Banker Bilo'yu bilirsiniz. Geçenlerde Instagram'da bir paylaşım gördüm, çok hoşuma gitti:
"Maho bizi Almanya'ya götürecek sanırken İstanbul'a bırakmış gibi değil mi her şey?" yazıyordu.
Bu önce güldürüp sonra düşündüren cümle, beni kendi gençliğime, 90'lardaki hayallerime ve bugünkü gerçekliğe dair derin bir sorgulamaya götürdü.
Gençliğimizin büyük söylemleri, bizi "Almanya'ya gidebileceğimize" inandırmıştı.
Ancak o umut dolu günlerin ardından, gözlerimizi bugünün Türkiye'sinde ve dünyasında, bambaşka bir yerde açtık.
Cengiz Aytmatov'un "Aşk şafak gibidir, sadece bir kez parlar..." sözünü hatırlayalım.
Şafakta yanan ışık, yalnızca karanlığı delmekle kalmaz; yeni bir günün ve aydınlık bir geleceğin müjdesini taşır.
Müjde bir kez gelir ama ışık devam eder. Biz de bir zamanlar bu ışığın müjdesini almıştık.
Peki şimdi, o ışığı hayatımıza yeniden katmanın yollarını nasıl bulabiliriz?
Ercan Kesal'ın insanın varoluşunu sorgulayan derinlikli bakışı, inançlarımızı tazeleyen bir yön gösterici gibi.
Müjdenin ışığını andırıyor: cesur, düşündürücü ve yol açıcı.
Kesal, Peri Gazozu'nda şunları söyler:
Farkında mısınız, sahip olduklarımızın, başkalarının da işine yarayabileceği büyük bir sofradır yeryüzü.
Bu cümle, onun insan ve dünya arasındaki ilişkiye dair temel felsefesini yansıtıyor.
Sahip olduklarını paylaşma ve anlamı ortaklaştırma çağrısı, hayatı bir kolektif sofra gibi gören bir anlayışın ifadesi.
Yazarın Yenal Bilgici ile gerçekleştirdiği söyleşilerden oluşan kitabı İsim Şehir Film Roman, geçen aylarda Kronik Kitap etiketiyle raflardaki yerini aldı.
Kitap, hayatımıza dokunan isimleri, özlediğimiz şehirleri, unutulmaz filmleri ve insanlık hâllerini ele alırken yalnızca kişisel bir yolculuk değil, aynı zamanda insanın zamana karşı tavrı ve kolektif hafıza üzerine derin bir sohbet sunuyor.
Okurken anlıyoruz ki ona göre yazmak, geçmişte yaşananları yeniden icat ederek var etmek demek.
Kesal'ın gözlemleri, bir doktorun insan ruhunu incelemesinden, bir yazarın hayal ve hakikat arasındaki çizgiyi sorgulamasına kadar uzanıyor.
Bu kitap hem kişisel bir yolculuk hem de toplumsal bir muhasebe niteliğinde.
Hem geçmişle yüzleşmek hem de geleceğe dair umutlarımızı yeniden yeşertmek isteyenler için, İsim Şehir Film Roman'ın davetine icabet etmek, iyi bir tercih olabilir.
Bu bin yaşındaki zeytin ağacı benden çok daha akıllı. Keşke onun dilini bilsem de ona sorsam, 'Önünden hangi kafileler geçti, hangi savaşlara şahit oldun, kim gölgende oturdu da sana hangi aşkı anlattı?'
Bir röportajınızda, insanın bilgiye ve kültüre erişiminin kolaylaştırılması gerektiğini ve bilginin ihtiyacı olan kişiye ulaştırılmasıyla ilgili zahmete girmekten geri durulmaması gerektiğini söylemişsiniz. Biraz da günümüz ortamından yola çıkarak bunun elzemliği hakkında neler söylersiniz?
İnsan kendini, vücudunu, duygularını fark etmeye başladıktan sonra etrafıyla olan ilişkisi de bir aşama kaydediyor. Sizin algılayışınızla, dünyayı tanımlayışınızla, kendinizi fark edişinizle birlikte birçok şey değişiyor.
Bunların en temeli, bir çeşit seren direği gibi sizi bu dünyada tutan şey, "Ben niye varım bu dünyada, bütün bunların anlamı ne?" sorusu. Çok yakıcı bir soru bu.
Cemal Süreya, "1931 yılında doğdum, 1937 yılında annem öldü, 1944 yılında Dostoyevski okudum, o gün bugün huzurum yoktur" der. Tam da böyle bir şeyden bahsediyorum esasında.
Kendimizle ilgili varoluşsal bir anlam aramaya başladığımız nokta, bilgiyle, sanatla, otoriteyle, yasalarla olan ilişkilerimize, dahası bütün ilişki biçimlerine sirayet ediyor ve artık eskisi gibi olamıyoruz.
Bilgiye bizden öncekilerin bir çeşit mirası gibi bakıyorum. Hiçbir şeyin yok olmadığını zaten iyi biliyoruz, hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmuyor.
Bunun içerisinde bilgiler de var. Ben tesadüfen bir çeşit ortak hafızaya iliştirilmiş özneler olduğumuzu düşünüyorum. Bir kolektif bilinç olduğunu düşünenlerdenim. Ben de o kolektif bilincin tesadüfen bu çağda yerini almış bir öznesiyim.
Bu anlamda bilginin, tek başına sadece pozitif bilimlerle değil, yazılı olan olmayan bütün kaynaklarla, bütün söylencelerle, destanlarla, masallarla da sadece insan denen canlının vicdanına, bilincine sızıp orada biriktiğini değil, dağa, taşa, toprağa, bitkiye, rüzgâra, suya, ağaca da yerleştiğini düşünenlerdenim.
Herhalde derim hep, "Bu bin yaşındaki zeytin ağacı benden çok daha akıllı." Keşke onun dilini bilsem de ona sorsam, "Önünden hangi kafileler geçti, hangi savaşlara şahit oldun, kim gölgende oturdu da sana hangi aşkı anlattı?"
Büyük bir ihtimalle orada bir yerlerde duruyor tüm bunların cevabı. Bireyin dünyayla olan ilişkisinde ihtiyacı olan şeyin, o bilince vakıf olup onun içinde kendine yer ayırması, kendini onun bir parçası olarak kabul etmesi olduğunu düşünürüm hep.
Dünyayla bağımızı kopardığımızı biliyorum çünkü. Dünyaya yabancılaşmak cümlesi tek başına açıklamaya yetmiyor bunu.
Dünyaya küstük biz. Dünyadan azade bir yerde, dünyanın üzerinde ama dünyayı fark etmeden yaşayan bireylere dönüştük. Temel sıkıntı bu diye düşünüyorum.
Hayal kurmayı hatırlamak
O kuşağın, o dönemin yaşadığı trajedinin bir fay hattı olduğunu düşünürüm hep. Ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı çünkü. Demek ki besiyerini, habitatı değiştirirseniz, orada hiç iyiliği beslemezseniz, kötülüğü öne çıkarırsanız, mutlaka onun içinde yaşayanlar da bunun sonucunu yaşayacaklardır.
Siz kitabınızda neşeden bahsetmişsiniz. Ben biraz da umuttan bahsedilmesi gerektiğini düşünüyorum. Neşemizi tekrar kazanmanın yolu sanırım umutlu olabilmekten de geçiyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Çocuklar neşelenir, çünkü çocuklar şaşırır. Zaten ondan sonra başlar çocuğun hayal kurması. Yani umut etmek, geleceğe dair hayal kurmaktır aslında. Bizi artık hiçbir şey şaşırtmadığı için neşemizi kaybettik bence.
Ben 80 öncesi, 1976 yılında, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde öğrenciydim, eski Mülkiyeliyim. Biz en kötü zamanlarda yaşayan bir genç kuşak olmamıza rağmen, o zamanlar bile geleceğe dair hayaller kurar ve umut ederdik, yani hiçbir şey olumsuz etkilemiyordu bizi.
79-80 yıllarında, hakikaten her gün insanların öldüğü bir dönemden geçiyor olmamıza rağmen, dünyaya olan umudumuz devam ediyordu, dünyayla ilişkimiz iyiydi.
Çünkü nasıl olsa bu düzen değişecekti ve biz bu ülkeyi değiştirme kudretine sahiptik; çok inanıyorduk, aşkla bağlıydık buna ve nasıl olsa her şeyin üstesinden gelecektik, çok halisane duygularımız vardı.
Hiç kendimize, kendi şahsi ikbalimize ya da menfaatimize dair bir niyet değildi bu. Çok evrenseldi ve hep birlikteydik.
Bu duygu kırıldı, döküldü, ortadan kaldırıldı, acımasızca tüketildi. O kuşağın, o dönemin yaşadığı trajedinin bir fay hattı olduğunu düşünüyorum. Ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı çünkü.
Demek ki habitatı değiştirirseniz, orada iyiliği beslemezseniz, kötülüğü öne çıkarırsanız, onun içinde yaşayanlar da bunun sonucunu mutlaka yaşayacaklardır. Başımıza gelen biraz bundan.
Neşemizi kaybetmemiz, dünyanın neşesini kaybetmesi, ülkemizin neşesini kaybetmesi; bize şaşıracak bir şey kalmamasından. Hayal edecek, umut edecek bir şeylerimizin olması lazım. İşte o zaman, toplumsal ruh öyle ya da böyle hep ayakta, diri bir şekilde duracaktır.
Bunu politik bir niyetle söylemiyorum, genel anlamda söylüyorum. Yani sağcısıyla solcusuyla, Alevisiyle Sünnisiyle, Kürdüyle Türküyle bir neşesizlik, umutsuzluk hali var ve bunu hak eden bir ülke değiliz. Umarım, üzerimizdeki her anlamda bizi mutsuz eden şeylerden bir şekilde arınırız.
Sözünü ettiğim tek başına ekonomik iyileşme de değil, duygusal, kültürel, sanatsal, her anlamda iyileşmeye, neşeye ihtiyacımız var.
Bunun için de özgürce düşünmeye, konuşmaya, bırakın sansürü, öncelikle otosansürden kurtulmaya ve coşkun bir biçimde, çocuk neşesiyle dünyaya bakmaya ihtiyacımız var. Bu bizim dilimize de yansımalı, ürettiklerimize de.
Biz ne yaptık, bu ülkeyi hep birlikte bu hale nasıl getirdik, düşünmek lazım. Kimse bu konuda sorumluluktan kaçamaz. Muhalifi ve muvafıkı herkesin bu gelinen sonuçta bir payı var.
Size 'Bu dünyanın dışında başka bir dünyayı hayal edebilirsin' diyen kitaplar var. Robinson'u okuduktan sonra hiçbir çocuk aynı kalamaz, Jules Verne'i okuyan bir çocuk, artık başka bir çocuk olur.
Kitapta sıla özlemi ve nostaljiden bahsediyorsunuz. Ben, bizlerin çok özel bir yas içinde olduğumuzu düşünüyorum. Eskiden hayalini kurduğumuz bazı temalar artık hayatlarımızda yok. Gerçekleşebilecek şeyler azaldı gibi. Sizin artık kuramadığınız, "Ancak geçmişte gerçekleştirilebilirdi, tren kaçtı" dediğiniz, içinizde kalmış bir hayaliniz var mı? Ya da geleceğe dönük, peşine düştüğünüz ve yolunu yürüdüğünüz hayalleriniz var mı?
Ben küçük bir kasabada büyüdüm. Anne ümmi bir Anadolu kadını, baba çiftçi, sonra gazozculuk yapmış. Ailenin en küçük çocuğusunuz. Kitaplarla erken tanışmışsınız, size "Bu dünyanın dışında başka bir dünyayı hayal edebilirsin" diyen kitaplar var.
Robinson'u okuduktan sonra hiçbir çocuk aynı kalamaz, Jules Verne'i okuyan bir çocuk, artık başka bir çocuk olur. Ben de öyle oldum. Üstelik Anadolu'nun ortasında, çok mahrum bir yerde bu şansı yakaladım.
Bu şartlarda yaşayan bir çocuğun gerçek anlamda, somut bir hayali kolay kolay olmuyor. Olmadı da zaten. Babanızın, annenizin bir projesi gibi olursunuz.
Öğretmeniniz bile size şöyle bakar, "Akıllı bir oğlan bu, liseyi de şurada okusun, üniversiteyi şöyle okusun, doktor olsun, mühendis olsun..."
Sizin hayallerinizi pek sormazlar, size dair hayalleri onlar kurar. Ben biraz o kasabanın, o ailenin akıllı, iş birliğine hazır oğlu olarak hep onların hayalleriyle yol aldığımı düşünürüm.
Onlara dair bitmeyen bir gönül borcunun da ötesinde, onlara layık olmak, onların gururunu görmek, zafer duygusunu onlarda yaşamak, yani kendi zaferimi onların gözlerinde yaşamak duygusuyla hareket ettim hep.
"Ben bilemediğim soruları geçtim, vaktim oldukça geri dönüp bakıyorum tekrar"
Bir de hep razı olmayan bir adam oldum, bu hep sürer umarım. Bu sebeple benim hayallerimden daha çok, geriye dönük hatırladığım "Şunu da yapsaydım, eksik kalmış" dediklerim var.
Ama bununla ilgili de kendimi hiç suçlamam. Çünkü bu istediğim şeyi gerçekleştirmekle ilgili fazlasıyla gayret gösteren bir adam olduğum için kendime haksızlık yapmak istemem. "Oğlum, elinden gelen buymuş, sen yaptın yapacağını" derim en fazla.
Bu yüzden kendime karşı dürüst olmaya çalışıyorum. Çok az uyuyorum. Çok kitap okuyorum. Yeğenlerim var. Çok şikâyet ediyorlar hayattan. Kızıyorum onlara. "Yavrum" diyorum;
"Bak amcanım ben senin ve bir derdim de yok, malım mülküm var, seviliyorum da. Ama bak, şu anda İngilizce çalışıyorum, gece saat 2. Sabahleyin İngilizce mütercim olacak halim yok, kimse bana 'Ne kadar İngilizce biliyorsun?' falan da demiyor. Ama eksiklerimi tamamlamaya çalışıyorum, şu dili biraz daha kıvrak hale getireyim, doktorada zorlanmayayım istiyorum. Şu İngilizceyi keşke daha iyi bir lisede okusaydım. Ama benim kasabamda lise yoktu. Ben Nevşehir'e gidip geldim yıllarca. Sabahleyin minibüs bizi alır, şehirde liseye götürür, akşam kasabamıza getirirdi", diyorum, "Siz çok daha şanslısınız bir sürü konuda. Lütfen hayatınızla ilgili meşakkatten kaçınmayın."
Kendimle ilgili yeterince yorulan bir adam olduğum için kendime haksızlık etmiyorum. Saat 15.00'te bir senaryo ve film dizi işini konuşmak için Bebek'teydim, İstanbul trafiğinde sizinle saat 16.00'daki röportajımıza yetişmek için eşimle dahi görüşemedim.
Bunlar hayırlı şeyler ama. Dünyayla olan ilişkim, bir serzeniş, şikâyetten ibaret değil. "Bunun içini daha iyi nasıl doldurabilirim?" duygusuyla yaşadığım için, kendime yönelik bir şikâyetim yok, hayıflanmam yok. Benim elimden gelen bu.
Ben bilemediğim soruları geçtim, vaktim oldukça geri dönüp bakıyorum tekrar. Şu hayat testini hayırlısıyla bitirdiğimizde inşallah sınıfta kalmayız. Arkamızdan söyleyecekler büyük bir ihtimalle sınıfta kalıp kalmayacağımızı ama kendimden memnunum o anlamda, bunu samimiyetle söyleyebilirim. Çünkü o cümleyi kurmak için yeterince yorulduğumu düşünüyorum.
Şunu fark ettim, her umutsuzluk döneminin insanlara umut veren, geçmişteki iyi günleri hatırlatan ve gelecekte bir şeylerin yoluna gireceğini anlatan bir şairi, yazarı var. Ama günümüzde iyi şeylerden bahsetmek biraz ahmaklık ve romantiklik gibi algılanıyor. Bu noktada içerik üreticilere biraz görev düşmüyor mu? Acaba onlar da umuttan ve güzel şeylerden bahsetmekten korkuyor olabilirler mi? Yoksa gerçekten onlar da mı inanmıyorlar da umutlu bir şiir duyamıyoruz, bir şarkı dinleyemiyoruz?
Evet, kuşkusuz bir sürü faktör var. Hepimiz de bu besiyerinin bir parçasıyız. Siyasal iklim; soluduğumuz hava gibi, başımıza değen güneş gibi bir şey. Çoğu zaman o evrenin içerisinde fark etmediğimiz birtakım etkilenimler yaşadığımız aşikâr.
Herkes ekonomik verilerin, ekonomik altüst oluşların, dayatmaların neticesinde kendine hiza veriyor. Etrafına bakıyor, birilerinin başına sebepsizce gelen trajedilerin bir parçası olmaktan uzaklaşmak istiyor. Yani herkes kendine göre hesaplar yapmaya başlıyor, konfor alanını da kolay kolay terk etmek istemiyor.
Anlaşılabilir bir şey. Çok fazla ve hızlı iletişim, her seferinde hemen pozisyonlarımıza ilişkin, kendimize ilişkin bir hesap yapmayı koyuyor önümüze.
Ve cesaret nasıl bulaşıcıysa, korku da bulaşıcı bir şey esasında. Biz cesaret etmeyi unutuyoruz. Neşe, cesur bir eylemdir, gülmek cesur bir eylemdir. Neşenizi kaybederseniz, cesaretinizi de kaybedersiniz bir süre sonra.
Ve bulaşıcı bir hastalık gibi, bana değmeyen yılan bin yaşasın gibi çok utanmazca bir atasözünün arkasına sıralanmaya başlıyor herkes.
Ben diyalektiğe inanan biriyim. Mutlaka bu tezin bir antitezi olacaktır, mutlaka bir yerden bir cesaret oluşacaktır. Bu cesaret en az öbürü kadar çabucak sirayet edecek ve bulaşacaktır.
Ben yorulmayı talep eden, yoruldukça dinlenen, konfor alanını terk eden, talep eden ve risk almaktan çekinmeyen bir adamım. Yazdıklarımla, oynadıklarımla, çektiklerimle bulunduğum yerde mutlaka yeni bir alan açmaya çalışan birisiyim. İlla bir çekim merkezi oluşsun isterim. Etrafıma benzer insanları toplamaya çalışırım sürekli. Bunu çoğaltmakta, inat etmekte, en azından böyle örnek olmakta fayda var diye düşünüyorum.
"Beni sarmaz oldun artık, bütün bütün unutursam affet Köroğlu"
Kitapta da tam olarak öyle yapıyorsunuz. Bana Umberto Eco'nun akla hayale gelmeyecek şeyleri onu anlayacağınıza yüzde 100 inanarak anlattığı kitaplarını hatırlattı. Okur bunu bilmez, diye düşünmez; geniş bir yerden anlatır ve size de anlattıklarını kucaklayıp toplamak düşer. Sizin kitabınız da öyleydi, sizinle karşı karşıya oturmuşuz ve o çok sevdiğimiz kitaplardan, yazarlardan birlikte konuşuyormuşuz gibi bir histi, çok özlediğimiz bir şeymiş gerçekten bunları okumak. Kitapta Niyazi Akıncıoğlu'nun Köroğlu şiirinin, "Beni sarmaz oldun artık, bütün bütün unutursam affet Köroğlu" dizesini kullanıyorsunuz. Döneminde çok eleştirilen ancak benim de sıkı bir izleyicisi olduğum Çukur dizisinde yer alışınıza gelmek istiyorum. Köroğlu şiiri, sizin de dünyaya bakışınızmış gibi hissettirdi bana. Sizin gibi olmayanı ya da o gibi üretimleri takip eden insanları kendi sanatınızın ve söyleminizin dışına hiç koymadığını fark ettim. Bu konuda ne söylemek istersiniz? Bu yakın ve ötekileştirmeyen tevazunun kaynağı nedir?
Hekim olmak çok fazla şeyi düzeltmiştir, terbiye etmiştir bende, bana çok şey katmıştır. Öncelikle bunu mutlaka söyleyeyim.
Esnaf çocuğuyum ben. Kasabalarda büyüdüm, mütevazı okullarda okudum. 80 öncesi öğrenci gençliğin bireylerinden biriyim. Erkenden sorumluluk alan, fazlasıyla bedel ödeyen, erkenden olgunlaşmak durumunda kalan bir kuşağın içinde yer aldım.
Mecburi hizmet yıllarımda görev yerim, doğduğum, büyüdüğüm yerlere çok benziyordu. Yani daha önce komşum olan, akrabam olan insanlara bu sefer onların doktoru olarak, hekimi olarak gitmiş olmak da işimi kolaylaştırdı.
Çukur meselesinde ise şunları söyleyebilirim: Yazan Gökhan Horzum, ne yapmak istediğini, ne yazmak istediğini bilen iyi bir senarist. Ben de zaten farklı davranma şansı vermeyecek kadar oyunculuktan anlamayan bir adamdım. Yani rol yapmayı bilmediğim için bir kabadayı, bir mafya gibi davranmayı taklit etmek yerine, siyah takım elbise giymiş bir Ercan Kesal'dım hep.
Bu benim çok işime yaradı, kendimden vazgeçmeden yaptım oyunculuğumu. Orada bıçak sırtı bir şey var çünkü. Popüler bir iş yapıyoruz ve bu seyircisine de farklı biçimde geçebilir. Yani özdeşleşme dediğimiz şey seyirci için tehlikeli bir yolculuğa dönüşebilir.
Oyuncu da bir süre sonra bu gerçek dışı, kurmaca dünyaya gönül düşürmüş olabilir. Yani bir kabadayıyı oynayan oyuncu, gerçekten bir kabadayı gibi davranmaya başlayabilir.
Benim oyunculuğu bilmemem, yani aktörlük eğitimi almadan sektörün içine düşmem ve böylesi bir karakterle karşılaşmam, esasında İdris Koçovalı'yı kendi Ercan Kesal kimliğimle seyirciyle buluşturmama vesile oldu. Bu yüzden çok geniş bir spektrumun İdris Koçovalı algısının ortak olduğunu görürüm hep.
Tanımladıkları İdris Koçovalı, esasında Ercan Kesal'dan başkası değil. Ben öyle birisiyim ve oradaki şeyi lehime kullanmayı hiç düşünmedim. Yani bunu sömürmeyi, oradaki katarsisi, özdeşleşmeyi popüler olmanın bir aracı olarak kullanmayı hiç düşünmedim. O yüzden sahici bir karakter olarak taşıdım onu.
Bir anlam arayışı: Kendini irdeleyerek yeryüzünü anlamlandırmak
İnsan sadece doğup, büyüyüp, kredi kartının asgarisini ödeyip, mülk edinip, kariyer yapıp, geçip gidemez bu dünyadan.
Şu an doktora yapıyorsunuz, çok ilham verici. Ne üzerine doktora yapıyorsunuz?
Ben klinik psikoloji yüksek lisansı yaptım. Sonra sosyal psikoloji doktorası yapmak istedim. Sanki okuduklarımı bir araya getirecek şey sosyal psikolojiymiş gibi geliyordu. İstanbul'da sosyal psikoloji alanında doktora yapacağım yer bulamadım.
Sonra kültürel antropoloji programını gördüm. Yeditepe Üniversitesi'ndeki bu programa başladım. Bir süre sonra savunmamı vereceğim. "Nasipse Adayız ve Bir Zamanlar Anadolu'da Filmleri Üzerinden Ercan Kesal'ın Anlam Arayışı" başlıklı tezim, otoetnografik bir yolculuk.
Otoetnografiyi seviyorum. Benim yazdıklarımın, söyleşilerimin de otoetnografik metinler olduğunu fark ettim. Esasında kendimle birlikte ilişkide olduğum yeryüzünü anlatmaya çalışıyorum. Buna otoetnografi deniyor.
Yani kendini merkeze alan değil de kendini masaya yatıran, kendini didikleyen, kendi üzerinden yeryüzünü anlamaya çalışan birisiyim. Bir başkasına müracaat etmek yerine, elimde hazır böyle bir adam var, Ercan Kesal diye, onun sağını solunu, onun neler düşündüğünü, o anda başına gelen şeyin ondaki karşılığını, bugünkü yaşımda yeniden anlamaya ve tarif etmeye çalışıyorum.
"İnsan hakları dedikleri şeyler, tüketici haklarından başka bir şey değil galiba"
Sinema ile çalışmalarımı şöyle ilginç bir yerden yürüttüm ve yürütüyorum; "Bir Zamanlar Anadolu'da"ki doktor benim, 84 yılında başından geçen bir hikâyeyi 25 yıl sonra yazanlardan biriyim.
Ben bu 25 sene içerisinde bu hikâyeye dair neler yaşadım? Şimdi öznesiyken, onun yeniden replikasını yapanlardan biri olan bu adam neler düşünüyor bu 25 yıl önceki hikâyeye dair? Aslında bütün hikayelerimiz, kurmaca dediğimiz şeylerin hepsi gerçek mi? Ya da bu gerçek diye bize dayatılan şey, baştan sona kurmaca mı? Bu kadar saçma sapan bir gerçek olamaz çünkü.
Bu gerçeklik bize dayatılan bir kurmacadan başka bir şey değil galiba. İnsan bunun için dünyaya gelmiş olamaz. İnsan sadece doğup, büyüyüp, kredi kartının asgarisini ödeyip, mülk edinip, kariyer yapıp, sonra da geçip gidemez bu dünyadan.
Burada bir saçmalık var. Daha doğrusu büyük bir haksızlık var. Biz niye bu kadar büyük bir şeyin içerisinde, küçücük, mikro düzeydeki bir dünyaya razı edildik?
İnsan hakları dedikleri şeyler, tüketici haklarından başka bir şey değil galiba. Sadece önümüzdeki sıraya kaynak yapıldığı zaman bağırıp çağırıyoruz.
Ya da apartmanda üst kattaki gürültü yaptığı zaman aklımıza geliyor haklarımız. Ama yeryüzünün sahibi olduğumuz unutturulmuş bize. Bu yüzden de yeryüzüne sahip çıkmadığımızı düşünüyorum doğrusu.
Bu gerçeklik diye bize dayatılan şeyin de hakikat olmadığını, gerçeklikle hakikatin birbirinden ayrı kavramlar olduğunu düşünüyorum.
Ercan Kesal üzerinden, onun "Nasipse Adayız" ve "Bir Zaman Anadolu'da" filmleri üzerinden dünyaya dair bu anlam arayışlarını yazdım.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish