Günümüz Türk milliyetçiliğinin en büyük sorunlarından biri hiç şüphe yok ki düşüncede ve aksiyonda sağcılaşmasıdır.
Sağcılaşmanın mihenk taşı ise emeğin kelime anlamının bütün kollarıyla özgürleşmesi meselesine dair benimsenen geriletici tutumdur.
Bu sorun kallavi bir sorundur ve Türk milliyetçiliğinin mevcut ilerleyişine de potansiyeline de ket vurmaktadır.
Öyle ki, "madde" başlığı layıkıyla yeniden keşfedilmedikçe bir arpa boyu kadar bile yol alınması imkânsız görünmektedir.
Elbette burada kasıt Türk milliyetçiliğini kof materyalizme hapsetmek değildir. Ancak maddeye bakışın iyiden iyiye zayıfladığı ve hatta topyekûn inkâr edilmeye yüz tuttuğu bir bağlamda küçük adımlarla da olsa bir hatırlatmaya başvurmak faydalı olacaktır.
Maddede duraksamak madde-insan ilişkisini irdelemekle eşanlamlıdır.
Tek başına madde bir hiçtir. Mesele, maddeyi işlemek dahası maddî işlemin "nasıl" ve "niçin" soruları kapsamında anlamlandırılması meselesidir.
Madde ve insan ikilisi arasındaki ilişkinin çerçevesinin ne olacağı ise işte bu "nasıl" ve "niçin" boyutlarının doğru bir zemine oturtulmasıyla ilintilidir.
Söz konusu "işlem"i mümkün kılan ve dahi işlemin kendisinden süzülen ikili ilişkiyi somutlaştıran temel ve birinci etken emektir.
Tam bu noktada Pierre-Joseph Proudhon'un "Sefaletin Felsefesi" başlıklı eserinde yaptığı saptamaya bütünüyle katılıyorum:
Emek, bir yazarın, Bay Walras'ın güzel deyişiyle, doğanın cimriliğine açılmış bir savaştır; zenginlik de toplum da emek sayesinde doğar.
Başka bir ifadeyle kısıtlı maddenin işlenmesi hususu insanoğlunun ezelden beridir süregelen en büyük kavgasıdır.
Son tahlilde zenginliği de toplumu da bu kavga geliştirir, ilerletir. Mevzubahis kavganın yürütücü kuvveti ise en saf hâliyle emektir, alın teridir.
Dolayısıyla üretim süreçlerinin (ve elbette ilişkilerinin) derinine, özüne inilmeksizin ne insanın ne toplumların ne de ulusların zenginlik aşamaları veya koşulları anlaşılabilir.
Düşüncede ve aksiyonda sağcılaşma temayülü yukarıda serdedilen kesite dair müspet veya menfi ne tür bir algı şablonuyla yaklaşıldığına göre vardır veya yoktur.
Sağcılaşma emeğin önüne sermayeyi ve tabii ki kârı koymanın refleksidir.
Zenginliği yaratanın emek değil sermaye olduğunu iddia etmektir. Ve bu okumanın bir gereği olarak insanı, toplumu ve ulusları işbu zaviyeden ele almaktır.
Türk milliyetçiliği özelindeki esas tıkanıklık (veya "sağcı sapma") emaresi ise üretim ilişkilerine, dolayısıyla da maddeye ilişkin neredeyse her şeyin yadsınmasında saklıdır.
Diğer bir formülle ifade edecek olursak, buna bir nevî bilinç yitimi veya en azından bir kronik apati (ilgisizlik, vurdumduymazlık, duyarsızlık vb.) teşhisi konulabilir.
Kronik apati diyorum zira herhangi bir kutbun lehinde veya aleyhinde olabilmek için çelişkilere minimal düzeyde de olsa bir ilgi duyma zarureti vardır. Oysa bu ilgi çok uzun yıllardır adeta buharlaşmışa benzemektedir.
Hâl böyle olunca sağcılaşma veya sağ sapmacılık istemsizce bile gelişip bütün bünyeyi ele geçirebilir ki, tecrübe edilen buna çok benzer bir şeydir.
Türk milliyetçiliğinin çağdaş siyaset normlarının oluşmaya başladığı 19'uncu yüzyıldan neo-liberalizmin sözde zafer ilânına kadar ciddi bir sosyal birikimi hâsıldı. Dahası bu birikimin köklerini ta Orhun Yazıtları'na dek bile çekebiliriz.
İşin ilginç yanı, Türk milliyetçiliğindeki bu yarı-felçli seyrin kapitalist krizin derinleşmesi nispetinde daha da belirginleşmesidir.
Bana kalırsa bu bir paradokstur.
Paradokstur zira her ne kadar Türk milliyetçiliği modern demokratik düzlemde hiçbir zaman tam anlamıyla emeğin yanında saf tutmamışsa da emek-sermaye çatışmasında daima bir "denge" unsuru ete kemiğe büründürmek için gayret sarf etmiştir.
Başarı sağlayıp sağlayamadığı mevzuu ayrıntılarıyla ayrıca tartışılabilir ve fakat konumuz bu değil.
Türk milliyetçiliği öyle ya da böyle tarihî varlığı süresince benim "maddî ulus" kavramıyla betimlediğim ulusal karakterli çalışanlar/emekçiler âlemini kapsayabilmişti. Kapsayamadığı anlarda dahi en azından onunla olan bağını muhafaza edebilmişti.
Bugünlerde, daha doğrusu maddî ulusla "bir" ve "bütün" olması icap eden en meşakkatli buhranda ise maddî ulus ile Türk milliyetçiliği arasındaki asgarî bağların dahi çözülme riskiyle karşı karşıya kaldığını acıyla müşahede ediyoruz.
Kaldı ki sükûnla bezeli "denge" arayışı bile günümüz şartlarında artık kâfi gelemez.
Peki, ne yapmalı?
Evvelâ maddî ulusu kaybetmenin vatanı kaybetmekle eşdeğer olduğu idrakine varılmalıdır.
Uluslararası kuruluşlar, çok-uluslu şirketler, karteller, mega-sanayiler, lobiler ve sermayenin mutlakıyeti derken tüketici-insan modelinin tüketim imkânı dahi gasp edilmiş olan kısmı (ki artık bu kısım iyiden iyiye kalabalıklaşmaktadır) bütün karar mekanizmalarından tecrit olmuş hâlinin bilincine erişmektedir.
Bu bilinç küçümsenmemeli ve görmezden gelinmemelidir. Zira bu bilinç beraberinde er ya da geç vaktiyle Birleşik Krallık eski Başbakanlarından Margaret Thatcher'ın hâlâ kulaklarda çınlayan "başka alternatif yoktur!" ("there is no alternative!") sözünün kalıplaştırdığı "öğrenilmiş çaresizliğe" yapılan itirazın yükselişine denk düşecektir.
Tüketici-insan miti (bu apaçık bir mittir zira yukarıda da değindiğim gibi tüketici-insan artık tüketimini bile temin edememektedir) hem ulusal hem de uluslararası pazarların öznesidir.
Oysa bu çerçevede "vatan"a yer olmadığı gibi, "vatandaş"a da yer bırakılmamıştır.
Vatandaş olabilmek için evvelâ vatanı, ulusu - her koşulda az veya çok ihtiva edebileceği "manevî" aidiyet hissinin yanında - maddî aidiyet boyutuyla; onu unutturan, bulanıklaştıran ve esir eden prangalarından özgürleştirmek icap eder.
Kapitalist üretim ilişkileri ile yerel/küresel sömürünün baskın ve yaygın olduğu bir bağlamda ulusa maddî aidiyet örselenir. Zira maddî planda "ulus" ancak üzerinde bir tasarruf hakkına sahipseniz gerçekten aslî hikmetine kavuşur.
Bu yönüyle "maddî ulus" salt çalışanlar/emekçiler âleminin temsilini baz almaz.
Maddî ulus; çalışanlar ile emekçilerin fizikî ulusun yeraltı ve yerüstü zenginliklerinden adilce istifade edebildikleri ve üretilenlerden ve dahi üretilmesine katkı verdiklerinden haklarını, emeklerinin semeresini, alın terlerinin karşılığını ve yaratılan "değer"den geleceğe yönelik paylarını alabildikleri gerçekliğin en somut tezahürüdür.
Buna "ulusun maddeyi işleyenlere, dolayısıyla ulusu en başta inşa edenlere iade edilmesi" de diyebiliriz.
Hâl böyle olunca "ulus" tasvirinin üç boyutunu açık etmiş oluyoruz: "Fizikî" ulus, "manevî" ulus ve "maddî" ulus.
Türk milliyetçilerinin düşünce haritasında fizikî ve manevî ulus boyutları çoktan olgunlaşmış ve şahikasını görmüştür.
Nitekim bugün "ulusun bölünmez bütünlüğü" prensibi esasen bu iki boyuta endekslidir: Ulusun fizikî (coğrafî sınırlar) ve manevî (aidiyet) planlarındaki bütünlüğü.
Ben bu geleneksel ve haklı perspektife "maddî" (ekonomik) ulusun da ilave edilmesi gereğini savunuyorum.
Maddî ulusun bölünmezliği ise ancak paydaşlık/hissedarlık birleştiriciliğinde yakalanabilir. İlk bakışta bir tenakuzmuş gibi görünebilir ve fakat maddî ulusun bölünmezliğinin temelinde üretilenin paylaşılması (yani bölüştürülmesi) vardır.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Dahası bana kalırsa maddî ulusun bölünmezliğinin kararlı tahkimi diğer iki bölünmezlik buudunun sağlama alınmasının ön-koşullarındandır.
Böylesi bir hamleyi düşünmek ve pratiğe dökmek için öncelikle Türk milliyetçiliğinin kapitalist diktanın dayattığı "siyasetsiz siyasetin" yani "post-politikanın" tasallutundan kurtulması, zihin dünyasını serbest bırakması mecburîdir.
Yazı dizisinin önceki bölümlerinde ana hatlarını kabaca çizmeyi denediğim Emek, Devlet, İşletmeci Teşebbüsü (EDİT) modeli böylesi bir serbestleşme atılımının mütevazı bir ürünü addedilebilir.
İhtiva ettiği "ulusal hissedarlık" esprisi kanalıyla Türk milliyetçiliğinin bu sahada tarih içinde edindiği donanımdan damıtılan bir anlayışın yansımasıdır.
Nasip olursa dizinin bir sonraki makalesinde "maddî ulus" kavramının EDİT sistematiğinin bünyesinde icra ettiği fonksiyonu ve uygulamadaki olası açılımlarını tartışacağım.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish