Tek parti dönemi hakkında denemeler yaparken, dönemin iktidarının sınıf karakterini belirtmeme bazı okuyucular inatla karşı çıkıyorlar.
Ülkede o zaman burjuvazinin olmadığını ileri sürüyorlar. İçlerinde kendilerini sosyalist zannedenler bile var!
İlk çağ medeniyetlerinde toplumun sınıflara ayrılmış olması çok doğal kabul edilirdi.
Çin, Mezopotamya, Mısır, Yunan, Roma gibi devletlerde belli başlı ve birbirine zıt iki sınıf köleler ve köle sahipleri idiler.
Antik Çağ'ın filozofları bile toplum kurgularını bu olguya göre yapmışlardır.
Köleler, efendilerin istedikleri gibi kullanabilecekleri, isterlerse öldürebilecekleri birer maldan başka bir şey değildi.
Onların dini, hatta ruhu bile yoktu! Bu dönem ne yazık ki yüzlerce, hatta binlerce yıl sürdü.
Kabile topluluklarındaki hiyerarşi keskinleştikçe ve göçebeler toprağa yerleştikçe onların içinde de sınıflaşmalar başladı.
Ortaçağ feodal toplumlarda zıt iki sınıf toprak ağalarıyla köylülerdi. Osmanlılar da benzer bir süreci yaşadılar.
Osmanlılarda kimsenin aklına "Bizde sınıflar yok" demek gelmedi. Osmanlı devleti, önceleri merkezî bir feodalite olan ve zamanla yerel eşraf ve ağaların mülklerinin, dolayısıyla yetkilerinin arttığı bir süreç yaşadı.
İmparatorluğun son yüzyılında milliyetçilikle halkçılık iç içe geçmiş olarak gelişti.
Yeni oluşmakta olan burjuvazi, feodallerin elinden iktidarı tek başına alamayacağını görerek bunun için geniş halk yığınlarının desteğine ihtiyaç duydu.
Bu büyük kitleyi burjuvaziye destek olmaları için siyasi mücadeleye kontrollü bir şekilde katmak gerekiyordu.
Devleti ve toplumu ayakta tutanın köylüler olduğu itiraf ediliyor, onun ne kadar çok ihmal edilmiş olduğuna ilişkin yazılar, şiirler yazılıyordu.
Kontrollü bir kabul
Gene de 1876'da ilk anayasa kabul edilip parlamento için seçimler yapılacağında iki dereceli seçim usulü kabul edildi.
Böylece mülk sahibi olmayanlara seçilebilme hakkı tanınmadığı gibi, iki dereceli seçimlerde halka (erkeklere) ancak birinci seçmen olma hakkı tanındı.
Birinci seçmenler, ikinci seçmenleri belirleyecek, onlar da mebusları seçecekti.
Hiç seçim yapılmayan eski döneme göre daha ileri bir aşamayı temsil ediyorsa da bunun yönetimi "ayak takımı"na bırakmama anlamına geldiği çok açıktır.
1946'ya kadar bu usul yürürlükte kaldı.
Türkiye'de sınıfların olmadığı, ilk kez açıkça Kurtuluş Savaşı yıllarında ileri sürüldü.
Bunun nedeni, sosyalist akımların hızla yayılması ve Türkiye'nin de gündemine girmiş olmasıydı.
Sınıfların varlığı kabul edilseydi, bunların siyasi partilerinin de olacağı sonucu çıkacak, bu ise Kurtuluş Savaşı'na önderlik yapanlara savaş sırasında önderlik ve savaş sonrasında iktidar için rakip yaratabilirdi.
Ankara'ya gelen Sovyet elçileri de Türkiye'de sosyalizme geçme telkinlerinde bulununca onlara da ülkede sınıfların bulunmadığı, hatta toprak reformunu gerektiren büyük toprak sahiplerinin ve topraksız köylülerin bulunmadığı yanıtı veriliyordu.
Savaşın önderlerine göre ülkede çıkarları birbiriyle uyuşan meslekler, zümreler vardı.
Öyle olunca da (diğer partiler gibi) sosyalist partiler yaşatılmadı.
Cumhuriyet Halk Fırkası, bu anlayış üstüne kuruldu. O bütün milletin çıkarlarını gözetecekti! Her yurttaş partinin doğal üyesi sayılıyordu.
Sınıfların dolaylı itirafı
Rejim, ülkede sınıfların olmadığını reddetmekle birlikte 1936'da İtalyan Ceza Kanunu'ndan aktardığı 141 ve 142'nci maddelerle sınıfların varlığını dolaylı olarak itiraf ediyordu.
Buna göre bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerindeki hâkimiyetini, veya bir sosyal sınıfı ortadan kaldırmayı amaçlayan örgütler kurmak suçtu.
Ülkede sınıflar yoksa sınıf üzerine parti kurmak nasıl olabilirdi?
Bu maddeler gerçekte şunu demek istiyordu:
Emekçi sınıflara örgütlenme hakkı veremem! Onlar, iktidara gelip burjuva sınıfını ortadan kaldırabilirler! (Mülk ve servetlerini kamulaştırabilirler!)
Türkiye'de gelişmiş Batı ülkeleri gibi kalabalık bir işçi sınıfı yoksa da işçi sınıfı yok değildi ve kapitalistlerin işini onlar görüyorlardı.
Ayrıca yüzde seksen-doksanlara varan devasa bir köylü nüfus vardı.
Sosyalistlerin şimdiye kadar başka önlemlerle başları ezilmiş olsa da ne olur ne olmaz denilerek burjuvazinin sınırsız ve süresiz iktidar (dolayısıyla sömürü) hakkı tam güvence altına alınmalıydı.
Sınıflar var ama…
Sınıf esasına göre örgütlenmek uzun yıllar yasak olmaya devam etti.
Ta ki, İkinci Dünya Savaşı'nda antifaşist cephe galip gelip, Türkiye, geleceğini Batı'da gördüğü zamana kadar.
Sınıf esasına göre dernek ve parti kurulamayacağı hükmü yürürlükten kaldırıldı.
Meslek mensupları dernek ve birliklerini, sosyalistler de partilerini kurdular.
Ancak, çok geçmeden bu "demokrasi"nin o kadar da geniş olmayacağı, işçi ve köylüleri kapsamadığı ortaya çıktı.
141 ve 142'nci maddeler yerinde duruyordu. Sosyalist partiler sıkıyönetimce derhal kapatıldı.
Sol (emekçi) düşmanlığı devletin o kadar vazgeçilmez bir refleksi haline gelmişti ki, yeni kurulan Millet Partisi ve Demokrat Parti bile komünistlikle suçlandılar!
Onlar da komünistlikle hiçbir ilişkilerinin olmadığı konusunda iktidar partisi CHP'ye güvence verdiler.
Bundan sonrası artık, siyasi arenada emekçilerle burjuvazinin değil, burjuva kesimlerinin çıkarları çarpışıyordu.
Bu durum 1960 Devrimine kadar sürdü. 1961 Anayasası'nın getirdiği kısmi özgürlük ortamında sosyalistler bir kez daha siyasi arenaya Türkiye İşçi Partisi ile adımlarını attılar.
Ondan sonra gelen darbe dönemlerinde ilk tırpanı yiyen gene sosyalistler oldu.
Bu partilerin programlarında "işçi sınıfı iktidarı" gibi ibareler 141 ve 142'ye takılmakla birlikte burjuvazinin tüylerini diken diken eden başka bir sorun daha vardı.
Bu partiler, Kürt sorununu da programlarına almak gibi bir "suç" işliyorlardı.
Bir zamanlar nasıl ülkede sınıflar yok idiyse Kürtler de yoktu!
Hayır! Kürt ağaları Meclis'te bulunmuyor değildi; ama onlar Kürt kimliğini taşıyamazdı.
Kim 'Ülkede Kürt var' diyorsa "hain"di. Fakat nasıl olduysa Kürtler de kendi partileriyle siyasi hayata atıldılar.
Bu partiler defalarca kapatıldılar. Gene de sınıflar gibi, Kürtler de kaşla göz arasında yok olmuyorlardı!
Bir zamanların Türk milliyetçi burjuvazisinin yaptığının tersine, şimdinin İslamcı-milliyetçi iktidarı, sınıfları da Kürtleri de inkâr etmiyor.
Ancak bu iki kesimin de kendisine oy vererek refaha kavuşacağını ileri sürüyor.
Kendi sınıfsal karakterini gizlemeyi tercih ediyor. Burjuva partilerinin değişmez âdetidir.
Bütün canlılar âlemi gibi siyasi anlayışlar da evriliyor. Bu değişimde bir kısmımız bedellerini ağır bir biçimde ödüyor olsa da öncülük yapıyor, bir kısmımız arkadan izliyor.
Gerçeklere ayak direyerek olduğu yerde kalanlar da var…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish