
Dolayısıyla Suriye'ye müdahale, bu yönetimi ve beraberinde Filistin direnişini zayıflatmanın ötesinde, İsrail'in böylesine pervasız davranmasına da yol açmaktadır.
İkili siyasetin bağlantılı son örneğine de bakalım:
Tam kapanmaya uygulamasına rağmen Türkiye'de, İsrail karşıtı kitlesel gösteriler yapıldı. Olmalıdır, normaldir ve doğal bir haktır. Fakat AKP iktidarı, burada çifte standarda dayalı/çelişkili ince bir taktik güdüyor.
İçişleri Bakanlığı üç beş kişinin, muhaliflerin, kadınların sokağa çıkıp yürüyüş yapmasını pandemi bahanesine sığınarak çok sert biçimde engelliyor.
Şimdiyse Kudüs'teki kutsal mekânlara yapılan saldırı üzerinden kendine pay çıkarıp prim yapmak maksadıyla bu tür gösterilere izin veriyor.
Maksat, kutsallık ve mazlum Filistin-zalim İsrail söylemi üzerinden kamuoyunda prim toplamaya ilaveten kendi tabanını pekiştirip memnun etmeye yönelik bir ince taktik!
Ürdünlü araştırmacı-yazar Fuad Batayneh, Ray El Yom gazetesindeki 13 Mayıs tarihli makalesinde Arap devlet adamlarının duyarsızlığına veryansın ettikten sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hitaben şu mesajı veriyor:
Sopayı ortasından tutmayı bırakın! Bir şeyler yapmadığınız sürece, sert sözleriniz bizi kurtarmaz!
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish