'Hamal Kürt' Mücahit Bilici'nin son kitabının adı.
Aslında kitabın tam adı 'Hamal Kürt, Türk İslam'ı ve Kürt Sorunu'
Kitabın adı bile başlı başına bir sorun!
Kürt niye hamal?
Kürtlerin, Arapların, Arnavutların, Boşnakların... ayrı; Türklerin ayrı bir İslam'ı mı var?
Yüz yıldır çözülemeyen Kürt sorununun bunlarla ne alakası var?
Böyle çetrefilli konular bir solukta cevaplanılabilir mi?
Bir sürü kaya gibi soru, yüklesen kamyon kaldırmaz!
'Bizim terazi de bu kadar sıkleti çekmez!'
Ziya Paşa değiliz ki en ağır meseleleri iki mısra ile hallu fasl edelim.
Bunca derin mevzu niye bir başlık altında toplandı, onu da bilmiyorum!
Çok merak ediyorsanız kitabın tamamını okur, merak ettiklerinizin hepsinin cevaplarını Mücahit kardeşimden öğrenirsiniz.
Allah var, iyi anlatmış.
Ben bugün işin sadece 'hamallık' kısmıyla ilgiliyim.
Öncelikle belirteyim ki bizim memlekette, 'şeddesiyle, meddesiyle' Arapça aslına uygun bir şekilde söylenilen 'hammal';
Türk Dil Kurumu Sözlüğü'ne girince, tıpkı nohudun şehre geldikten sonra leblebi olması gibi; sosyetikleşerek 'hamal' olmuş.
Heykel gibi 'M'lerden biri arkadaşını melül mahzun tek başına bırakarak, çekip gitmiş!
Abdullah Öcalan bile Türk solunun peşine takılmış Kürt siyasetçileri uyararak "İki ayaklı masa ayakta durmaz, bir işe de yaramaz, siyasette mutlaka üçüncü bir ayağın inşa edilmesi gerekir" derken;
Tek 'M'li 'hamal' ne işe yarar, ne kadar yük taşıyabilir bilmem!
Bu hale düştükten sonra bence kaldırsa kaldırsa ancak bir kaç poşet kaldırabilir, onlara da doğru düzgün bir şey sığmaz!
Her neyse!
20’nci yüzyıl başlarına kadar Kürtlerin büyük bir çoğunluğu kırsaldaydı.
Önemli bir bölümü de tüm hayvancılıkla uğraşan toplumlar gibi göçebe ve yarı göçebeydi. Ana meslekleri çobanlıktı.
Sakın "Kürtler kırsaldaydı da Yörük Türkmenler, Bedevi Araplar ve Mujik Ruslar... hepsi metropollerde miydi; Kürtler çobandı da bunların hepsi mimar mühendis miydi?" diye akıl vermeye, Kürtleri savunma içgüdüsüyle bilgiçlik taslamaya kalkmayın!
Bunların hepsini en az sizler kadar biliyorum! Biraz sabırlı olun.
Çobanlığı da (şıwan; küçükbaş, gavan; büyükbaş) küçümsemeyin, çobanlık çoğu peygamberin de mesleğidir.
Dolar milyarderi Amerikalıların dedeleri olan çift tabancalı 'cowboylar' da yedi köyün ağası değil, bildiğiniz sığır çobanlarıdır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin en debdebeli başbakan ve cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel de cemaziyelevvelinde 'Çoban Sülü'dür.
Ne türküler, ne ağıtlar yakılmıştır çobanlar için;
... Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum,
Bu dağların eskiden aşinasıdır soyum.
Bekçileri gibiyiz, ebenced buraların,
Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların
Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni,
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini...
xxxxx
...Hülyana karışmasın ne şehir, ne de çarşı,
Yamaçlarda her akşam batan güneşe karşı,
Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an,
Mademki kara bahtın adını koydu çoban!...
xxxx
...Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun
Nadir duyabildiği taze bir heyecanla,
Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla
Bingöl yaylalarının mavi dumanlarına,
Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına
Gönlünü Bingöl çobanlarına yayla yapan Kemalettin Kamu kadar sevgi dolu ve saygılı olmalısınız çobanlara.
Biliyorsunuz, toplumların göçebelikten yerleşik tarım toplumuna geçmeleri ve sonrasında 'şehirlileşmeleri' uzun ve sancılı bir süreç işidir.
Şehre gitmek, şehre yerleşmek ayrı, şehirlileşmek ayrı bir iştir. Şehre inen kişi öyle üç günde şehirlileşmez/şehirlileşemez.
Kürtlerin de şehirlere yerleşmeleri ile şehirlileşmeleri ayrı ayrı incelenmelidir.
Tarih boyunca tabii ki birçok Kürt şehirlere yerleşmiş, ticaret yapmış, iş, güç, mevki makam sahibi olmuştur.
Sadece medreselerde okumuş ilim irfan sahasında nam şöhret salmış Kürtlerin sayısı kitaplar dolusudur.
Ancak ilginç olan Meyafarkin (Silvan), Ciziré Bota (Cizre), Bazid (Doğu Bayazıt) ve son iki yüz yılda Sılemani(Süleymaniye) hariç; geçmişte Kürdistan'daki şehirlerin pazar dilleri Ahlat, Van, Diyarbekir, Urfa, Erbil, Kerkük, Harput, Siverek, Çermik, Ergani, Palu, Maden, Bitlis, Erciş... gibi yerlerde Türkçe;
Mardin, Savur, Nusaybin, Siirt, Hasankeyf, Musul... gibi yerlerde ise Arapça olmuştur.
Özbekistan'da, Semarkant ve Buhara'nın şehir dili de Özbekçe değil Farsça'dır.
Ermeniler, Süryaniler, Gürcüler, Türkler, Araplar, Perslerin... hem köylüleri hem de şehirlileri vardır.
Şehirlerde de dillerini muhafaza etmiş/edebilmişlerdir.
Bu şehirlere yerleşen Kürtler ise en fazla bir iki nesil sonra evlerinde de yerleştikleri şehirlerin dilini konuşmaya ve önce Kürtçe'den sonrasında ise Kürtlükten de uzaklaşmaya başlamışlardır.
Yakın dönemlere kadar bu iş böyle süregelmiştir. Bu durumu sadece siyasi egemenlik ile açıklamaya çalışmak da eksik bir yaklaşımdır.
Merak edenlerle başka bir zaman uzun uzadıya kafa yorabiliriz.
Tarım ve hayvancılıktan başka bir şey bilmeyen yoksul Kürt köylüsünün şehirlerdeki ilk işi 'hamal'lıktır.
'Hamal' deyip de geçmeyin!
Hamallığı da çobanlık gibi hemen küçümsemeyin!
Hamal var, hammal var!
Benim çocukluğumdaki Mardin hammalları arkalarındaki özel sırtlıkları, ustaca kullandıkları kemer, halat ve ipleriyle neredeyse bir traktör yükü sırtlayabilecek kapasitedeydiler!
İstanbul Sultanhamam'da ki Pötürgeli hammallar da onlardan aşağı değildiler!
Aslen Kayseri Ermenilerinden olan ABD'li ünlü film yönetmeni ve yazar Elia Kazan'ın (Elias Kazancıoğlu) da gözlemlediği gibi yüklerinin boyu iki metreyi geçiyordu.
Said-i Nursi'nin, 1907'de Van’dan gittiği İstanbul'da yaşayan; 40 bin Kürt'ün, yarıdan fazlası hamallık yaparak geçimini sağlamaktaydı.
Sadece çarşı pazarda ve iş hanlarında değil, limanlarda da yükleme ve boşaltma işi Kürt hamallardaydı.
Sizin anlayacağınız sahibi olmadıkları/olamadıkları tüm yükleri basit bir ücret karşılığında birileri adına götürüp getiriyorlardı.
Keşke hamallıkları sadece ticari yüklerle sınırlı kalsaydı.
Bir müddet sonra uyanık siyaset bezirganlarının siyasi yüklerini de taşımaya başladılar.
Belki de 'Uyanık siyaset bezirganları yüklerini, onlara taşıtmaya başladılar' demek daha doğru.
Sultan Abdülhamid, 1908’de Meşrutiyet ilan etmek zorunda kaldı.
Padişah tahttaydı ancak tüm iktidar İttihat ve Terakki Partisi'nin elindeydi.
6 Ekim 1908'de Avusturya Macaristan İmparatorluğu Bosna'yı işgal etti.
Büyük iddialarla iktidara gelmiş bulunan İttihatçılar hiç bir ciddi karşılık veremeyince halk tepki gösterdi, sokaklara döküldü.
Halkı yatıştırmak için İttihatçılar tarafından Avusturya mallarına boykot ilan edildi. Bu doğrultuda limanlarda çalışan tüm Kürt hamallar da boykota katıldı.
Kürt hamallar yükleri indirmeyince boykot zaten kendiliğinden gerçekleşmiş oldu. 5 ay boyunca da boykot devam etti.
Sultan Abdülhamid'i İttihatçıların kuşatmasından kurtarmak isteyen eski rejim yanlıları, dindar Kürtleri kışkırtırlarken; İttihatçılar da Kürtleri, Avusturya ile iş yapan gayrimüslimlere karşı tahrik etmeye başladılar.
Her iki taraf da Kürtler vasıtasıyla çıkacak kargaşadan yararlanarak iktidarlarını sürdürmek istiyordu.
Said-i Nursi, Kürt hamalların kalmakta oldukları han odalarını, çalıştıkları limanları ve oturdukları kahveleri ziyaret ederek bu oyunlara alet olmamaları için büyük gayret gösterdi, Kürtçe nutuk ve yazılarla kullanılmalarına engel oldu.
Kürtlerin 'siyasi hamallıkları' devam etti...
Sultan Abdülhamid, çoğu cahil ve basiretsiz Kürt aşiret ağalarına paşalık vererek 'Hamidiye Alayları'nı kurdu ve Kürtleri, Ermenilere karşı kullandı.
Saidi Nursi, Ermeni komitacılarını da, Kürtleri de uyararak olaylara engel olmak istedi. Ne yazık ki her iki taraftan da çok az sayıda kişinin haricinde nasihatlerine kulak veren olmadı.
Sonraki yıllarda Birinci Dünya Savaşı yıllarında özellikle Ermeni Taşnak, Hınçak örgütleri ile İttihatçıların katliamlarında yüz binlerce masum Ermeni ve masum Müslüman hayatını kaybetti.
Kürtler, Kurtuluş Savaşı'nda da var güçleri ile Türk kardeşleri ile birlikte savaştılar, takatlerinin üzerinde yükler yüklendiler, can verdiler.
Saidi Nursi, Şeyh Hazret, Abdürrahim Rahmi Zapsu gibiler milis kuvvetleri toplayarak bizzat Ruslarla savaştılar.
Yunan'ın Polatlı önlerine geldiği ve hükümetin tedbiren Ankara'dan Kayseri veya Konya'ya nakil edilmesi görüşülürken, mecliste Kürt kıyafetleri ile oturan Dersim Mebusu Diyab Ağa söz alarak 'Begler, biz buraya ölmağa geldıh, kaçmağa degıl' diyerek herkesi yerine oturttu.
Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyyid Abdülkadir ve arkadaşları, İngilizlerin Türklerden ayrılarak bağımsız bir Kürdistan kurmaları yönündeki telkinlerine 'Müslüman Türk kardeşlerimiz bu haldeyken onları arkadan vurmak haramdır. Kaderimiz birdir, kurtuluştan sonra Kürtler de haklarını alacaklardır' diyerek karşı çıktılar.
Karşı çıkan Seyyid Abdülkadir, oğlu Seyyid Muhammed ve arkadaşları, cumhuriyet kurulduktan sonra Diyarbekir Meydanı’nda idam edildiler.
Lozan'da da durum aynı oldu. Türkiye'de yaşayan Ermeni, Rum ve Yahudilere ilk, orta, lise dahil kendi anadillerinde okul açma ve eğitim hakları tanınırken Kürtler yok sayıldı.
İsmet Paşa'nın Lozan'a, 'Kürtlerin Türklerden ayrı bir talepleri yok' dedirtmek için götürdüğü Diyarbekir milletvekili Zülfü Tiğrel ve aynı dönem Nafıa (Bayındırlık) Bakanı Diyarbekir Milletvekili Feyzi Pirinççioğlu bile ileriki yıllarda işlerin Kürtlerin inkarı noktasına vardırılacağını tahmin edemediklerini itiraf ettiler.
1950 seçimlerinde Diyarbakır Milletvekili seçilen Mustafa Remzi Bucak anılarında;
Lozan Anlaşması'ndan sonra Ağrı İsyanı döneminde babası Bucakzade Muhammed Ağa'nın İstanbul Kadıköy, Fener Yolu Merdibanköy, Mustafa Mazhar Bey caddesi 22 numaralı köşkünde Diyarbekir Milletvekilleri Zülfü Bey, Feyzi Bey ve amcazadeleri Siverek Milletvekili Bucakzade Haili Rahmi Bey'in sohbetlerini aktarmaktadır.
'Hazirundan birisi, (Ağrı İsyanı ile ilgili olarak) alaylı bir tarzda:
"Hükümet ne yapsın? Vahşi, çiğ et yiyen, şimdiden istiklal isteyen Kürtlere karşı hükümet başka türlü nasıl hareket edebilir?" diye müdahale etti.
Oturduğu yerden bir anda dizleri üzerine kalkan babam rahmetli, ateş püsküren gözlerle, pür heyecan ve hiddetle:
"Ruslar Bitlis’e indiklerinde, bilahare Fransızlar Urfa’yı, Ayntab’ı, Maraş’ı işgal ettiklerinde ve hele Yunan, Polatlı önünde mevzi aldığında niçin biz ‘çiğ et yiyen, vahşi Kürt’ değildik de;
Erzurum’dan Sivas’tan, Ankara’dan yardım isteyenler, ihtiyarlarımızın ellerinden ve sakallarından, gençlerimizin yanaklarından ve gözlerinden öpmekten zevk alırlardı.
Fransızlara karşı sel gibi kanımızı, Ankara’nın esiri ve kölesi olmak için dökmedik" dedi.
Siverek milletvekili Bucak zade Halil Fahri Bey merhum, babama;
“E, ne olacak, o hud’ai harp idi (harp hilesi idi). Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı derler, bilmez misin amca?
Sizi de ayı yaptılar, sırtınıza binip köprüyü böylelikle geçtiler” diye gülerek takıldı.
Babam, “Hayır kabahatin yarısı mebus ve vekil olanların; Lozan’a Kürt murahassı olarak, İsmet Paşa heyetine katılanlarınızındır” deyince, memleketin eşrafı olan zat: (Lozan azası ve Diyarbekir milletvekili Zülfü Tiğrel);
“Ne yapalım Muhammad Ağa! (kendisine has Kürt şivesiyle bilhassa çatlata çatlata ‘Mahammad’ demiş idi) Sağırın (İsmet Paşa) bu kadar olacağını nereden bileydik!”
Üçüncü bir zat (Diyarbekir milletvekili ve Bayındırlık Bakanı Feyzi Pirinççi), içini çekerek “Evet bu kadar edğam (Bir şeyi başka bir şeyin içinde gizleyen) olacağını nerden bileydik' dedi.
Kürt'ün 'hamallığı' devam eder...
1950'de demokrasi ve hürriyet aşkıyla dedeleri idam edilen, hapse atılan ve sürgüne gönderilen Kürt ileri gelenleri Demokrat Parti'yi desteklerler, çoğu milletvekili olur.
1954'e gelindiğinde rejimin değirmeninde öğütülemeyen 'ayrık otlardan' önce Mustafa Remzi Bucak, sonra Esat Sezai Cemiloğlu, 1956'da Diyarbakır milletvekilleri Yusuf Azizoğlu ve Mustafa Ekinci tasfiye edilirler.
1959'da ise idamla yargılanan ünlü Kürt 49'lar tevkifatı olur.
İdam edilmek üzere 50 kişi tutuklanır, Nusaybin İstilileli Ankara Hukuk 3. sınıf öğrencisi Emin Batu hücrede ölür, 49 kişi kalır.
1960 darbesinden sonra da Kürt’ün hamallığı devam eder, lakin bir farkla ki;
'Hamal Kürd'ün yükü değişir!
Din, iman, vatan, millet, bayrak, Halife, Padişah, demokrasi, hürriyet...ten sonra, bu sefer dünyayı kurtarma amacıyla; enternasyonal ambalajla kaplanmış, 'vinçler kaldırmaz' Marksist, Komünist yükler vurulur sırtına!
Türkiye'deki her fraksiyondan devrimci-sol hareketlerin en önde gelen militanları, bin bir zorlukla üniversite kapılarına gelebilen Kürt gençleridir artık.
Kendilerini kurtarmadan önce, dünyayı kurtarma derdine düşerler.
Dünya Sosyalist olursa Kürtlerin dertleri bitecek ve o zaman zaten Kürtler de kendiliğinden kurtulmuş olacaklardır!
Kürt'ün bir türlü, kendi yükünü taşımak aklına gelmez!
Milli Nizam ve Milli Selamet Partileri kurulunca Kürt'ün Müslüman damarı tekrar şaha kalkar.
Topyekun Ege, Trakya ve Akdeniz Erbakan'la dalga geçerken, Karadeniz ve Marmara Özallı, Mesut Yılmazlı iktidarlarda nimet toplarken; Kürtlerde Erbakan’ın oyu tavan yapar.
Erbakan Hoca ise düze çıktığı ilk durakta, 1991 seçimlerinde; Alpaslan Türkeş ile seçim ittifakı kurar.
AK Parti'de de durum biraz değişir gibi olur, bir müddet sonra roller yine eskiye döner.
Hükümetlere, Kürtlerin yoğun oldukları 25 vilayetten 5 Kürt bakan konulmazken, gün olur sadece Trabzon'dan 5 bakan aynı kabinede yer alır.
25 vilayetin 5 bakanlığı için Arap, Çerkez, Arnavut asıllılardan arda kalan yerlere akredite Kürtler konulur.
İstanbul ilçe belediye başkanlıklarında Karadenizli rakamı bazen 20'yi bulur.
Bunu yapanlar en azından 'Bölgeci' olmaz da, bu paylaşıma karşı çıkanlar 'Kürtçü, bölücü, ırkçı, ayrılıkçı, fitneci...' olur!
'Kurt taksimine' itiraz edenin eline bir şey geçmediği gibi, bir de tekme tokat kovulur.
Amcamın 'Çalışmakla zengin olunsaydı Mardin hammalları milyoner olurdu!' sözü 50 yıldan fazladır kulaklarımda.
Bir arkadaşın;
"Karadenizliler Takalarla, bizimkiler sırtlarıyla yük taşıyorlar.
Hiç kamburlaşmış sırtıyla yük taşıyan ile takayla yük taşıyanın ücreti aynı olur mu!" ironisi kara mizah.
'Hamal Kürdün' sergüzeştine devam...
Türkiye'deki İslamcı hareketlerin ana gövdesini Kürtler oluşturur.
100 Batmanlıya karşı 10 tane Sinoplu, Edirneli, Muğlalı... bulamazsınız.
İran Devrimi olduğunda İran'a, Rus işgali olduğunda Afganistan'a, dünyanın dört bir tarafına 'Allah için cihada'; Türkiye'den gidenlerin çoğunluğu da Kürtlerdir.
Kürt'ün hamallık listesi saymakla bitmez.
'Hamal Kürtler' en son Ekrem İmamoğlu'nu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na taşıdılar.
Belleri kırıldı, ama 'yükü' çok şükür kırmadan, örselemeden sağ salim yerine ulaştırdılar!
Ulaştırmakla da kalmadılar, yerli yerine oturtup, yerleştirdiler.
Peki, karşılığında ne aldılar?
Diyarbekir'de, Ekrem İmamoğlu'nun elinden itinayla çerçeveletilmiş büyük bir Atatürk portresi!
Abdullah Öcalan'ın;
"İki ayaklı masa ayakta durmaz, masanın en az üç ayaklı olması lazım. HDP acilen ittifaklarını genişleterek AK Parti ve CHP arasında bloklaşarak sıkışmış Türkiye siyasetini rahatlatmalı; üçüncü bir alternatif, demokrasi bloğu oluşturmalı" önerisi önemli.
"Peşinen ve karşılıksız CHP'ye angaje olmayın" demeye getiriyor.
Daha şimdiden marjinal soldan itirazlar yükselmeye başladı;
"Bunlar tıpkı İstanbul belediye seçimleri öncesi Binali Yıldırım'ı seçtirmek için son anda devreye sokulan, Öcalan'dan getirilen mektup gibi alicengiz oyunları.
Gitmesi kaçınılmaz olan iktidarı kurtarmak;
HDP'yi Erdoğan karşıtı muhalefet bloğundan kopararak Kürtleri, Erdoğan'ı tekrar başkan seçtirebilmek için kullanmaktan başka bir şey değildir, bırakın bu iki ayaklı, üç ayaklı; ayak oyunlarını" demeye başladılar.
Aynı zevat çözüm süreci döneminde de "Siz Kürtler nasıl olur da Erdoğan'la bir iş birliğine gidersiniz? Demokrasiye ihanet edemezsiniz! Kendinizi kurtarıp, ilkel milliyetçi duygularınızı tatmin uğruna; Türkiye'yi şeriatçı diktatörlüğe teslim edemezsiniz?" diyorlardı.
Bu 'çok akıllılar' Gezi'den başlayıp, hendek olayları ile devam eden iç savaş denemelerine kadar, AK Parti'yi götürmeye matuf bütün yükleri 'Hamal Kürdün' sırtına yükleyerek 'Şeriatçı diktatörlükten' kurtulmak istediler.
Hendek tezgahında yüzlerce asker, polis, PKK'li, sivil; Türk ve Kürt genci hayatını kaybederken bunların bir tavukları bile ölmedi.
"Gerçek bir demokratikleşme olmadan, sadece Kürtlere 'İlkel milliyetçi duygularını' tatmin için haklar tanıyacak bir yeni anayasanın nasıl mümkün olabileceği" sorusunu da es geçtiler.
Önümüzdeki dönemde cevap arayan çok önemli sorular var.
Suriye meselesi nasıl bir yöne evirilecek?
Dışarıda ABD’den, İsrail, İran, Rusya ve İngiltere'ye;
İçerde ise Öcalan'dan, Kılıçdaroğlu ve Erdoğan'a... kadar devletlerin, partilerin ve liderlerin hesapları ne, kimler hangi hesaplar içinde?
Daha da önemlisi kendi maslahatları için neler yapmaya mecbur kalabilirler?
Bu 'mecburiyetlerden' Kürtler için ne gibi fırsatlar doğabilir?
"AK Parti her zamanki ucuzcu, basit ve öncelikle önündeki ilk seçimleri kazanmaya yönelik yaklaşımlarını değiştirebilir mi?"
Muharrem İnce (veya muadili biri) cumhurbaşkanı, Bolulu Tanju Özcan ise başkan yardımcısı olursa 'Kürdistan' mı kurulacak, Kürtlerin eline ne geçecek?
Bu sorulara doğru ve derinlikli cevaplar bulmadan yol almak mümkün değil.
Önüne konulan her yükü, sahibini tanımadan, yükün ne olup olmadığına bakmadan; en önemlisi de 'pazarlık etmeden' 'Deli Cevdo' gibi sırtlanıp koşmak akıl karı değil.
100 yıl önceki Kürt hamallar bile birkaç yıl sonra çalıştıkları hanların çay ocaklarına terfi ettiler, kahyası, odabaşısı oldular.
Biraz beceriklileri ise daha da ilerleyerek hanları satın aldılar, sahibi oldular.
Bugün Aksaray, Laleli, Sultanahmet ve Fatih'teki iş hanlarının, otellerin çoğu Kürtlerin.
'Hammal Kürt' akıllandı da 'siyasi hamal Kürtler' hala akıllanmadı.
Türkiye bu siyasi sıkışmışlıktan mutlaka kurtulmalı.
İki ayaklı masa ayakta durmuyor/duramıyor!
Üstündeki her şeyi de yere deviriyor, kırıp, döküyor.
Mutlaka bir üçüncü ayağa ihtiyaç var.
Üçüncü ayağı yazmaya devam edeceğim.
'Deli Cevdo da kim?' diye soruyorsanız, onu da başka bir yazıda anlatacağım.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish