Osmanlı yönetiminin Ermenilere yönelik katliam ve tehcir politikasından önceki Kürt-Ermeni ilişkilerinin önemini biliyorum. Ermeni kimliğim ve aslıma bağlıyım da... Ancak ben, Mısırlılardan daha çok Mısırlı olduğum kanaatindeyim.
Bu ifadeler, Lusi isimli bir kadına ait.
Peki, kimdir o? Osmanlı zamanındaki katliamdan kaçıp Mısır'a yerleşmiş, Ermeni bir ailenin kızı. Kürt bir baba ile Ermeni bir anneden olma melez bir çocuk.
Ermeni cemaati içinde büyüyüp eğitilmiş olduğundan bu kimliğiyle tanınıyor.
Onun en samimi arkadaşı Leyla ve en candan komşusu Malik'tir. Türkçe Melik diye telaffuz ediliyor.
Üçü de dostluk ve akrabalık bağlarının timsali babından haklarında yazılan romanın esas kahramanlarıdır. Gerçek hayattan alınmıştır hikâyeleri. Ancak romanda kurgusal tasvirler de önemli yer tutmaktadır.
Mesela Leyla, meşhur bir tarikat şeyhinin kızı olup benimsediği tasavvuf anlayışı icabı, ailece hoşgörülüdür. Çevresinde yaşanan zulüm ve acılara duyarsız kalmamayı hayatın düsturu, prensibi haline getirmiştir.
Malik ise, İttihat-Terakki döneminden kalma bir Türk ailenin evladıdır.
Ermeni asıllı Lusi ile şeyh kızı Leyla, Türk soylu bu gence âşık olurlar. Malik, tercihini Ermeni Lusi'den yana yaparak onunla nişanlanır.
Şeyh kızı Leyla, her ne kadar hoşgörüsüyle nam salmışsa da, bu konuda kadınlık duyguları öne çıkar ve elinde olmadan can ciğer arkadaşı Lusi'yi kıskanır. Nişanın bozulması ve Malik'in kendisine dönmesi için derviş sabrıyla dua edip umutla beklemeye başlar.
Romanın konusu bu minvalde devam ediyor. Ermeni-Kürt ilişkilerinin acı ve tatlı yanları, Osmanlı yönetiminin Ermenilere yönelik imha ve sürgün politikasının feci sonuçlarına maruz kalan farklı etnik toplulukların birbirlerinden kopuşu, boğazlaşmaları ve sonunda Mısır'da buluşup birlikte hayata tutunmaları da işlenen konular arasında.
24 Nisan'dan itibaren basında Ermeni-Kürt ve Ermeni-Osmanlı ilişkileri çerçevesinde yaşanan toplu kıyım, sistematik imha ve tehcir gibi trajik olaylar hakkında çokça yazılıp çizildi.
ABD Başkanı Joe Biden'ın "soykırım" ifadesini kullanmasından sonra muhtemel gelişmelerin Türkiye'ye yansımaları ve neticeleri konusu hâlâ gündemdeki yerini kaybetmedi.
Kendi payıma, yaşanan onca tarihi trajedinin dar çerçevesinden çıkarak, insanlığa ve kardeşliğe misal olması bakımından yukarıdaki konuya ağırlık vermeyi uygun buldum.
İnanılmaz gibi görünen bu gerçek hikâyeyi kurgulayıp roman haline getiren Mısırlı kadın yazar Radwa El Eswed'in farklı birçok projesi olmakla birlikte, esas meşguliyeti ve mesleği kitap yazmaktır.
Kendi ifadesiyle, "öykü ve roman yazarı"dır. Onun açısından yazmak, amatörce bir avuntu ve tatlı bir oyun değildir; gayesi ve hedefi olan bir faaliyet aracılığıyla yanıtlarını arayan sorulardan oluşan edebi bir eser ortaya koymaktır.
Yazarın kaleme aldığı son roman da böyledir: Mısır'da hatırı sayılır nüfusu bulunan Ermeniler ile Kürtlerin geçmişte yaşadıkları travmaya cevap arayışıdır; geleceğe yönelik alternatif ve ortak bir yaşam projesidir.
Roman, Kahire'nin doğusuna düşen mutena ve tarihi El Zeytun semtinin son elli yılındaki sosyokültürel hayatına ışık tutmaktadır.
Arka planda buradaki mahalle kültürü ile orta tabakanın zaman içindeki değişimi de anlatılmaktadır.
Zira tam anlamıyla farklı etnik ve inanç topluluklarının buluşup kaynaştığı El Zeytun semti, tarihi camilerle her mezhepten (Kıpti, Katolik, Rum Ortodoks gibi) kiliselerin yer aldığı bir yerleşim yeridir. Aynı zamanda yazarın da doğup büyüdüğü bir mekândır.
Radwa Hanım, Ermeni-Kürt ilişkisini niçin roman tarzında ele aldığını şöyle anlatıyor:
"2015 yılına kadar Ermeni soykırımından haberdar değildim. Olayın 100. yıldönümünü anma etkinliğinde çok sayıda fotoğraf, tarihi belge gördüm. Kanlı bir tarihe tanıklık ediyordular. Basın ve sosyal medya, bu tür görüntülerle doluydu. Kürt aydınlardan dostlarım vardı.Onların da sözlü ve yazılı anlatımlarını okuyunca, Kürtler ile Ermeniler arasındaki ilişkinin arka planını merak ettim.
Tarih, her iki halkı adeta birbirine bağlamıştı. Kaynak ve tanıklara yönelip araştırdım. Belgesel filmler izledim. Şu kadarını söyleyeyim: Konuyu ben özellikle bulmadım. Mağdur ve mazlumların ruhu, bunu tercih etmemi sağladı.
Romandaki anlatım, tasavvuf diliyle yani dervişane bir üslupla dile getirilmiştir. Hem geniş, hem soyut, hem de sınır tanımayan kayıtsız ve şartsız bir dildir. Oradaki aşk ve tutku, hayal ile tahayyül arasındaki aşkınlıktır. İlahi ve insani aşk arayışıdır. Yaradan ile yaratılan ve insan ile insan arasındaki mutlak aşkı bulma tutkusudur. Bazen de gerçekleşmesi imkânsız düşlerdir; zira sahip olmak ve bencillik ortamında yetişip büyüyen insanoğlunun tabiatına, fıtratına aykırı düşüncelerdir.
Bu haliyle bakıldığında; sadece Osmanlılardan bu katliam işine bulaşanları değil, dünyanın neresinde olursa olsun zalim, katil, gaspçı ve tecavüzcü herkesi suçlayan bir sorgulamadır romanımdaki kurgu.
Buna rağmen romanım, siyasi bir nutuk ve propaganda niteliğinde değildir. Çünkü roman, bir faaliyettir, çalışma ve gayrettir. Onunla dünyayı ve kendimizi anlamaya çabalarız. İrdeleriz, sorarız ve cevaplar ararız. Okuyucunun da bu irdeleme-sorgulama sürecinde kendince yanıtları olmalıdır.
Soruları kesmemek lazım! Sufi ve derviş yöntemiyle yapılmalı bu. Zahir ve özellikle bâtın anlamı bulunabilmeli. Uygun yanıtlar için olayın şeklinden değil, özü ve iç anlamından yola çıkılmalı.
Başından itibaren insanlar arasındaki siyasi ilişkiyi önemsedim. Kapsamı, uzantısı ve geri çekilme sürecini yani başlangıç ile sonunu merak etmişimdir.
Örneğin Lusi'nin ölümü, aynı zamanda çıkarların egemen olduğu bu dünyada, devletlerin bu tür katliam ve soykırımları kabul etmeme konusundaki inatlarının bir işaretidir. Aynı zamanda bu samimi, gerçek ve güzel bir hikâyedir."
Yazar Radwa El Eswed, 2020'de Beyrut'ta yayımlanan kitabı için "Dün Ölü idim" (بالأمس كنت ميتاً) başlığını uygun görmüş.
Kısaca özetlemek isterim:
Yıl 2000, yer Kahire… Kürt baba ve Ermeni anneden olma Lusi, yatırıldığı hastanede son günlerini geçirmektedir.
Tarikat şeyhinin kızı Leyla, eski can arkadaşı ve dert ortağı Lusi'yi her akşam ziyaret ediyor, dertleşiyor, acılarıyla ciğeri dağlanıyor.
Oysa genç kızlığında, Malik'e sevdası yüzünden Lusi'ye karşı kıskançlık krizleri geçirmişti. Lusi ile nişanını bozduktan sonra Leyla ile evlenen Türk kökenli Malik ise, "son elveda" günlerinde hastaneye gidip her ikisinin acılarını paylaşmaktadır.
Bu üç roman kahramanın dramatik serüvenine yakından bakalım:
Türk babanın oğlu Malik, kaderin cilvesi sonucu Lusi ve ailesinin komşusu olarak sahneye çıkıyor. İki komşu çocuğu, Lusi ile Malik, candan arkadaş iken iki sevgili oluveriyorlar.
Biri katliama maruz kalmış bir halkın kızı, diğeri katliam emrini veren İttihatçı önderlerin erkek torunu...
Birlikte büyüyüp can ciğer arkadaş olan Lusi ile Leyla, neredeyse aynı anda Malik'e âşık olmuşlar. Malik, ilkin tercih ettiği Lusi ile nişanlanıyor.
Gelgelelim babasından, aslını faslını sorunca acı gerçek ortaya çıkıyor: Meğer Malik'in dedesi, Ermeni katliamıyla dünyaya nam salmış Talat Paşa imiş!
Bunu öğrenen Malik, nişanı bozar bozmaz, ecdadının işlediği günahtan kurtulup ruhunu arındırmak üzere Fas'tan Asya ülkelerine uzanan bir yolculuğa çıkıyor. Orada tasavvuf erbabı dervişlerle tanışıp hemhal oluyor.
Malik seyahat dönüşü tarikat şeyhinin kızı Leyla ile evleniyor. Nişanlısının Talat Paşa'nın torunu olduğu gerçeğini anlayan ve onun Leyla ile evlendiğini duyan Lusi, sinir krizleri geçiriyor.
Amcası oğlu Agop ile Almanya'ya gidiyor ancak teselli bulamıyor; üzüntüden aklını oynatıyor, Mısır'a tam bir akıl hastası olarak dönüyor.
Buradan itibaren geçmişe dönüş başlıyor. Romanda 1840-1915 yılları arasındaki dönem, Ermeniler, Kürtler ve Türklerin dört kuşağının yaşadıklarıyla tasvir edilip gözler önüne seriliyor.
Mısır'a geldikten sonraki gelişmeleri, geçmişlerini, ailelerini, kültürlerini ve toplumsal konumlarını Lusi, Leyla ve Malik'in şahsında tanımış oluyoruz.
1840'lı yıllardan 1900'lerin başına kadarki süreçte Osmanlı yönetimindeki Türkler, Ermeniler ve Kürtlerin başına gelenler olay kahramanlarının anlatımlarında somutlaşıyor.
İlişkiler ve hadiseler duygu dolu ibarelerle dile getiriliyor. Zulüm, katliam, kaçış ve umut arasında gidip gelen olaylar, Lusi'nin ebeveyni olan Kürt baba ile Ermeni anneyi, Mısır'a kadar sürüklüyor.
Romanda devreye giren başka akraba ve dostlar da var. Gerçek hayattan alınmış, somut örnekler…
Sonradan dost ve akraba olan Ermeni Arşag Mendikaniyan ile Kürt Ferhat Mendikanli ailesinin hayat serüveni, 1843 yılında başlıyor.
Dönemin Osmanlı padişahı, Katolik inançlı ve matbaacı Arşag'dan 1000 adet Mushaf (Kur'an) basılmasını istiyor. O da, bunun için Ferhat'ın yardımını rica ediyor.
Her ikisi de kadim çağlarda ortak bir dine, Zerdüştiliğe bağlılarmış. Dolayısıyla da "emmioğlu" sayılıyorlar. Lakin devir değişiyor; ayrı düşüyorlar. Biri Hıristiyanlığı benimserken, diğeri Müslüman oluveriyor.
Yeri gelmişken belirtelim: İran, Irak, Türkiye sınırlarının kesiştiği mıntıkalarda özellikle Hakkâri, Şırnak arasındaki bölgelerde yaşayan Mendikan (veya Haci Mendikan) aşireti, eski çağlarda Kürtlerle Ermenilerin içinde yer aldığı 12 oymaktan oluşuyordu.
Adını, Irak Kürdistan bölgesindeki Mendikan mıntıkasından alıyordu. Muhtemelen önceleri bu yörede yerleşiktiler, çoğaldıkça etrafa yayıldılar.
Kimi tarihçilere göre bu aşiret, İran ile Türkiye sınırlarında yerleşen Şikakan (Şikakiler) isimli aşiret konfederasyonun bir alt koludur.
Amcazadeler olan Arşag ile Ferhat'ın o tarihteki yaşantıları anlatılırken barış içinde birlikte yaşayan Ermeni ve Kürt toplumunun kültürleri de tanıtılıyor.
İki dostun beraberliği, Osmanlı egemenliği altındaki halkların milliyetçi temelde uyanışlarına ve ayrılmak üzere isyan etmelerine kadar sürüyor.
Osmanlının böl-yönet politikası (Müslüman-gâvur ayrımcılığı) sonucu, etnik topluluklar arasında ihtilaf başlıyor.
Bunun üzerine her iki dost, ayrışma ve çatışmaların yoğunlaştığı Van'dan ayrılıp Amed'e (Diyarbakır) göçüyorlar.
İki arkadaş matbaacılık işinden vazgeçip tarımla uğraşmaya başlıyorlar. Ermenilerle Kürtler, sanki tek aileymiş gibi iç içe yaşıyorlar.
Çocukları birlikte büyüyor. Ancak onları da içine alan felaket, tehcir ve benzeri zulüm furyasının önünde tutunamıyorlar.
Bu tarihten sonra Ermeniler ile Kürtler arasında dinsel ve etnik ayrışma başlıyor. İkinci kuşağı temsil eden Ermeni evlat Aram ile onun Kürt akranı Salar yeniden el ele verip diğer toplumun kültürlerini birbirlerine anlatıyorlar.
Lakin yakınlaşma gayreti, fırtına gibi gelen felaketin önünde tutunamıyor. Böylece aralarında husumet de başlamış oluyor. Karşılıklı öldürme, intikam ve misilleme… giderek boğazlaşma ile katliamlara dönüşüyor.
Ermeni-Kürt aşkının bir diğer örneğine, yine romanda rastlıyoruz:
İkinci kuşaktan olan Kürt kökenli Salar'ın oğlu Giran ile Aram'ın kızı Piruz arasındaki aşkta somut halini alıyor.
Delikanlının annesi, genç Ermeni kızını kendine gönül bağıyla bağlamış ve gelin adayı olarak oğluyla yakınlaştırmış.
Gençlerin arkadaşlığı, evlilikle noktalanmış. Giran, annesine verdiği söz gereği ve sevgilisine fedakârlık olsun diye, seçtiği Ermeni kızının dinini benimsemiş.
Buradan aynı aşiretin biri Hıristiyanlaşmış, diğeri Müslümanlaşmış kollarına mensup olan Arşag ile Ferhat'ın hikâyesinin devamını görüyoruz:
Zerdüştilik devrinden itibaren Mendikan aşireti içinde emmioğlu iken, Osmanlı yönetiminin politikası sonucu ayrışıp birbirine düşmüş olan Arşag ile Ferhat'ın kabilelerinin yaşadıkları o fırtınalı ve kanlı günler, Mısır'da sükûnet ve huzurla son bulmuş...
Kılıç ve silahla zedelenen Ermeni Arşag ile Ferhat'ın dostluğu, koptuğu yerden torunları tarafından başlatılmış.
Bu yeni kuşak, aslını unutmamakla birlikte artık Mısırlı kimliğiyle yaşayıp anlaşabiliyor ve kaynaşıyor.
Zira altıncı kuşaktan torunları olan Giran ile Piruz, Kürt kaynananın gayreti ve himmeti sayesinde evlenmişler. İki ailenin akraba olmasıyla yeni hayata devam etmek şansını bulmuşlar.
Kitabın gerisi, varoluşçu ve tasavvufçu sorularla hayatın ve insanlığın geleceğine dair yarım kalan ama düşündüren cevaplarla bitiyor.
Romanın üçte biri, geçmişte yaşanan gerçek trajik olayların (1868-1900'lerin başı) tasvirine ayrılmış.
Alabildiğine geniş bir coğrafyada yaşanan hayal kırıklıkları, gözyaşları, özlem ve aşklar anlatılmış.
Dörtte üçlük bölüm tümüyle kurgudur; hayal ile tahayyül, gerçek ile düş, çıplak göz ile gönül gözü, mevcut âlem ile semadaki aşkın âlem arasında gidip gelmelerle doludur ki, bu bölüm aslında bir tasavvuf erbabının hikmet ve irfanıyla, dervişane üslupla ifade edilmiştir.
Suriyeli (Kobanili) Kürt yazar ve şair Jan Dost, roman hakkında şunları söylüyor:
Hüzünlü bir coğrafyadaki hayal kırıklıkları, gözyaşları ve sevdaların şöleni gibidir ve insanoğlunun sayısı kadar elem ve kederi içermektedir. Yıldızı sönmekte olan Osmanlı'dan Mısır'a kadar uzanan topraklarda etnik kimlikleri, milletleri, soy ve kökenleri aşmaktadır. Arada bir uzlaşıp diğerinde boğazlaşma halidir.
Çatışma ve destanları kahramanların dilinden öğreniyoruz; bu arada Ermeni imhası ve Kürtlerin tarihlerinden de haberdar oluyoruz. Romanda, siyasetin halkları ve inançları yozlaştırdığı vurgulanıyor. Öyle ki, her milliyetçiliğin ve inancın (veya dinin) suretinde, ötekileştirilenlerin etlerini parçalamakla uğraşan delici dişler ve yırtıcı pençeler görebiliyoruz.
Çocukluğumda, ben ve Aram (Kürt ve Ermeni) babalarımızın ortak tarım faaliyetlerine gönülden ve tutkuyla katılıyorduk. Onun kardeşi Manuşak, sonradan aramıza katıldı. Suyun toprağa verdiği hayat, bizim de ortak geleceğimizi belirliyordu.
Konu münasebetiyle bize dair tespitler:
* Yukarıda bahsedilen acılara son vermenin yolu, halkların kardeşliğine inanıp gereğini yerine getirmektir. Suçlamak yerine yüzleşmek, tartışarak ortak bir anlayışı benimsemektir.
*Bu tarihi meseleyle ilgili Kürtlerin bir kısmı (Hamidiye Alayları, aşiret milisleri, nüfuzlu bazı ağa ve din adamları ile onlara bağlı kesimler vs) sütten çıkmış ak kaşık değildir.
Gerek II. Abdülhamit gerekse İttihat ve Terakki yönetimlerinin talimatı ve teşvikiyle çok sayıda Ermeniyi kırmış, yerleşim yerlerini yakıp yıkmış, kadınlara tecavüz etmiş, mal ve mülklerini yağmalamışlardır.
*Kürt, Arap, Türk, Çerkes ve Gürcülerden oluşan Hamidiye Alayları, 100 bölükten oluşmuştu. Sayıları yaklaşık 38 bine ulaşıyordu. Bunların hepsi, katliam ve yağma yapmadılar.
Mesela Patnoslu Kör Hüseyin Paşa Ermenileri korurken, aynı alaya bağlı Emin ve Temur Paşa komutasındaki bazı kollar, Adilcevaz çevresindeki köylere saldırmışlardı.
* 38 bin Hamidiye Alayı neferine bazı aşiret milisleri ve bağnaz din adamları ile fırsatçı ağalara bağlı silahlı unsurları da eklersek, muhtemel sayı 50 bin kadardır.
Bu rakam, zamanın Türk ve Kürt nüfusuna kıyasla yüzdesi küçük bir orandır. Dolayısıyla olayı, Kürtlerin tamamına mal etmek doğru ve gerçekçi değildir.
* Halkların dostluğuna dair örnek bir olay bizim köyde anlatılırdı. Her nisan-mayıs ayında toprağın ekime elverişli olup olmadığı Ermeni Hagop'un sayesinde anlaşılırdı.
Hagop ile birlikte tüm köylü axpin (hayvan gübresi serpilmiş köye yakın tarla) yolunu tutardı. Hagop, pantolonunu sıyırıp toprağa oturur; eğer mabadı (kalçası) üşüyorsa, henüz donma olayı var anlamına gelir ve ekim ertelenirdi. Üşümezse, 'hava arpa veya buğday ekmeye müsaittir' demekti.
* Pirika Zerê (Zerê Nine) annemin ninesiydi. Ben 10 yaşındayken, kendisi 115 yaşındaydı. Tanıklıklarını, siyasetten uzak tarzda bizimle paylaşırdı.
Mesela, dönemin Ermeni komitecilerinin, köylüleri samanlığın içine sokup kapısını kilitlediklerini, sonra da samanlığı ateşe verdiklerini, bunun üzerine gönüllü Kürt milislerin izlerini sürerek, onları nerede ve nasıl pusuya düşürdüklerini masal diliyle bize anlatırdı.
*Yengem, Kağızman'ın Kızılveran köyüne giden Ermeni komitecileri ve fedailerinin yalan vaatlerle köylülerin silahlarını topladıklarını, Türk köylüleri genç yaşlı demeden katlettiklerini bana da anlatmıştı.
O, bu bilgiyi, katliamdan kıl payı kurtulan babasıyla annesinin söylediklerine dayanarak aktarıyordu. Keza Selim'e bağlı Karahamza köyünde ateşe verilmiş bir samanlıktan kurtulanlardan biri de doğum ebeliğimi yapan Türk kökenli Hanım idi.
* Gençliğimde, kiliseden camiye dönüştürülmüş köy camisine yakın mekânlarda ev yapmak için yapılan temel kazmaları sırasında, bazen toplu kemikler buluyorduk.
Aynı çukurda Rus manatı (Çarlık dönemi kâğıt parası) görünce, bunların Ermeni veya Hıristiyan olduklarına hükmediyorduk.
100 ile 500 metre ötedeki başka bir temel kazmada ise yine toplu mezar işareti sayılan kemikler ortaya çıkıyordu. Yanlarında Osmanlı banknotu (kâğıt para) vardı. Bunlar da Müslüman asker veya siviller olmalıydılar.
*Taner Akçam'ın babası Dursun Akçam, ilk öğretmenliğini bizim köyde yapmıştı. Akçam'ın annesi, aşiretimizin kızıydı ve onu dayılarının yanına göndermişti. Büyük amcam sahiplenip, onu evinde konuk etmişti.
Osmanlı-Rus Savaşı bağlamında Ermeni ve Hamidiye Alayları meselesini sohbet babından aralarında konuşurlarmış. Yaşlılarımız da yeri geldikçe sohbet çerçevesinde savaş anılarını bizlere anlatırlardı.
Dursun Akçam da, Kürt annesinden işittiklerini dile getirirmiş.
Dursun Akçam'ın büyüklerinden duyduklarına göre: "Sarıkamış Faciası sonrasında Osmanlı ordusu savunması çökünce, Rus ordusu içindeki Ermeni askerler, gönüllü Ermeni fedaileri ve komitecileri, 21 pare köyü kapsayan Hoçvan (tamamı Kürt) ile özellikle de Düz Ardahan yörelerindeki köylerde etnik temizlik (Kürt, Türk, Laz vs), kadınlara tasallut ve tecavüz dâhil olmadık eylemlerde bulunmuşlar."
Türklerin "kaç ha kaç", Kürtlerin "reva ji filan" dedikleri bu trajedi, Prof. Dr. Taner Akçam için ne ifade eder, bilmiyorum. Ya bunları duymuş ama kulak ardı etmiş ya da asıl memleketinin halinden haberdar olmak işine gelmemiştir!
Oysa, Garo Sasuni, gerçeği şu cümlelerle dile getirmiş:
1914'te Rus orduları ve gönüllü Ermeni birlikleri ilerleyerek Van'a kadar her yeri zapt ettiler. 1916 yılının ilkbaharında Erzurum, Hınıs, Muş ve Bitlis'i aldılar. Şubat 1916'dan itibaren Rus ordusu Dersim'e kadar girdi. İşgal edilmiş bu yerlerdeki Kürtlerin büyük bir kısmı, Osmanlı ordusuyla beraber Anadolu içlerine doğru çekildi.
Kaçamayan Kürtlerin akıbeti, kalanlardan daha iyi olmadı. Rus birliklerinden özellikle Kazaklar ile Ermeni gönüllüleri, Kürtlere düşman gözüyle bakıyorlardı. (Osmanlı devrindeki katliamlardan) Sağ kalan Ermeniler, bu kez silah ve kinle donanarak, Kürtleri çok sert biçimde cezalandırdılar.
Ermeni gönüllüleri, (Van ile Ağrı illeri arasındaki) Aladağ yöresindeki 40 Kürt köyünü harap ederek tüm şahısları kırdılar. Kalanlar ise Zilan Vadisi'ne ve dağlara çekilerek açlıktan eriyip öldüler.
1916'da yerlerinden sürülmüş Kürtlerin pek azı Konya, Ankara ve Adana gibi vilayetlere varabildiler… Ermenistan'da toparlanıp yan yana gelen 500 bin Kürt'ten sadece 100 bini hayatta kalabilmişti. 1
* Kürt gazeteci, siyasetçi, diplomat ve düşünürü Mevlanzade Rıfat, Ermeni katliam ve tehcirine karşı çıkmakla kalmamış; Talat Paşa ile dönemin derin devleti ve istihbarat teşkilatı sayılan Teşkilatı Mahsusa'nın gizli planlarını da deşifre etmişti, ayrıntılara da bakalım:
"Ermeni tehciri gayet vahşi ve feci bir siyasî cinayettir. Ermeniler, Rus ordusuna gönüllü çeteler göndermiş, Van'ı işgal ile Enver'in eniştesi olan Vali Cevdet Bey'i firara mecbur etmiş idiler. Bundan müteessir olan İttihat ve Terakki ileri gelenleri, genel merkezlerinde yaptıkları gizli bir toplantı neticesinde, çoluk çocuk demeyip, Ermenilerin bir ferdi kalmayıncaya kadar öldürülmelerine karar vermiş ve bu kararı yerine getirmeye 'Teşkilat-ı Mahsusa' adı altında kopuk ve katil kimselerden çeteler kurup, idaresini Üçler İcra Komitesi adıyla Dr. Nazım, Dr. Bahattin Şakir ve Maarif Nazırı Şükrü'ye havale etmişlerdi…
Muhaceratın göstermiş olduğu manzaranın sefaletine gelince: Rus istilası esnasında, Ermeni mezalim ve cinayetinden kurtulmak için Diyarbakır üzerinden, Halep ve Adana yoluyla Konya'ya, Erzurum ve Erzincan'dan, Sivas'a sığınmış olan Kürt ve Türk muhacirlerinin göz önüne serdiği manzara, bundan daha az sefilâne değildi. Fakat o biçareler Müslüman oldukları için, hiçbir Alman veya Amerika misyonerleri onlar için raporlar yazmadı…
Osmanlı Hükümeti'nin Doğu Anadolu vilayetlerinden bir buçuk milyon kadar Ermeni naklettirmiş olduğunu ve bunlardan 600 bin kadarının yollarda kısmen katl ve itlaf edilmiş, kısmen de açlık ve sefaletin tesiriyle ölmüş olduklarını kabul edelim.
Fakat Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerinin Ruslar tarafından istilası sırasında oralarda yaşayan Kürt ve Türklerden acaba ne kadarının, Ermeniler tarafından en barbarca cinayetler ile öldürülmüş olduklarını ve ne kadarının hicret esnasında telef olduğunu bilen var mı?
Biz haber verelim ki; bu yüzden ölen Türk ve Kürt'ün sayısı muhakkak bir buçuk milyonu aşkındır. Ermeni katliamından Türkler mesul oluyorlar da, Türk ve Kürdün katliam edilmesinden ve bütün sefaletten Ermeniler niçin mesul olmuyorlar?
Yoksa Türk ve Kürt'ün kıymeti Morgan Tarr'lar ve Mandastam'lar ve emsali politikacıların gözünde olduğu gibi, insanlık âlemi nazarında da sinekler derecesinde midir?
Hayır Efendiler, hayır! Bu milletlerin her ikisini de boş yere itham etmeyiniz! Asıl kabahat bunlarda değil, bunları birbiri aleyhine teşvik eden Moskof (Rus Çarı'nın) siyasetindedir…" 2
* İttihat ve Terakki'nin teorisyeni sayılan Dr. Abdullah Cevdet, Kürt kimliğini de ortaya koyarak bölgedeki Kürtlere, "II. Abdülhamit'in oyununa alet olmayın, Ermenilere saldırıdan vazgeçin" diye çağrıda bulunmuştu.
* Kimilerinin işledikleri kötülük, vahşet ve mezalim, onun mensup olduğu tüm halka veya millete mal edilemez.
Sözgelimi Ermenileri sürekli koruyup kollayan ve yanında çalıştıran İbo Ağayê Parsinî (muhtemelen Pasinler-F.B.), Rus birliklerinin ilerleyişi karşısında göçüp gitmeye hazırlanırken, yanındaki Ermeni hizmetkâr, "Gitme, ben iyi biri olduğunu söylerim" dediği için İbo Ağa evde kalmıştı.
Fakat Rus birliği vardığında, aynı hizmetkâr Rus komutanı "İbo Ağa'nın güzel eşini sen al, kızını da bana ver" diye ikna etmiş. Ses çıkaramayan Ağa ise, "Tamam bu emrinizi yerine getireyim" diyerek diğer odasındaki silahla geri dönüp komutan ile hizmetkârı öldürdükten sonra, Ermeni gönüllüler ile Kazakların eline geçmesin diye eşi ve kızlarını kendi elleriyle katletmişti.
Bu münferit suçu, tüm Ermeni milletine mal etmek mümkün mü?
* Resmi dil, söylem, anlatım ve iddialara karşı dikkatli olmalı, doğruluğu ispat edilene kadar kuşkuyla bakmalıyız.
Yazar ve araştırmacı Mehmet Bayrak, geçmiş yıllarda yurtiçindeki dergilerde yazdığı ve televizyon konuşmalarında dile getirdiği ilginç bir hatırasını iletti bana, aktarıyorum:
TRT'de (İsmail Cem döneminde-F.B.) çalışırken, Ermeni militanların Türk diplomatlarına saldırıları üzerine, devletin sesi olarak biz TRT yayıncılarını toplayıp, hizmet içi eğitimden geçirdiler.
Genelkurmay'dan, İçişleri Bakanlığı'ndan görevliler gelip, nasıl bir yayın politikası izleyeceğimiz konusunda sunum yaptılar. Dışişleri Bakanlığı Ermeni Masası Şefi'nin söyledikleri, son derece ilginçti ve daha önce bir yazımda da işledim.
Diyordu ki: 'Bizim Ermeniler ile ilgili birinci tezimiz, böyle bir katliamı ret ve inkâr etmektir. Eğer bu tutmazsa, politikamızın ikinci ayağı, bunun bir 'mukatele' yani 'karşılıklı öldürme' olduğudur.
Yani Ziya Gökalp dâhil Malta sürgünlerinin tezi... Eğer bu da tutmazsa, 'Ermenileri Kürtler öldürdü diyeceğiz…
"Sizinki mi yaptı, bizimki mi?" tartışması kısır döngüdür, bir sonuca varmaz. İster bireysel, ister kümesel, isterse kitlesel olsun, ilgili tarafların bir şekilde bu trajedide rolü vardır.
Sorumluluğun büyüğü ise, dönemin devlet ricalindedir. Umarım, kardeşlik düşümün gerçekleşmesi için meramımı yeterince anlatabilmişimdir. 3
İkinci yazım, "ilk gece hakkı" konusunu ele alacaktır.
Kaynakça:
1-) Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yüzyıldan Günümüze Kürt-Ermeni İlişkileri, s. 245-248, İstanbul 1992.
2-) Mevlanzade Rıfat, Türkiye İnkılâbının İçyüzü, s. 90-138, Pınar yayınları, yıl 2000, İstanbul. Kovara Bîr dergisi alıntısıyla, 21 Nisan 2021.
3-) Kürtlerin Ermenileri nasıl himaye ettikleri hususunda, Çarlık dönemindeki iki Rus istihbarat subayının merkeze ilettiği raporlara bakmakta yarar var. Bkz. V.T. Mayevsriy, Kürt- Ermeni İlişkileri: 19. Yüzyılda Kürdistan'ın Sosyo-Kültürel Yapısı, Sîpan yayıncılık, 1997.
رضـوى الأسـود: الـروايـة ليست خطبـة سيـاسيـة, https://www.alkhaleej.ae/, 25 Aralık 2020.
رضوى الأسود توقع روايتها «بالأمس كنت ميتًا» بمعرض الكتاب., El Dustur gazetesi, 24 Nisan 2020.
رضوى الأسود: لم أروج لتعدد الزوجات فى روايتى, Mısır Ahbar El Yom gazetesi, 8 Nisan 2021
الحب يلغي الفوارق بين الأرمن والأكراد ويمحو صور القتل, إبراهيم فرغلي, independent Arabia, 15 Mart 2021.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish