Leyla penceresinden (1)

Prof. Dr. Mehmet Çelik Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: İHA

İstanbul'daydık. Üstad çeşitli nedenlerle İstanbul'a göçmek zorunda kalmış medrese arkadaşlarıyla görüşmek istediğini söyledi. Vahdettin Özkaya ile konuştum. Kendisi Karaburun'daki çiftliğinde üstadı ve arkadaşlarını ağırlamak istediğini söyledi. Tarihî kökenlerinin gereğince cömertlikte sınırı olmayan bu değerli ilim aşığı ev sahibi, ekonomik şartların dayatmasıyla kendi toprağından kopmak zorunda kalmış ve her biri, bir katıra yem olmuş bu nadide orkide çiçeğine benzeyen bilgeleri bir araya getirip onları ağırlamanın mutluluk ve hazzını yaşıyordu. Bir zamanların ilim erbabı olan bu şahsiyetler çeşitli faşist muameleler yüzünden kendilerine layık olmayan bedensel güç gerektiren işlerde çalışmak zorunda bırakılmış ulu kişilerdi. Ama cevherin  kadrini ancak sarraf bilir demişler ya; her biri klasik ilimlerde birer otorite olan bu adamlar şimdi servis sürücülüğü, inşaat bekçiliği, temizlik görevliliği gibi işlerde çalışır hale düşürülmüşlerdi. Üstad o ulularla eşsiz bir sohbet başlattı. Akıl , irade, şuur konularından sonra şiir faslına geçildi. Üstad Mecnun'a ait olduğu söylenen bir kasideden beyitler okumaya başladı:

                            "Bana haber verdiler Leylâ Irak' ta hasta diye

                              Keşke doktor olsaydım  da gitseydim tedaviye."

Peş peşe gelen gelen beyitlerdeki en ince anlamların açıklandığı bu ulular meclisinin bana verdiği o estetik zevkin tekrarı olmayacak galiba hayatımda.

        Eve geldiğimizde, çantasından bir defter çıkardı.

"Bu Şahin Hoca'nın terekesinden çıktı.” dedi.

"Bunu sana vermek istediğimi karısına söyledim, yani okumana destur verildi.”

   Defteri aldım, büyük bir heyecanla kapağını açtım. "Sana Sorarlar" diye başlık vardı.

Yazıların bir kısmı mavi, bir kısmı siyah kalemle  yazılmıştı. Şahin Hoca'nın sırrına erebileceğim heyecanıyla üstadın misafırlerinin gitmesini bekledim. Misafirler gidince kitaplığıma çekildim, okumaya  başladım. Şöyle başlıyordu;

"Sana aşktan sorarlar. Onlara de ki; aşk sonrasızlık isteğidir. Ebedîleşme arzusudur. Gözün nüfuz etmesidir edebiyete... Mecnun'un hırkasından bir ip parçası buldum. Onu bir pamuk tohumunun içine gömdüm. Tohumu Leylâ'nın mezarından aldığım bir saksı dolusu toprağın içine ektim. Hergün onu kendi kanımla suladım. Parmağımdan akan kanla beraber sanki içimden azaplarımın akıp gittiğini hissediyordum. Kırk gün boyunca her gün suladım toprağı... Kırk birinci gün saksıda daha önce hiç görmediğim bir çiçek açtı. Adına "Leylâ" dedim. Leylâ, çünkü gövdesi siyah dalları mavi yaprakları alev rengindeydi.

 "Zekeriya'ya Yahya'yı veren Rabbim, ne olur bu çiçeğe de bir dil ver” diye yalvardım. Gecenin gündüze dönmesine yakın bir saatte "as'as" zamanında çiçekten sesler gelmeye başladı. Konuştu, şöyle dedi:

 "Ey beni asırlar süren uykumdan uyandıran derviş sen benim öldüğümü mü sanıyorsun!

Şaşkınlık içindeydim. Yanıbaşımda uyuyan karımın bile çiçeğin konuştuğuna inanmayacağını biliyordum. Acaba aklımı cinlere mi teslim etmiştim, yoksa bu bir rüya mıydı?

 "Allah'ım aklıma "mukayyed ol" dedim. Çiçek yeniden söze başladı: " Ne işine yarar ki aklın! Ben onu aşkı satın almak için sattığını zannediyordum. Ben Leylâ'yım beni sen aradın.     Eğer hırkana ateş dolduramıyorsan neden toprağın ruhuyla oynadın ki?”

 "Leylâ” dedim. "Seni ben mi dirilttim?”

- Haşa, dedi. Yaratmak, diriltmek O'na mahsus hem ben sana biraz önce ölmediğimi sadece uyuduğumu söylemedim mi? Uyudum çünkü, Mecnun, hırkasının içinde yok olduğunda ben de o hırkanın içindeydim. Çünkü o, bütün varlığı benim adımla çağırmaya başladığında, aslında kainatı benim sırtıma yükleyip kendisini kurtardı. Ben bunca emaneti sırtında taşımaya nasıl dayanabilirdim ki? "Anka lokmasını serçe nasıl yutabilir ki?"

" Bilirsin anlatılagelmiş bir hikayedir. Mecnun birgün çölde namaz kılan bir Bedevî'nin önünden geçti. Adam Mecnun'un namaza saygısızlık ettiğini düşünüp peşinden koştu.

"Neden namazımı fasit bozdun? diye bağırdı. Mecnun dedi ki:

"Ben Leylâ'nın aşkından hiçbir şeyi göremiyorken, sen Allah aşkıyla namaz kıldığın halde beni nasıl gördün?.Kendinden ve namazından şüphe et bence... Çünkü Mecnun, bitimsiz aşk namazına, şevk miracına ciğer kanıyla abdest alıp, temizlenip varlık kirinden, hergün yeniden yeniden bir zirveye taşıyordu ruhunu...

 Onun işi kolaydı. O beni bulmuştu. Bense onun bana yüklediği manaların ağır yükü altında iki kat dolaşıyordum.

"Leylâ” dedim. Ben sana haksızlık etmişim, seni güzellikten öte düşünememişim.

 "Sende değil sadece, bütün anlatıcılarda benim vebalim var. Beni sadece Mecnun'u deli eden bir "çöl ahusundan" öte anlayamadınız. Oysa muhatap, hatibin varlık sebebidir. Yani sancısını çeken aslında odur. Mecnun, benim aşkımla evreni bir kelimeye sıkıştırıp yüreğine indirdi. Ya ben? Ben o zaman ne haldeydim biliyor musun?

"Çöl hafızanın kuma nakşettiği sırlarla doludur. Orada zaman farklı işler. Rüzgarlar hergün yeniden yeniden yerlerini değiştirir, kuma gömülü sevdaların... Siz burada kelimelere gömüp manaları rahata ererken, çölde sevdalar yer değiştirir durmadan. Çöl yerinde durmaz; akışkandır o... Ne yorgun nebiler geçer çölden heybesinde iksirlerle...

"Çöl unutmaz hiçbir hatırayı çürütmez ve karalamaz. Kum taşın sevdayla ufalanmış halidir. Çölde ruhların melodileri dolaşır... Bize de öyle olmuştu işte... Çölün yasasıydı aşkımızın varlık sebebi... Çünkü çöl kendisini var eden sevdayı ruhumuzun derinliklerinden yeniden yeşertmek için bir yağmura gebeydi. Sıcak yel eser çölde gündüzleri, kuma yazılmış sevdaları harfe dizer. Aşk harfe sığmaz elbette, o da yeniden yeniden, baştan, biteviye temize çekmeye uğraşır alın yazılarını. Çölün ceylanları bu alın yazılarına basarak yürürler. Bundan mıdır bilinmez, gözleri hep ağlamaklı gibi durur onların... Gece oldu mu soğuk rüzgarlar eser çölde, sevdaları serinletir. Bir merhamet eline dönüşür adeta çöl... Örter sevdaların üstünü uğrunda baş verilen güzellerin simsiyah saçlarıyla...

 Leylâ adeta bütün bir hayatı açıklıyormuşcasına konuşuyordu. Artık bir çiçek değildi. Ete kemiğe bürünmüş haliyle karşımda duruyordu. Gecenin zifırini andıran gözlerini üstüme dikmiş, hüzünle karışık gülümsüyordu.

"Anlat” dedim. "Neden durdun ki?

"Susmakla anlatılamaz mı?” dedi.

 "Nasıl yani beden dili mi?”

 "Beden dili mi? O da ne? Bedenin dili mi olur? Bana öyle geliyor ki ruhlarınız lal kesilmiş hepinizin... Ruhlarınızın dili bedenlerinize esir düşmüş. Ruhlarınız konuşmuyor artık kelimelerinizin zavallılığını yükleyerek bedeninize ona zulmediyorsunuz. Ben bir anlamın bir bedene sığamayacak kadar ulvi olduğunu düşünürüm... Bana da bu yapıldı işte...”

Ona ne yapılmıştı acaba? Bunu elbette ki sayfalar ilerledikçe öğrenecektim.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU