Hayatın gizi zamanda saklı. Henüz, bu gizi çözen birileri çıkmadı, şimdilik çıkacağına da benzemiyor.
Bu nedenle zamanın yansımalarıyla uğraşıyor insan. Gizi yansımada arıyor, anlamlandırıyor ve yorumlamaya çalışıyor.
Kimi zaman müthiş ürünler ortaya çıkarıyor, sanat eserleri ve son derece önemli düşünsel enerji yaratıyor; kimi zaman da hayatı, yeryüzünü çoraklaştırıyor, giderek anlamsızlaştırıyor, savaşıyor, hırçınlaşıyor, yok ediyor, yok oluyor…
Doğadaki çelişkiyi bir derinleştiriyor, bir aradaki makası kapatmaya çalışıyor.
İnsanın, yeryüzünde var olma sürecinden beri durum hep aynıdır demek mümkün. Bir medcezir olayı gibi ilerliyor, duraklıyor bazen de geriliyor.
Ama zaman için durum farklı, hiçbir müdahaleye gelmiyor.
Ha en eski çağ, ha şimdiki çağ.
Zaman için her şey yerli yerinde, müthiş bir disiplinle süren ve kendini var eden bir süratle yol alıyor.
Bir an geliyor ki, zaman sarmalında kıvrımlar oluşuyor, kavşaklar beliriyor ve güçlü yansımalar yaşanıyor, yeryüzü ışıldıyor…
Büyük değişimlerin, alt üst oluşların yaşandığı zamanlar yani. Yansımanın bile kasırgaya dönüştüğü ve zamanın perdesinin yırtıldığı anlar…
İşte o tuhaf zamanların birinde yaşıyoruz. Zaman bile dengesini kaybetmiş, mevsimsiz döngülerin etkisinde. Sonbahar kışa, bahar yaza kavuşmuş.
Hassas terazide son sürat ilerleyen zaman, küçük ama özgül ağırlığı dünya ile boy ölçen bir varlığın olağanüstü gücü karşısında sanki yalpalıyor, dengesini kaybediyor gibi.
Bu olağanüstü karanlık virüs, insan eliyle mi ortaya çıktı; yoksa doğal yollardan insanlara buluştu bilinmez.
Kimisi bir iki yıl önce Çin'de ortaya çıktı diyor, kimisi daha gerilere götürüyor işi.
Velakin bir gerçek var ortada, insanı hasta eden, hasta ettiğinde mecalsız bırakan, öldüren bir virüs, zaman sarmalında dengeleri oynuyor, sarsıyor, zamana müdahale ediyor.
Ne bilinen tıp teknikleri, ne eldeki ilaçlar işe yarıyor... Hepsi şimdilik çözüm gücünden uzak. Bütün umutlar aşı ve yeni tedavi yöntemleri yaygın hale gelene kadar bağışıklık sisteminde.
Bu nedenle, dünya zerre miskal kadar küçücük virüsün elinden kaçacak delik arıyor. Çünkü bağışıklık sistemimiz çoktan çökmüş durumda.
Yediğimiz, içtiğimiz bütün besinler doğal olmaktan çok uzak. Bu nedenle virüs alabildiğince güçlü ve ürkütücü.
Virüs sadece insanı öldürmüyor, hayatın bütün alanlarına sirayet ediyor. Sosyal hayatı, değer yargılarını yerle bir ediyor, insanı insandan uzaklaştırıyor.
Virüsün varlığını kabul eden, etmeyen herkes hedef tahtasına oturuyor ve bedel ödüyor. Virüsün varlığına inanan, inanmayan, artık meseleye şüphe ile bakıyor; asıl felaketin aşıyla ortaya çıkacağını düşününler ortaya çıkıyor.
Nereden bakarsanız, bir tutarsızlık var ortada, insanları şüphe içinde bırakan bir tutarsızlık. Bu nedenle belki de dünya hiçbir zaman bu kadar güvensiz olmamıştı.
Ne cihan savaşlarında ne de veba günlerinde. Şimdi bir yaprak düşse, etkisi yeryüzünde bir kasırga etkisi yapıyor, artık kelebek etkisi filan hafif geliyor.
Ölen ölüyor, kalan sağlar da bu korkunun cenderesinde hayat sürdürüyor.
Yani bu gün, dünden daha karışık bir durumda.
Virüse inanmayanlar, virüsü bir kitle imha silahı olduğunu düşünenler ve dünyanın giderek bir yapay zeka laboratuvarına döndüğünü söyleyenler ve aşıyı bulduğunu muştulayanlar hep aynı gemide ama herkes ayrı telden, ayrı makamdan çalıyor.
Kim doğru söylüyor, kim yanlış ifade ediyor; bilen, anlayan?.. Koca bir soru işareti.
Virüs karşısında binlerce kişilik modern ordular sessiz, imparatorluk hayali kuranlar ürkek, sermayesi olanlar şaşkın.
Çünkü virüs alabildiğince gizli, alabildiğince sessiz ve hızlı saldırıyor. Bir hayaletten öte, insanın yüreğine, ciğerine yerleşiyor ya da bize öyle gösteriliyor.
Bu nedenle herkes sus pus. Kimisi koronavirüsün varlığını görmezlikten geliyor, kimisi fazlasıyla ciddiye alıyor. Bir dengesizlik var ortada.
Siperlikle gezen mi, maske takmayanı mı dersin, her şey iç içe, yan yana yaşanıyor. Yani insanlar kıpırdadıkça risk büyüyor, virüsün etki alanı genişliyor.
Her şey hekimlerin, sağlık çalışanlarının sırtında. Onlar da virüse karşı savaşı zaman zaman kaybediyor, kendi bedenlerinde.
Anlayacağınız zamanın yansıması bu kez, oldukça sert ve öldürücü. Bir kavşakta mıyız, yoksa planlanmış bir yolun ortasında mıyız?
Bilmiyorum, kafa karışık, zihin bulanık...
Bir şey biliyorum, bildiğim yeryüzünde suya ve sabuna ulaşamayan, günde bırakın üç öğün yemek yemeyi, bir öğün yiyecek bulamayan milyonlarca insan var.
İş bulamayan, bulup kölelik düzeyinde çalışan, virüse rağmen her gün iş başı yapmak zorunda olan yüzbinlerce insan var.
İşe gitmediği zaman aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya olan milyonlar var…
Bu nedenle insanlar virüsten değil, açlıktan, açıkta kalmaktan daha çok korkuyor. Kime dokunsan virüsten önce, ekmek diyor, aş diyor, iş diyor ve bu nedenle evde kalamıyor.
Evin dışındaki hareketliliğin tek nedeni bu değil tabii. Virüsü ciddiye almayan milyonlar var, bu da bir gerçek…
Bu nedenle sokaklar dolu, bu nedenle herkes orda burada.
Şimdi ne anladık bu işten.
İtiraf edelim, dünyayı yönetemiyoruz.
Her şeyi karıştırmış durumdayız. Ya otoritemiz insanı yok ediyor ya da otoritesizlik bir başıboşluğu getiriyor.
Oysa hayat bir bütün. Bir tarafı ihmale geldi mi, başka tarafları da etkiliyor, giderek bütününü sarsıyor.
Bir bakın etrafınıza.
Ne yapıyoruz, ne üretiyoruz, ne yiyoruz?
Her şey sandığımızdan daha mı karmaşık, yoksa bir oyunun değişik sahnelerinde mi yaşıyoruz?
Soru çok, cevap da.
Suya sabuna ulaşamayan, yiyecek bulmakta sıkıntı yaşayan insan da çok, ekmek bulamayan çocuklar da…
Şimdi neye yanalım;
Virüsten yiten insanlara mı, yoksa açlık çeken, işsiz kalan, baskı altında yaşayan, haklardan mahrum olanlara; modern köleliğe mi yanalım?..
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish