Mesnevî'nin bir yazılış öyküsü vardır. Çelebi Hüsameddin, Mevlânâ bağlılarının Attar'ın, Mantık'üt-Tayr'ını İlahinâme'sini ve Müsibetnâme'sini okuduklarını, Mevlânâ'nın da Mantık'üt-Tayr vezniyle bir eser yazması gerektiğini söyler ve ısrar eder.
Mevlânâ bu ısrara hemen sarığının arasından "Mesnevî"nin ilk on sekiz beytinin yazılı olan bir kağıt çıkararak şöyle karşılık verir:
Bu düşünce sizin kutlu gönlünüze doğmadan bizim gönlümüze doğdu.
Böylece Mesnevî yazılmaya başlar. Sözü edilen on sekiz beyit, Mevlânâ'nın bizzat el yazısından "Lübb-i Mesnevî"yi (Mesnevî'nin özü) oluşturur.
Artık Mevlânâ yürürken, semâ ederken, hatta hamamda beyitler söylüyor; Çelebi Hüsameddin yazıyordu.
Her cildin bitiminde Hüsameddin, yazdıklarını tekrâr Hz. Mevlânâ'ya okuyor, gerekli yerler düzeltiliyordu. Mesnevî işte böyle oluşur.
Bugüne kadar birçok baskısı, tercümesi ve şerhi yapılan Mesnevî'nin ilk on sekiz beyitinin Hz. Pîr'in elinden çıktığını söylemiştik.
Mesnevî şarihleri bu on sekiz beyite Lübb-i Mesnevî (Mesnevî'nin özü) diyegelmişlerdir. Bazı yorumcular özellikle de Abdülbaki Gölpınarlı merhum on sekizin (18) seçilmesinin tesadüfi olmadığına inananlardandır.
a) Ebced hisabiyle "Hayy yani daimi diri sözü on sekizdir; Bu ad Esmâ-yı Hüsnâ'dandır." (Kur'ân'ı Kerim II. Bakara, 255, III. Âl-i İmran, 2, XX Tâhâ 111 XXV Furkan 58, XL, Mü'min 65)
b) Eskilere göre âlemler on sekizdir.) Arapçada "bin" sayıların sonudur. Tafsil bakımından her âlem bin sayılmış, bu suretle on sekiz bin âlem denegelmiştir.
Bu on sekizi "Akl-ı Külli, dokuz gök, dört unsur, üç mevlûd olarak kabul edenler de vardır ki bu hukema inancının bir ifadesidir."
c) Eski Türklerde dokuz sayısı kutlu bir sayıdır; on sekiz bu sayının iki katıdır. Mevlevîler bu ilk on sekiz beyte çok önem verirler. Onlara göre bu on sekiz beyit Mesnevî-i Şerif 'in özeti ve ruhudur.
Hatta merhum Gölpınarlı, Mevlevîlerin Nezr-i Mevlânâ adını verdikleri sadakayı; bir fakire ya da dervişe verdikleri niyaz akçesinin de miktarı dokuz, on sekiz, otuz altı gibi on sekize bağlı sayıların miktarına göre ayarladıklarını söyler. On sekiz kuruş, on sekiz lira vs.
Derviş binbir gün çile çıkardıktan sonra hücre sahibi olur. Hücrede on sekiz gün hücre çilesi çıkarması şarttır.
Çile çıkarmayan fakat şeyh olan kişi Konya'ya gider Mevlânâ dergâhında on sekiz gün hizmet eder. Sonra kendisine icazet verilir.
On sekiz sayısı ile ilgili bu açıklamalardan sonra Mevlânâ'nın ney'e yüklediği anlamları incelemeye geçebiliriz.
Ney'in hikayesi; insânın hikayesidir. Hz. Mevlâna'nın ney sembolüyle anlattığı şey, aslında insânın Âdem-beşer-insân aşamalarından geçerek insân-ı kâmil olmasının hikayesidir.
Kur'ân-ı Kerim,( ا elif)'le başlar. Mesnevî ( ب be) ile başlar. Bu, edep olarak yorumlanmalıdır.
Kur'ân-ı Kerim'in ilk âyeti "oku!" emri ile başlar: "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" (Alak 1) Mesnevî ise "bişnû" (dinle) kelimesiyle başlar.
Bazılarının bunun bir tesadüf olduğunu söylemelerine rağmen (be) harfine sûfîlerin yüklediği anlam gözetilirse bu (be) harfinin tesadüfi olmadığı anlaşılır.
Nitekim Ebu Bekr-i Şiblî'nin, "Ben be'nin altındaki noktayım" demesi düşünülürse tesadüfi olduğunu söylemek fazlaca cesur olacaktır.
Dinlemek Mevlâna'nın felsefesinde çok önemli bir yere sahiptir. Mevlevîlerin aslî ayini olan "Semâ"nın çıkış noktası da dinlemektir.
"Semâ"; dinlemek, işitmek, kulak verip, kulak kabartmak ve bizzat kulak ma'nalarına gelir. Kökü sem'dir.
Ayrıca anlama, itaat etme (söz dinlemek) ma'nasında da kullanılmıştır.
"İşittik ve itaat ettik" (Bakara. 285) mealindeki âyette "semi'na" ifadesi anladık şeklinde tesfir edilmiştir.
"İşittik dedikleri hâlde işitmeyenler (dinlemeyenler) gibi olmayınız" (Enfal 18/21) meâlindeki âyet, hem "anlamadıkları halde anladık" hem de "anladık ama itaat etmiyoruz" şeklinde yorumlanmıştır.
Sem' aynı zamanda Allah'ın (C.C) subûti sıfatlarındandır. Allah bilen ve işitendir ifadeleri Kur'ân-ı Kerim'de birçok âyette görülür. Bunun delaletiyle İmâm Gazalî, şöyle der:
İnsan Allah'ın semi (işiten) olduğunu bilince dilini korur, günah bir şey söylemez. Kulak, Allah'ın kelamı olan Kur'ân'ı dinlemek için yaratılmıştır.
Bu yüzden Müslümânlar Kur'ân-ı Kerim'i en güzel makamlarla okumaya özen gösterirler. Kur'ân'ı güzel okumak düşüncesi Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında da önemsenirdi.
Hz. Peygamber'den zamanında ve kendisinden sonraki yüzyılda gelişen musikinin de tesiriyle "tertil" tanımlamasıyla musiki makamları, dinî musikiyi belirmeye başlar.
Aslında Semâ, Mevlevîlikle özdeşleşmişse de aslında başlangıç dönemindeki yani Mevlevîlik öncesi sûfî geleneğinin devamı, biraz da düzenlenmiş hâlidir.
Mesela Mevlânâ'dan asırlarca evvel Cüneyd-i Bağdâdî, şöyle demektedir:
Cüneyd-i Bağdâdî'ye sordular: 'Sâkin bir insân semâ'ı, musikiyi dinleyince neden sallanıyor?'
Cevap: Allah Teâlâ ile misakta ruhlara: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim' (Araf. 7/72) diye hitap edince ilâhî kelâmı, hitabı dinlemeden hasıl olan haz ruhlara sindi, semâ' ettikleri zamanı onu hatırlar hareket/raks ederler.
Birçok kaynakta Semâ'nın vecd ve raks ile sıkı ilişkisine değinilmiş, çeşitli tariflere varılmıştır. Ney'i nasıl dinlemek gerektiği bahsini toparlayan Süleyman Uludağ, dinlemeyi, "semâ'ı şu şekilde sıralar:
a) Nağmeleri, melodileri ezgileri dinlemek.
b) Tabiî bir sesle terennüm edilen şiirleri ve ibareleri dinlemek.
c) Belli bir musiki makamına göre bestelenmiş şiirleri dinlemek ilâhî ve şarkı gibi.
d) Tabiî bir sesle süslenerek terennüm edilen Kur'ân-ı Kerim'i dinlemek
e) Verilen bir vaazı edilen bir nasihati ve okunan bir hutbeyi dinlemek.
f) Herhangi bir cânsız maddeden çıkan sesi dinlemek. Su sesi, rüzgâr sesi, bir musiki aletinin sesi gibi
g) İnsanın tabiatı ve kendini dinlemesi. Buna sessiz musiki veya tabiattaki ilâhî esrârı ve hikmetleri Hak Teâlâ'nın tecellilerini seyr ve temaşâya dalma da denir.
Alevî geleneğindeki semah da semâ' ile aynıdır. Mevlevîler semâ'ın sonundaki (ayn) sesini telaffuz etmezler.
Bu Türk hançerisine uymayan bir sesin düşürülmesi gibi görülürken, Alevî geleneğinde de semâ'ın sonundaki (ayn) sesini (h) ile değiştirmek de yine telaffuzun zorluğundandır.
Cüneyd-i Bağdâdî'nin Semâ' için "elest bezmi" vurgusu ile semâ' yapan ya da dinleyenin de ezelî hitaba bir daha mazhar olduğunu söylemiştir.
İşte Mevlâna'nın değindiği ve Ney'e söylettiği hikaye budur. Bundan sonra Ney'in hikayesi başlayacaktır:
Dinle ney'den ne hikaye etmede
Ayrılıklardan şikâyet etmede..
İnsanın ney'den işiteceği hikaye; kendi hikayesidir.
Bu tıpkı "mağara" sembolizminde Platon'un "Evladım! Ne gülüyorsun bu senin hikayen" demesi gibidir.
Ney bir ayrılıktan değil, ayrılıklardan şikâyet etmektedir. Yani bir ayrılıklar manzumesinden…
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri
Feryadım inletir kadınları erkekleri
Malum olduğu üzere ney'in vatanı kamışlıktır. Yani bataklıktır. Ney'i vatanı kamışlıktan keserler.
Ney, böylece vatanından, kavminden, akrabalarından uzak düşer. Bu da yetmezmiş gibi olgunlaşıp kurusun diye onu dama atarlar.
Üzerinden soğuk geçer; sıcak geçer; rüzgar geçer, yağmur geçer… İyice kuruduğuna kanaat getirildiğinde onu alır, başından ve ayağından keserler.
Daha da bitmez bu işlem; başından başlayarak ney'in içini kızgın bir demirle dağlarlar. Ney'in içi kızgın demirle dağlandığında, ney içindeki; pamuktan, elyaftan, çamurdan, sudan, haşaktan, zardan kurtulur.
Bu da yetmezmiş gibi göğsüne yedi delik açılır. İçi kapkara olur. Ney artık "sevda"ya tutulmuştur.
Kendinden kurtulmuş, neyzenin, nefesine teslim olmuştur. Kendi sözünü unutup, neyzenin sözünü söylemeye başlamıştır.
İnsan da ney gibidir. İnsanın yeryüzü macerası bir sürgünle başlar. İnsan, Hz. Âdem'in Cennet'ten kovulmasıyla birlikte, aslî vatanı olan Cennet'ten kovulur.
Sezai Karakoç'un;
Senin kalbinde sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma
bu sürgünün bir süreği
demesi gibi; insânoğlunun bu sürgünlük macerası dünyada da devam eder.
Birçok yorumcunun dile getirdiği biçimiyle Mevlânâ; ney'in kamışlıktan koparılması ile, anne rahmindeki çocuğun anne rahminden ayrılması arasında bir benzerlik kurmaktadır.
İnsanoğlu, ana rahminde bataklıktaki ney'in huzuru gibi bir huzur içindeyken, ana rahminden dünyaya sürgün edilir.
Nasıl ki ney, rüzgarın, suyun, toprağın ve ateşin saldırısına uğrayıp dönüşürse, ana rahminden kopuştan sonra insânoğlu da bu dört unsurun (anâsır-ı erbaa) saldırısına uğrar.
Doğar doğmaz ciğerine saldıran havanın etkisiyle ağlamaya başlar. Sonra onu yıkarlar, suyun saldırısına uğrar. Bu saldırılar mezara gireceği güne kadar devam edecektir.
İnsanoğlu, bu sürgünlüklerine devam ederken; yani bebeklikten çocukluğa, çocukluktan gençliğe, gençlikten olgunluğa geçerken ömrünün bir bilinmez yerinde onun da içine aşk düşer.
Aşk tıpkı kızgın demirin ney'in içini dağlaması gibi âşıkın, ya da hakikat yolcusunun içini dağlar. İçi yanan, kalbi aşk ateşi ile dolan âşıkın kalbi sevdâya tutulur.
Ateş nasıl ki ney'in içini havadan, çamurdan, elyaftan pamuktan zardan temizlerse, o şekilde âşıkın kalbi de aşk ateşiyle, dünün tortuları, yarın korkularından, dünya alakalarından kurtulur.
İçi kapkara olur buna; sevda derler. Sûfîlere göre her insânın kalbinde "süveyda" (kara nokta) diye bir mahal vardır. Buna "aşk tohumu" da denilebilir.
Bu tohum sevgi ile sulandığında önce aşka; büyüye büyüye sevdaya dönüşür. Fakat bunun için bazı şartlar gerekir. Hazret-i Pîr bunu üçüncü beyitte beyitte dile getirecektir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish