21. yüzyıldan, 1921 'Büyük Millet Meclisi'ne bakmak…

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Cumhuriyetin kuruluşu bakımından anlamlı bir günden geçiyoruz. Birinci Meclis'in kuruluşunun 100. yıl dönümüdür bu anlamlı gün…

Birinci Dünya Savaşı'nın önemli sonuçlarından biri, çok halklı klasik imparatorluklar dönemini bitirmesi olmuştu.

Osmanlı devleti yıkılmış, Mondros Mütarekesi ile birlikte “yok hükmünde” sayılmış, son toprak Anadolu’nun işgali başlamıştı.

Savaşın getirdiği yoksulluğun, yorgunluğun, ölümlerin, yaralıların yaygınlığı işgalle birleşince, halk bir varlık yokluk hali ile karşı karşıya kalmıştı.  

İşte bu nokta, yani varlık yokluk sorunu kendini dayatınca, başlangıçta kendiliğinden de olsa halk, kongreler biçiminde örgütlenmeye başlayacaktı.

Giderek kongreler bir ölçüde örgütlü hale geldi. Seçimler yapıldı.

1919’da İstanbul’da toplanan Meclis-i Mebusan, Misak-ı Millî’yi kabul etti.

Ancak işgalci İngiliz güçleri meclisi dağıttığı gibi mebusların büyük bir kısmını yakalayarak sürgüne gönderdi.

Anadolu’nun başka bölgelerinden gelen Laz, Çerkes, Gürcü ve Kürt vd. yerel önderler, tutuklanmaktan kurtulan mebuslar, Halifeyi ve hilafeti kurtarmak isteyenler, ülke içindeki İttihatçılar, sosyalistler, yerel önderlerle beraber Büyük Millet Meclisi'nde yer aldı.

Kurtuluş Savaşı'nın başlamasında, sürdürülmesinde ve sonuç almasında Sovyet devriminin ve Lenin’in büyük desteğini hatırda tutmak gerekiyor.

1919’da Kurtuluş Savaşı'na katılmak için gelen TKP Lideri Mustafa Suphi ve eşinin içinde olduğu 15 arkadaşı, Kemalist liderlerin bilgisi ve yönlendirmesi sonucu öldürülmesine rağmen bu destek sürdü.

Yerel kongrelerde, Amasya ve Erzurum kongrelerinde, Misak-ı Milli'yi kabul eden İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’da, en sonu Ankara merkezli Büyük Millet Meclisi'nde Osmanlı bakiyesi gayri Müslimlere katılmaları için çağrı yapılmayacak, katılmaları istenmeyecekti.

Ortak payda varlık yokluk meselesiydi. Yabancı işgaliydi. Batı'da Yunan işgali, Doğu’da Ermeni tehlikesiydi. İslam’dı ortak payda…

Başlarken bir toplumsal sözleşme var mıdır?

1921 Anayasası bir şekilde toplumsal sözleşme olarak kabul edilirse,

Ocak 1921’deki ilk halinde, devletin resmi dini ve dili konusunda bir belirleme yoktu.

Meclisin adı dahi Büyük Millet Meclisi'ydi. 

1921 Anayasasının en önemli maddesi “Vilayet” başlıklı 11'nci maddesiydi.

Bu maddeye göre;

İller, tüzel kişilik ve özerklik sahibidir. İç ve dış politika, Şeri, adli ve askeri işler, uluslararası ekonomik ilişkiler ve hükümetin genel vergileri ile birden çok ilin çıkarlarını kapsayan konular istisna olmak üzere; Büyük Millet Meclisi tarafından konacak yasalar gereğince Vakıflar, Medreseler, Eğitim, Sağlık, Ekonomi, Tarım, Bayındırlık ve Sosyal Yardım işlerinin düzenlenmesi ve yönetimi, İl Meclislerinin yönetimi altındadır.


Devamla 12'nci madde, il meclisleri ve seçme yöntemi, 13'ncü madde, il meclis başkanı ve il yönetim kurulu ve görevler ile ilgiliydi.

14'ncü madde, valinin görevlerini devletin genel ve ortak görevleri ile sınırlamıştı.  

İl’in yürütme yetkisi, il meclisi içinden seçilen il yönetim kuruluna bırakılmıştı.

Buna göre devletin genel ve ortak görevleri dışında her türlü görevle ilgili kararlar, il meclisi tarafından alınır ve yürütülürdü.

Görüleceği üzere Büyük Millet Meclisi tarafından 20 Ocak 1921'de kabul edilen ilk Anayasa’da vilayetlerin il yönetim kapsamındaki görevlerde özerk olduğunu açıklıyordu.

Vilayet konseyleri iki yıllığına seçiliyor; vakıflar, medreseler, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım hizmetleri veren hizmeti veren kamusal işleri, Büyük Millet Meclisi kanunları çerçevesinde yönetme yetkisi tanınıyordu.

Yerel yönetimler de bu çerçeve içinde kalıyordu.


Mustafa Kemal ve Kürt meselesi            

…başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanununu gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde, hangi livanın (sancak) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir.

İfade olunmadıkları zaman, bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi, Büyük Millet Meclisi hem Kürtlerin hem de Türklerin sahibi vekillerden oluşmuştur, bu iki unsur bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz.

(Mustafa Kemal ile söyleşi, 16 Ocak 1923,
Vakit gazetesi, M. Emin Yalman)


Anlaşılan Lozan’ın arifesinde Mustafa Kemal, Kürtlerin özerkliğini ayrı bir ‘bölgesel özerklik’ biçiminde değil, ülke çapında yerel yönetim kapsamında değerlendiriyordu…  

Peki ne oldu da kurtuluşun birlikçiliği, Lozan'dan sonra kuruluşun tekçiliğine bıraktı?

Mustafa Kemal neden değişti?

İpler nasıl ve ne zaman koptu?

Yoksa her şey siyaset (miydi?)  


‘En güçlü meclisi en zayıf mecliste konuşmak!’

AK Parti, CHP, HDP, MHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, MHP, TİP, Deva Partisi, Demokrat Parti, Büyük Birlik Partisi sayın genel başkanları, grup başkan vekilleri ve temsilcileri konuştu.

Önemli bir kısmı kendilerinden beklenen konuşmaların dışına çıkmadılar diyebiliriz.

CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşması önemli öğeleri içeriyordu, onu başka bir yazımda değerlendireceğim.

TİP başkanı başka bir formatta konuştu, onu da ayrı bir yerden doğru değerlendirmeli.

Tarihsel sorunlarla güncel demokrasi sorunu arasında dikkat çekici ilişkiler kuran açıklamaları da içeren HDP Genel Başkanı Sayın Mithat Sancar’ın konuşmasını aşağıya aldım.

Okuyalım…

Yıl dönümlerinin bir anlamı vardır, olmalıdır. Elbette, geçmişteki şanlı sayfaları bugün kutlamak için önemli bir vesile sunarlar. Ama bundan fazlasını da hak ederler. O fazla da; etraflı bir tefekkür, kapsamlı bir muhasebedir.

Bundan yüz yıl önce yaşananlara bugünü ve geleceği anlamak açısından bakarsak eğer bu kutlamaların içi daha fazla dolar.

Ben de yüz yıl öncesine, Birinci Meclis'in kurulmasına ya da Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasına, bu çerçevede, bu gözle bakmaya çalışacağım ve gördüklerimi de sizlerle paylaşacağım. 


"Meclis’in kuruluşuna giden yol kongrelerden geçiyordu"

Birinci Meclis'in hangi şartlarda oluştuğunu hepimiz biliyoruz, uzun uzun anlatmama gerek yok sanırım. İşgal altında bir ülke ve milli mücadelenin devam ettiği şartlar. Çok ağır şartlar, fakat bu şartlarda yerel kongreler organize ediliyor.

Ülkenin bütün bölgelerinde kongre toplantıları düzenleniyor, bu kongrelerle milli mücadele organize ediliyor. Aslında Meclis’in kuruluşuna giden yol da bu kongrelerden geçiyor.

Birinci Meclis, yerel kongrelerin neredeyse aktığı bir deniz oluyor. Yerel kongreler birer nehir, Birinci Meclis, bu nehirlerin toplandığı bir deniz. 


"Birinci Meclis ülkenin toplumsal, dinsel, etnik, düşünsel çeşitliliğini içeriyordu"

Ne gibi özellikleri var? Pek çok özelliği var; ama ben en önemli gördüklerimi hatırlatmak isterim.

Bir defa o şartlarda ülkenin toplumsal, dinsel, etnik, düşünsel çeşitliliğini büyük ölçüde içeriyor.

Bu açılardan çoğulcu bir Meclis; eksikler, kapsanmayanlar var elbette. Bunlar da belki o günden bugüne bakmamız ve muhasebesini çıkarmamız gereken meselelerdir. 


"Bütün mebuslar Birinci Meclis'e kendi kimlikleriyle katılıyorlardı"

Bu çoğulculuğu tarif etmek için pek çok örnek kullanılır; ama ben sadece ilk etapta sayılanları değil, daha az görünenleri zikredeyim.

Mevlevi, Bayrami ve Nakşibendi şeyhleri var, Abdulhalim Çelebi, Hacı Mustafa Efendi, Şeyh Hacı Fevzi var, Dersimli Seyid Diyar Ağa var, Lazistan mebusları var, Laz ve Gürcü olarak bilinen üyeler var, Kürtler var, Çerkesliği öne çıkmış mebuslar var, Araplar var.

Kısacası Türkiye’nin o zamanki etnik, dinsel ve toplumsal çeşitliliğinin önemli bir kısmı var.

Ve bu insanlar kendi kimliklerini saklamadan, tam aksine kendi kimliklerini açıklayarak giriyorlar. Kendi kimlikleriyle katılıyorlar.

Bu, Birinci Meclis’in en önemli vasıflarından biridir. Bu vasıf diğer özelliklerle de tamamlanmıştır. 


"Birinci Meclis'in dayandığı ilke halk egemenliğidir"

Birinci Meclis, meşruiyetçi bir yönetim anlayışına sahiptir. Dayandığı ilke de halk egemenliğidir.

Evet, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu söyler ama daha sonra da göreceğimiz gibi, 1921 Anayasası’nın başına bir "halkçılık beyannamesi" ekler.

Milli irade, halk iradesi tartışmalarına girmeyeceğim elbette. Ama halk iradesinin ne anlama geldiğini belki de Birinci Meclis'in tatbikatına ve daha sonra çıkardığı Anayasaya bakarak daha iyi anlayabiliriz. 


"Farklı düşüncelerden birçok insanın mutabakat ve müzakereyi öne çıkardığı bir dönemdi"

Halk egemenliği ilkesi halkçı yönetim demek; ama aynı zamanda halkın her düzeyde yönetime katıldığı bir yönetim demektir. Nitekim Meclis'in kuruluşundan yaklaşık on ay sonra ilan edilen Anayasa, bu anlayışa dayanıyor.

Yerelde halkın kararlara katılımını garanti altına alan bir idare sistemi, bir demokrasi modeli kuruyor.

Birinci Meclis, müzakereci ve mutabakatçı bir yöntem takip ediyor. Bu kadar çeşitli kesimlerden farklı düşüncelerden insanın müzakereyi bir tarafa bırakmadan, mutabakatı sürekli öne çıkaran bir anlayışla yönettikleri bir dönemi konuşuyoruz.

Onun 100. yıl dönümünü bugün kutluyoruz. O yöntemin neden bu kadar önemli olduğunu da biraz sonra açıklayayım. 


"100 yıl önce çıkarılan kanunlar torba değil, ismiyle müsemmaydı"

Ayrıca bu Meclis yasalcı bir meclis; mesela 23 Nisan 1920’de açılıyor. 12 Nisan 1921’e kadar tam 109 kanun çıkarıyor.

İğnelemek amacıyla söylediğimi düşünmeyin; ama bunların hepsi ismiyle müsemma kanundur, torba değil.

Her birinin ismi var. Her birinin kanun usulüne göre, müzakere ve karara bağlanma yöntemi var. O nedenle yasalcı bir meclistir. 


"Meclis, yerellerde de halkın yönetime katılımını mümkün kılacak bir sistem oluşturmuştu"

Meclis yetkileri kendinde topluyor, biliyorsunuz bir meclis hükümeti sistemi var. Bu şu demektir: Her türlü yetki, devletin 3 önemli erki: yasama yürütme ve yargı, Meclis'te toplanıyor.

Ve fakat bu yetkililere tekelci biçimde sahip çıkma anlayışını taşımıyor. Çünkü, 1921 Anayasası ile yetkililerinin büyük bir bölümünü yerel yönetimlere devrediyor.

Yerel yönetimlere verdiği yetkiler bizatihi kendi yetkilerini sınırlamak anlamına geliyor. Yani kadir-i mutlak, yani otoriter bir yönetimi tercih etmiyor.

Tam tersine, halk egemenliği ilkesinin mantığına uygun olarak yerellerde de halkın katılımını mümkün kılacak bir sistem oluşturuyor Meclis. 

 

O sistemin merkezinde muhtariyet var değerli arkadaşlar. Ve bunu 1921 Anayasası apaçık hükme bağlıyor.

Muhtariyet, yani özerklik ve bu özerkliğin nasıl yönetileceğini de ayrıca, ayrıntılı olarak düzenliyor. Onda da şûra yönetimini ortaya çıkarıyor.

Kendi işleyişini yerelde de kuruyor. Yani yerelde, vilayetler ve nahiyeler şuralarla yönetilecektir.

Şûralar seçimle gelecek, şûraların da kendi reislerini seçmeleri kendi yetkilerine bırakılacak. 


"Rıza ve birlik istiyorsanız, çeşitliliği kabul edeceksiniz, müzakereyi kabul edeceksiniz"

Hangi şartlarda bunu yapıyor? Bu kadar işgal, milli mücadele ve Kurtuluş Savaşı şartlarında bunu yapıyor. Neden yapıyorlar bunu?

O zamanın liderleri, mesela milli mücadelenin lideri Mustafa Kemal Paşa, çok da fazla yetki ve imkana sahipken bunları neden paylaşıyor?

Çünkü rıza istiyorsanız, çünkü birlik istiyorsanız, çeşitliliği kabul edeceksiniz, müzakereyi kabul edeceksiniz.

Gerçek rıza ancak herkesin kimliğine eşit saygı, herkesin iradesine eşit değer vererek sağlanabilir.

Ve o şartlarda, o ağır dönemde işte böyle bir ortak rızaya ihtiyaç vardı. Böyle bir güvene ihtiyaç vardı. Ve bu güven tepeden dayatmayla sağlanamazdı. Bu rıza, bu güven zorla, baskıyla, tehditle ortaya çıkarılamazdı.

Ancak güvenle sağlanabilirdi, ancak herkesin kendisini eşit gördüğü bir ortamda gerçekleştirilebilirdi. İşte bütün bunları yapmalarının nedeni oydu. 


"Meclis, kriz koşullarını yönetebiliyordu, çünkü rıza ve özgürlük vardı, kimliklere saygı duyuluyordu"

Bakın bugün, ağır kriz şartlarındayız, insanlığı tehdit eden bir salgın hastalıkla karşı karşıyayız. O döneme ilişkin sadece bir örnek vereceğim. Meclis’in o gün krizi nasıl yönettiğine ilişkin bir örnek.

Sakarya Savaşı zamanı çok şiddetli geçiyor ve yaklaşık 15 bin yaralı var. Sadece Ankara’ya taşınan 15 binden fazla yaralı mevcut. Ne yapacaklar? Meclis derhal kendi içinden bir kriz yönetimi oluşturuyor.

Hepinizin ismini bildiği Sinop Mebusu Rıza Nur’u görevlendiriyor. Rıza Nur da mebuslar içerisinde 3 kişiyi seçerek bir kriz koordinasyon-u kuruyor. Ünitelere ayırıyorlar, yaralıları şehrin hastanelerine sevk ediyorlar.

Hastane olmayan yerlerde de doktorları çağırıp, tedaviyi hastane dışındaki bölgelerde de sağlamaya çalışıyorlar.

Daha hafif yaralıları ise, ahalinin evine dağıtıyorlar misafir olarak. Bu ancak insanların özgür olduğu, kimliklerinin saygı gördüğü, rızanın serbestçe ortaya çıktığı şartlarda olur. Bunları ancak böyle bir Meclis yapabilirdi, yapmıştır da. 


"Sorunların çözümü, halk iradesi ve yerel demokrasi ilkelerini birleştirmekten geçiyor"

Şimdi bugüne dair birkaç sözle bitireyim konuşmamı. 1921 Anayasası'nın iki temel dayanağı vardı. Böyle bir anayasa yapılmasının ilk dayanağı "halk egemenliği" ilkesidir.

Yani halkı kendi sorununu yöneten bir muhatap olarak kabul eden anlayıştı. İkincisi Kürt sorununun çözümüydü. Mustafa Kemal Paşa sorunun ağırlığının ve ciddiyetinin farkındaydı.

Bunu halk egemenliği ilkesine dayalı, bütünlüklü bir demokrasi fikriyle çözmeye çalıştı. O dönemler bu konuda çokça çaba harcandı.

Yerel demokrasi ve halk iradesi olarak ülkenin bu sorununu çözmek için o gün bulduğu yolu, maalesef daha sonra terk ettik.

Şimdi de ülkenin sorunlarının çözümü, bu iki ilkeyi birleştirmek, bu iki alanı bütünleştirmekten gerekiyor.

Halk egemenliği, bu hem genel demokrasiyi hem de yerel demokrasiyi içerir.

Bir de insanların yerelde kendilerini yönetebilecekleri -elbette bunun belli bir çerçevesi var - şartların, sistemin yaratılması, herkesin kimliğinin eşit değer görmesi ve anayasal kabule, güvenceye bağlanmasıyla olur.


"En güçlü Meclis’in yıldönümünü en zayıf Meclis’te kutluyoruz"

Değerli milletvekilleri, sayın başkan; 100 yıl sonra dönüp baktığımızda maalesef bugün Birinci Meclis’in özelliklerinden çok uzak bir Meclis ile karşı karşıya olduğumuzu kabul etmek zorundayız.

Eğer bir soru sorulursa, bu yüzyıl içinde en güçlü ve en zayıf meclisler hangileridir diye?

Benim cevabım açık ve sanırım pek çok insanın da cevabı açıktır. Evet, en güçlü Meclis’in yıldönümünü en zayıf Meclis’te kutluyoruz. Bunun bize bir şeyler söylüyor olması lazım. 


"Yerel yönetimlerin en güçlü olduğu dönemden, yerel yönetimleri fiilen lağveden bugüne geldik"

Bir de yerel yönetimlerin en güçlü olduğu dönem ile en zayıf olduğu dönem hangisidir diye soralım.

Benim cevabım açık: Yerel yönetimlerin en güçlü olduğu dönemin 100. yılında, yerel yönetimleri neredeyse fiilen lağvetmeye yönelik bir yönetim anlayışla karşı karşıyayız.

Bu kabul edilemez. Ne kayyım uygulaması kabul edilebilir ne de CHP’li belediyelerin krizi yönetmek için sarf ettikleri çabanın yok edilmesi kabul edilebilir. 


"Halk iradesine saygı olmadan halk sağlığını koruyamazsınız"

Eğer bu insanlığı tehdit eden ama herkesi eşit vurmayan salgınla gerçek anlamda mücadele etmek istiyorsak, halkın rızasına ihtiyacımız var.

Halkın rızasını üretebilmeniz için halkın iradesine saygı göstermeniz lazım.

Halk sağlığı halk iradesinde ayrı düşünülemez. Halk iradesine saygı olmadan halk sağlığını koruyamazsınız. Bu kadar basit. 


"1923’ün 100. yılına bu şekilde varırsak, Cumhuriyet'ten geriye de fazla bir şey kalmayacaktır"

Önümüzde iki tane yüzyıl dönümü daha var. Biri 1921 ve diğeri 1923. Eğer 1921’i bugün güçlü Meclis olmadan idrak etmiş olursak, sanırım Türkiye anayasacılığı da büyük ölçüde bittiği bir döneme girecektir.

Yani eğer biz önümüzdeki dönemde güçlü bir Meclis kurmayı başaramazsak, 1921’in 100. yılında Türkiye Cumhuriyeti’nde anayasacılık da bitecektir.

1923’e eğer böyle varırsak, korkarım ki Cumhuriyet'ten geriye de fazla bir şey kalmayacaktır. 


"Güçlü Meclis, Demokratik Anayasa ve Demokratik Cumhuriyet hep birlikte barış içerisinde yaşamamızın teminatıdır"

O nedenle güçlü Meclis, Demokratik Anayasa ve Demokratik Cumhuriyet bu ülkede hep birlikte barış içerisinde yaşamamızın teminatıdır, temelidir. 

Bu vesileyle çocuklarımıza bırakacağımız en büyük armağanın da barış içerisinde özgür bir ülke olduğunu söyleyeyim.

Hepimize, bütün halka, bütün çocuklara en başta sağlık emekçilerine kalbi selamlarımı iletiyorum.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU